Particilik değil milli birlik
“Bugün Anadolu ahalisi, kadın, erkek cümlemiz, fırka (parti) isminden bile nefret ediyoruz. Çünkü artık bozuldu, kokuştu. Bizler parti filan istemediğimiz gibi birkaç kişinin parti kavgasına da memleketimizi feda edemeyiz.” (Sivas Anadolu Kadınları Müdafaai Vatan Cemiyeti Bildirisi, 1920)
24 Haziran seçimleri sona erdi. Seçim sürecinde başlayan partiler arası gerginlik, seçim sonrasında azalacağı yerde artarak devam ediyor. AKP'li İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun, valilere, “CHP'lileri şehit cenazelerine kabul etmeyin” talimatıyla bu gerginlik tavan yapmış durumda. Particiliğin yarattığı siyasi kutuplaşma, toplumsal bölünmeye dönüşmek üzere… Atatürk'ün tabiriyle “iç cephenin çökmesi” an meselesi…
Oysaki yüz yıl kadar önce Türkiye, o kahredici işgalden “milli birlik”le kurtuldu. Kurtuluşun anahtarı “particilik” değil “milli birlik”ti.
PARTİCİLİKTEN KUVAYI MİLLİYE'YE
Siyasi partiler olmadan, serbest seçimler yapılmadan demokrasi olmaz. Bizde 1908'de II. Meşrutiyet'in ilanından sonra çok sayıda parti kuruldu, belirli aralıklarla seçimler de yapıldı. Ancak bizde öteden beri particilik, siyasal rekabetin ötesine geçip siyasal düşmanlık halini aldı. Seçim kazanmak için her yol meşru görüldü. Gün geldi, parti kavgaları kahvelerin, camilerin bölünmesine bile yol açtı. Buna bir de ordunun siyasete karışması eklenince savaş bile kaybedildi. Örneğin, I. Balkan Savaşı'nın kaybedilmesinde particilik ve ordunun o particiliğin bir parçası olması etkili oldu. I. Dünya Savaşı'ndan sonra halk, ülkeyi bu savaşa sokan İttihat Terakki'den nefret ediyordu. O yıllarda iktidara gelen İngiliz işbirlikçisi Damat Ferit'lerin Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nın da halkta bir karşılığı yoktu. Hiçbir parti ülkeyi içinde bulunduğu felaket çukurundan çekip çıkaracak güce ve programa sahip değildi. Halk, partilerden umudu kesmişti. Partilerden umudu kesenler, cemiyetler kurmaya başladı. İşgale karşı direnenler, ülkenin dört bir yanında müdafaa-i hukuk cemiyetleri kurdu. Ne de olsa vatanı işgal edilen Türk Milleti, emperyalizme karşı “hak” ve “hukuk” savaşı veriyordu. Böylece Milli Mücadele'de partilerin rolünü müdafaa-i hukuk cemiyetleri üstlendi. Bu cemiyetlerin dağınık halde olmasının yarattığı sakıncaları gören Atatürk, Sivas Kongresi'nde bu cemiyetleri Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adıyla birleştirdi. İşte emperyalist işgale karşı direnişin ideolojisi durumundaki Kuvayı Milliye böyle doğdu. Kuvayı Milliye her türlü bölünmüşlüğe, particiliğe (fırkacılığa) karşı toplumsal birleşmeyi savunuyordu. Ne ilginçtir ki, Atatürk, Milli Mücadele'nin bu direniş örgütlenmesini, dört yıl sonra yeniden bir partiye dönüştürecekti; 1923'te kurulan CHP buradan çıkacaktı. Atatürk'ün CHP'si, milli birliğin partileşmiş haliydi.
KENDİ KENDİMİZİ KURTARMAK
I. Dünya Savaşı'ndan hemen sonra başlayan işgaller karşısında toplumda yaygın bir umutsuzluk ve genel bir çaresizlik vardı. Atatürk'ün tabiriyle “zihinleri işgal altındaki” aydınların önemli bir bölümü Amerikan ve İngiliz mandasından başka kurtuluş yolu düşünemiyordu. İşgale karşı direnerek kurtuluşun mümkün olacağını düşünen çok az sayıda aydın vardı. Örneğin onlardan biri, Ebüzziyazade, 28 Şubat 1919'da Tasvir-i Efkâr Gazetesi'nde pek çoklarını şaşırtacak şekilde “Kendi Kendimizi Kurtarmaya Çalışalım” başlıklı bir yazı yazdı. Ebüzziyazade yazısında şöyle diyordu: “Memleketi yalnız milletin gösterebileceği uyum ve birleşme kurtarabilecektir. Millet yaşama hakkını ispat etmedikçe, tehlikeli zamanlarda el ele vererek bir kitlesel vahdet (birlik) halinde belalarla, felaketlerle uğraşmaya karar vermedikçe kurtulamaz.”
Ebüzziyazade, millet fertleri arasında “samimi ve hukuki bir güven sağlanmadıkça düştüğümüz girdaptan çıkamayız” diye de ekliyordu.
Ebüzziyazade, 18 Mart 1919'da yine Tasvir-i Efkâr Gazetesi'nde bizde felaketler karşısında toplumsal birleşmenin sağlanamamasında, “şahsi menfaatlerin, parti ihtiraslarının” etkili olduğunu yazıyordu.
İzmir'in işgalinden sonra İstanbul'da yüz bin kişinin katılımıyla gerçekleştirilen Sultanahmet mitinginde konuşanlar da birlik ve beraberliğe vurgu yaptılar. Örneğin Şair Mehmet Emin Bey, “Önce aramıza girmiş olan anlaşmazlıkları öldürelim, kardeşliğe doğru, bir daha geri çekilmeyecek olan ellerimizi uzatalım…” demişti.
Gerçekten de birleşmekten ve kendi kendimizi kurtarmaktan başka çare yoktu. Partilere güvenerek ve emperyalizmin merhametine sığınarak kurtulmak mümkün değildi. Bu gerçeği en erken görenlerden biri de Atatürk'tü. 21/22 Haziran 1919 tarihli Amasya Genelgesi'nde açıkça “Milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” diyerek kurtuluş formülünü ortaya koydu. Atatürk'ün kurtuluş formülüne göre vatanı, milleti bir lider veya bir parti değil, bizzat milletin kendisi kurtaracaktı.
AKİF'İN VAHDET (BİRLİK) ÇAĞRISI
İstiklal Marşımızın şairi Mehmet Akif (Ersoy), Milli Mücadele yıllarında Anadolu'da cami minberlerinden vahdet (birlik) çağrısı yapıyordu. Her fırsatta birlik berberlikten söz ediyor, toplumu bölen particiliği eleştiriyordu.
Akif'in, 1920'de Balıkesir Zağanos Paşa Camii'nde söylediklerinin bir bölümü şöyle:
“Mademki tek başına çalışmanın bir kıymeti yoktur, biz de aramızda birlik sağlayarak topluca çalışmaya koyulmalıyız. (…) Ufak nedenlerle birbirine küsmemeli… Biliyorsunuz ki yabancılar asırlarından beri ayrılık tohumlarını aramıza serptiler. Bir hayli de mahsul aldılar. (…) Eğer Müslümanlar yaşamak istiyorlarsa cemaat arasında nifaka, şikaka, dargınlığa, küskünlüğe, ayrılığa, gayrılığa yol açabilecek en ufak sözlerden, en önemsiz görünen hareketlerden bile çekinmelidirler. Yok, yaşamak istemezlerse ona diyecek yok!”
Akif, daha sonra Müslümanların geri kalmasında toplumdaki büyük umutsuzluğun çok etkili olduğunu söylüyor. “Ümitsizlik haramdır” diyor. Sözü tekrar birlik beraberliğe getirip şöyle devam ediyor:
“Müslümanlar aralarında ayrılığa, gayrılığa neden olacak en küçük olaylardan, dargınlığa neden olacak en hafif hareketlerden, sözlerden kesinlikle çekinmelidir. Fırkacılık (particilik); komitacılık… Bunlar artık susmalı. El birliğiyle bütün vatanı savunmalı. Asla umutsuz olmamalı. Emin olmalıyız ki, canla başla çalışırsak, aradaki ayrılık sebeplerini kaldıracak olursak vatanı İslamı kurtarırız…”
Akif, 5 Kasım 1920'de Kastamonu Nasrullah Camii'ndeki meşhur vaazında da birlik beraberliğe vurgu yapıyor: “Ey cemaati Müslimin! Milletler topla, tüfekle, zırhlı ile, tayyarelerle yıkılmıyor, yıkılmaz; milletler ancak aralarındaki bağlar çözülerek, herkes kendi başının derdine, havasına, kendi menfaatini sağlamak sevdasına düştüğü zaman yıkılır. Atalarımızın ‘Kale içten alınır' sözü kadar büyük söz söylenmemiştir” diyor.
Her fırsatta Akif'ten ve Asım neslinden söz edenlerin, aslında Akif'i hiç anlamadıkları görülüyor. Akif'i biraz olsun anlamış olsalardı, hiç muhalefete düşmanca davranarak toplumu kutuplaştırırlar mıydı?
ANADOLU KADINININ PARTİCİLİK İSYANI
Sivas Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti, 1920'de yayımladığı “Anadolu'dan Acıklı Bir Sada” başlıklı bir bildiriyle, birlik beraberliğe en çok ihtiyaç duyulan o günlerde, particilik kavgalarını körükleyen bazı İstanbul gazetelerini yerden yere vurmuştu. Kadın eli değmiş o bildirinin bazı bölümleri şöyle:
“Memleketimizi düşmanlar bölüşmeye çalışırken onlara manen ve maddeten yardım eden memleketin bu hayırsız evlatlarını kadın kalbiyle telin ediyoruz. Bu gazetelerde yazılanlardan ve yazanlardan nefret etmeyen gerçek bir Türk, Müslüman düşünemeyiz. Bu efendiler acaba ne istiyorlar? Memleketimizin en önemli, en güzel yerlerinin işgal altında, dindaşlarımızın zulüm ve baskı altında inlediğini bilmiyorlar mı? Bu efendiler, ortalığa ayrılık, fesat tohumu saçacaklarına, memleketin uğradığı şu felakete karşı bir tedbirleri varsa onu söylesinler. Yoksa memleketi bu badireden kurtarmak isteyen birtakım insanları, bu İttihatçı imiş, diğeri İtilafçı imiş diye suçlamakta memlekete ve hatta kendilerine ne fayda olduğunu bir türlü anlamıyoruz. Yalnız anladığımız, bildiğimiz bir şey varsa, biz, bu İttihatçıdır, İtilafçıdır propagandasını artık dinlemiyoruz ve dinlemeyeceğiz. İttihatçı da İtilafçı da memleketin evladıdır. Elverir ki bunlar memleketini sevsin ve bu memleketin evladı olduğunu unutmasın, vicdanını milyonlar pahasına satmasın. İyi bilmelidir ki, birkaç alçak İttihatçı için memleketin bütün güzide evlatları lekelenemez. Bugün Anadolu ahalisi, kadın, erkek cümlemiz, fırka (parti) isminden bile nefret ediyoruz. Çünkü artık bozuldu, kokuştu. Bizler parti filan istemediğimiz gibi birkaç kişinin parti kavgasına da memleketimizi feda edemeyiz. Anadolu parti istemiyor ve istemeyecek. Fakat önceden partilere mensup olan namuslu vatandaşlarını da İttihatçıdır, İtilafçıdır diye feda edemez. Biz bugün bütün Anadolu'nun müdafaa-i hukuku adına toplanmış, kadın ve erkeklerden oluşan bir kitle halinde memleketimizin savunucularıyız. Bunu bilsinler. (…) Anadolu'nun nezih, saf muhitine bu paçavralar tercüman olamaz… Sussunlar! Eğer susmayıp böyle ahlaksızca yayınlarına devam edecek olurlarsa gazetelerini boykot edeceğiz. Gazetelerini okumadığımız gibi memleketlerimize de katiyen sokmayacağız… Bugün millet, İttihat, İtilaf fırkası tanımıyor. Tekrar söylüyoruz ki, parti istemiyoruz. Partiyi memleketimizde adeta ayrılık görüyoruz…” (Hâkimiyet-i Milliye, 2 Şubat 1336/1920).
Bu bildiri Milli Mücadele'nin nasıl büyük bir sağduyunun, birlik ve beraberlik ruhunun eseri olduğunun en açık kanıtlarından biridir.
Bu bildiri, 1908-1918 arasındaki 10 yılda insanların particilikten bıkıp usandığının göstergesidir.
Bu bildiriyi bugün herkesten önce AKP'ye muhalif tüm partileri “vatan haini” olarak gören yandaş basının okuması gerekir!
ATATÜRK: PARTİLERE DEĞİL MİLLİ BİRLİĞE MUHTACIZ
Atatürk, Harbiye'yi bitirip tayin olduğu Şam'da, özgürlükçü yurtsever arkadaşlarıyla birlikte “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti”ni kurdu. Daha sonra bir süre İttihat Terakki'ye katıldı. Ancak ordunun siyasetle iç içe olmasının yanlış olduğunu düşünerek İttihat Terakki'den ayrıldı. Kaybedilen I. Dünya Savaşı sonlarında Ahmet İzzet Paşa Hükümeti'nde yurtsever arkadaşlarının yer alması için çaba harcadı. Kendisi de bu hükümette Harbiye Nazırı olmak istedi. Ancak olmadı. Altı ay kaldığı işgal İstanbul'unda kurtuluş çareleri ararken siyasi partilerle temas kurdu. Hatta Tevfik Paşa Hükümeti'nin güvenoyu almaması için uğraştı. Mevcut siyasi partilerin kurtarıcı bir plan ve programı olmadığını gördükten sonra, kendi ifadesiyle İstanbul surlarının dışına çıkıp Anadolu'ya geçmeye karar verdi. 22 Nisan 1921'de Hâkimiyeti Milliye'ye verdiği bir demeçte, işgal İstanbul'unda “Sayısız programlar ve programların etrafında esaret zincirlerine vurulmuş olduklarının farkında bulunmayan insanlar, zümreler, partiler, cemiyetler, gruplar” olduğunu, fakat bunların “kendi ruhundaki tecelliye uygun olmadıklarını” belirtmişti.
18 Haziran 1919'da Erzurum'da Kazım Karabekir Paşa'ya yazdığı bir telgrafta, şimdiye kadar siyasi partiler, kendi menfaatleri uğruna halkı hep aldattıkları için halkın her türlü örgütlenmeye karşı “çekingen davrandığını” belirtti. Kendisinin, “milletin bağımsızlığının ve hayat hakkının milli birlikle kurtulacağına” inandığını yazdı.
Erzurum Kongresi'nde bir siyasi parti kurulması için teklif verildi, fakat reddedildi. Mazhar Müfit Kansu'nun aktardığına göre Atatürk bundan memnun olup şöyle demişti: “Kongrenin siyasi parti kurulması hakkındaki teklifi reddetmesi de mükemmel oldu. Ben siyasi partilerin bugünkü vaziyet içinde aleyhindeyim. Biz siyasi partilere değil milli birliğe muhtacız. Böyle felaketli anlarda partiler millet beraberliğini bozar…” (Mazhar Müfit Kansu, Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber, C.1, s. 129, s. 319).
Atatürk, Anadolu'ya geçip de –kendisine verilen görevin aksine- Milli Mücadele'yi örgütlemeye başlayınca işbirlikçi İstanbul Hükümeti tarafından “İttihatçı” olarak suçlanmaya başlandı.
Milli Mücadele'nin İttihatçılıkla hiçbir ilgisinin olmadığını herkese göstermek için Sivas Kongresi'nin başında, kongreye katılacak tüm delegelere şu yemin metni okutuldu: “Vatan, millet dışında hiçbir şahsi amaç takip etmeyeceğime, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin ihyasına çalışmayacağıma ve mevcut siyasi partilerden hiçbirinin siyasi emellerine hizmetkâr olmayacağıma vallahi, billahi.”
Atatürk, 11 Ekim 1919'da Akşam Gazetesi'nde yayımlanan röportajında, kendilerine “İttihatçılık iftirası” atanlara, Milli Hareketin, bütün millet tarafından yürütüldüğünü hatırlatıp bu durumda tüm milleti İttihatçılıkla suçlamaları gerektiğini söylüyordu. “Yemin ederek hiçbir partiye mensup olmadığımız ve İttihatçılıkla alakamız bulunmadığını kâinata ilan ettik” diye de ekliyordu.
6 Aralık 1919'da Yeni Gün Gazetesi'ne verdiği mülakatta da şöyle diyordu: “Anadolu'da parti yoktur, herkes particiliği terk ederek vatanın bağımsızlığı ve milletin selameti amacına yönelik vahdet-i milliye (milli birlik) programı etrafındadır…”
Nihayetinde Milli Mücadele partisiz kazanıldı. Ancak partisiz demokrasinin olmayacağını çok iyi bilen Atatürk, Milli Mücadele'den sonra cumhuriyeti ilan etmeden önce Halk Partisi'ni kurdu. Toplumu en baştan, demokrasiye hazırladı.
Demem o ki, Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'ni parti kavgalarıyla toplumu bölerek kurmadı, milli birlikle kurdu. Milli birlikle kurulan Türkiye Cumhuriyeti, gün gelecek yine milli birlikle kurtulacaktır.
Sinan MEYDAN, 2 Temmuz 2018
https://twitter.com/smeydan