Propaganda Silahı Olarak Basın
Savaşların istihbarat servisleri üzerinden yürütüldüğü bir yüzyılda yaşıyoruz. Algı operasyonlarının, propagandaların hüküm sürdüğü bu savaşların en önemli silahı da basın yayın organları olmuş durumda. Medyaya hakim olanın, düşüncesini daha fazla insana, daha hızlı şekilde aktarabildiği tartışılmaz bir gerçek. Bu yüzden devletler ya da hükümetler olarak ne kadar fazla basın yayın organına sahip olur, hükmeder ya da onları kontrol altında tutarsanız savaşa o kadar avantajlı başlıyorsunuz.
Eski CHP milletvekili ve emekli Büyükelçi Sn. Onur Öymen bu konuyu ‘Bir Propaganda Silahı Olarak Basın’ adlı kitabında örnekler vererek kaleme almış. Kitapta meslek hayatında yaşadığı bir çok anıya da yer vermiş.
Sözde Ermeni soykırımı iddialarının çıkış noktasından, Kurtuluş Savaşı’na ve Kıbrıs konusuna kadar Türkiye’nin yaşadığı tarihsel olaylarda iç ve dış basının nasıl manipüle edilerek propaganda aracı olarak kullanıldığını gözler önüne seren kitapta ayrıca dünyada yaşanan bir çok olayda da benzer uygulamalar akıcı bir şekilde anlatılmış.
Yaşanan örneklere geçmeden önce, nasıl oluyor da basın propaganda aracı olarak kullanılabiliyor sorusunun yanıtını vermeye çalışalım.
Basının bazı olaylara kayıtsız kalmasını kılmak ya da kimi önemsiz şeyleri abartarak yayınlamasını sağlamak, bazen de olmayan bir şeyi basında haber yaptırabilmek için çok sayıda yöntem mevcut. Hatır-gönül ilişkilerinden, korkutmaya ve hatta ‘satın almaya’ kadar bir çok yolu var.
Kitaptan öğreniyoruz ki, eski Alman Başbakanlardan Otto von Bismarck’ın, gazetelerin genel yayın müdürlerini rüşvet vererek elde etmek için bir fon kurduğu ve bu sayede 1860’lı yıllarda Alman basınının büyük çoğunluğunun Bismarck’ı desteklediği, bu konuda ilk akla gelen örneklerden biri.
Türkiye’de de geçmişte kimi hükümetlerin örtülü ödenekten bazı gazete ve gazetecilere ödemeler yapmış olduğu hafızalarda tazeliğini korumakta.
Hükümetlerin bu yola başvurmasındaki amacını gazeteci George Seldes: “Hükümet ve basın işbirliği yaparsa, bütün insanları aynı zamanda aldatmak mümkündür” şeklinde özetlemekte.
“Medya üzerinden uygulanan propaganda silahının gerçekten etkili olabilmesinin önemli bir koşulu var: Aksi yöndeki düşünce ve değerlendirmelerin geniş halk kitlelerine ulaşmasının büyük ölçüde engellenmesi gerekiyor. Gerçekten karşı görüşler de medya kuruluşları aracılığıyla geniş halk kitlelerine ulaştırılabilirse, halkın doğruyu yanlıştan ayırma ve büyük devletlerin bu yolla yapacakları baskılara direnme gücü de artar” diyor Öymen.
İngiltere Başbakanı Lloyd George’un, ülkesinin I. Dünya Savaşı’ndaki durumu hakkında, 19 Eylül 1916’da: “Kamuoyu işin yarısını biliyor. Sadece zaferleri okuyorlar, savaşın neye mal olduğu halktan gizleniyor” sözleri de bu savı destekler nitelikte.
Günümüzde ise önemli yabancı gazetecilerin ikna edilmesinin en etkili yollarından biri, onların Bilderberg toplantılarına davet edilmeleridir. Adını bu toplantıların ilk defa yapıldığı Hollanda’daki bir otelden alan Bilderberg buluşmaları büyük bir gizlilik içinde yapılmakta. Öymen bu toplantılarla ilgili, oraya Batı dünyasının en ünlü siyaset adamları, en tanınmış işadamlarıyla birlikte, seçilmiş birkaç gazeteci de çağrılıyor diyor: ‘Bu gazeteciler arasında, dünyanın en büyük gazetelerinin sahipleri veya genel yayın müdürleriyle kendi ülkelerinde etkili olan bazı köşe yazarları da bulunuyor. Dünyanın gidişatı ile ilgili önemli bilgiler veriliyor ve değerlendirmeler yapılıyor. Açıkça söylenmese de gazetecilerden beklenen, orada belirtilen görüşleri kendi düşünceleriymiş gibi ülkelerinin kamuoyuna yansıtmaları ve böylece dünya kamuoyunun o görüşler doğrultusunda yönlendirilmesi. Bu yöntem yıllardan beri başarıyla uygulanmakta. O toplantılara çağrılan gazeteciler ne Bilderberg’e davet edildiklerini ne de orada konuşulanları yazmaktalar ama yazılarında ve yorumlarında o toplantıda dile getirilen görüşler yansıtılmakta. Onları davet edenlerin bekledikleri zaten bu.’
Şimdi... Basının propaganda silahı olarak kullanıldığı olaylara değinmeye, kitaptan örnekler vererek, başlayalım.
II. Dünya Savaşı’nda Rusya İngiltere’nin müttefikidir. O yüzden İngiltere Rusya’nın dünyadaki görünümünü de iyileştirmeyi kendi siyasi menfaatleri açısından gerekli görmektedir. Oysa o sıralarda Rusya’nın 1915 yılında Almanya’yla yürüttüğü savaş sırasında Yahudilere karşı yaptığı katliam nedeniyle ABD’de itibarı çok düşüktür. İngilizler ABD’deki Yahudi lobisinin baskısıyla Amerikan hükümetinin Rusya ile aynı safta savaşa katılmayı kabul etmeyeceğinden kaygı duymaktadırlar. Böyle bir ihtimali önlemenin yolu, Türklerin Rusların yaptığından daha da vahim bir katliam yaptığı iddiasını Amerikan kamuoyuna sunmaktır. İngiliz Propaganda Teşkilatı Wellington House’un Türklerin Ermenilere karşı soykırım yaptığı iddiasını en önemli propaganda malzemelerinden biri yapmasının arkasındaki gerekçelerden biri de budur.
Radikal Ermeni grupların ve Ermeni hükümetinin dile getirdikleri sözde soykırım yalanlarının başlıca kaynağı Mavi Kitap olmak üzere , büyük çoğunluğu ABD’de aynı yayınevinde – Doran Yayınevi - basılan birçok kitap, broşür bu dönemde yayınlanmıştır.
Propaganda deyince Nazilerden bahsetmemek olmaz elbette.
Hitler’in sağ kolu Gobbels 1927 yılında partisinin genel kurulunda yaptığı konuşmada: “İdeolojik bir hareketin itici gücü, halkın söylenenleri anlaması değil, onlara inançla bağlanmasıdır” der. Hiç kuşku yok ki bunu başaracak en önemli araç basındır. Gobbels’e göre, ‘Yeterince tekrarlanırsa, halka bir karenin aslında bir daire olduğunu kabul ettirmek mümkündür’
6 Kasım 1932’de yapılan Almanya genel seçimlerinde Hitler’in Nazi Partisi % 33.1 oy almıştır. 14 yılda 14 başbakanın görev yaptığı Almanya’da yaşanan siyasi krizi aşabilmek adına, Cumhurbaşkanı partiler üstü bir hükümet kurulmasını ister. Ancak kurulan bu hükümet de uzun soluklu olmaz ve iki ay bile görevde kalamaz. Bu sefer Başbakan olarak koalisyon hükümeti kurma görevi Hitler’e verilir. Başbakan Hitler, koalisyon hükümeti ile yetinmeyi asla düşünmediğinden Cumhurbaşkanını zorlayarak 5 Mart 1933’te yeniden seçime gitmeye razı eder. Seçimlere giderken hükümetin olanakları artık elindedir. Sağcı gazetelerin toplam tirajının 30 milyonu aştığı Almanya’da büyük bir propaganda kampanyası ile seçime giren Naziler %43.91 oyla – 4 ayda yaklaşık 11 puan artışla - seçimleri kazanır. Artık Almanya’da hiç bir şey eskisi olmayacaktır.
Hitler Başbakanlığının 1 yılını doldurmak üzeredir ve basın üzerinde mutlak hakimiyetini kurmuştur. Buna rağmen Naziler, arada sırada da olsa yandaş yazarların bile en küçük bir eleştirisine tahammül edememektedir. 7 Şubat 1934’te Propaganda Bakanı Gobbels yaptığı bir konuşmada şöyle demektedir: “Alman basını ya anarşisttir, her şeyi tahrip eder veya bir fino köpeği gibi emirleri yerine getirir.” Baskı ile propaganda aracı olarak kullanılan bir basın yeterli gelmemiştir Nazilere. ‘Yani emirleri yerine getirenler de iktidara yaranamaz’ demektedir Onur Öymen. ‘Onlardan beklenen bir cins gönüllü, istekli, hevesli köleliktir.’
Propaganda savaşlarının zirve yaptığı dönem kuşkusuz Soğuk Savaş yıllarıdır.
1 Eylül 1983 günü bir Sovyet savaş uçağı, Kore Hava Yolları KAL’a ait bir yolcu uçağını düşürür ve uçaktaki 269 yolcunun ölümüne sebep olur. Bu olaydan beş yıl sonra, 3 Temmuz 1988 tarihinde, bu defa Basra Körfezi’nde ABD’ye ait Vincennes savaş gemisinden fırlatılan bir füze, İran Hava Yolları İran Air’e ait bir uçağın 290 yolcusuyla birlikte sulara gömülmesine neden olur.
Bu iki olay arasında büyük benzerlik vardır. Ancak ABD basınına göre KAL uçağının düşürülmesi bir cinayettir ve bundan Sovyetler Birliği Hükümeti sorumludur. İran Air uçağının düşürülmesi ise trajik bir kazadır ve sebebi insani ve teknik bir hatadır.
KAL uçağının düşürülmesi ABD basınında; ‘Havada cinayet’, ‘Sovyetler sivil bir uçağı tahrip etti’ gibi başlıklarla verilirken, İran uçağının düşürülmesi; ‘Bu iş nasıl olabildi?’, ‘Körfezde yanlış giden ne oldu?’ gibi olayı küçültücü başlıklarla kamuoyuna duyurulur. İlk olaya dair Amerikan basınında yapılan haber ve yazılan yazı sayısı ikinci olayınkinden iki kat daha fazladır.
Soğuk Savaş döneminde, Sovyetler Birliği ve genel olarak Doğu Blokuna karşı en etkili propaganda aracı, Radio Free Europe ve Radio Liberty tarafından gerçekleştirilen radyo yayınları olmuştur. Bu yayınlar Amerika’nın Avrupa’da kurduğu ‘Özgür Avrupa Komitesi’ tarafından yönlendirilmiş ve yayınlarda evvelce Sovyetler Birliği’nden Batı’ya kaçmış gazeteciler kullanılmıştır. Soğuk Savaş yıllarında Amerikan propaganda teşkilatlarının yayınlattığı ve Sovyetler Birliği’yle Doğu Avrupa ülkelerinde önemli görülen kişilere ulaştırılan kitapların sayısı on milyonu aşmıştır.
Yakın tarihteki propaganda örnekleri ise hepimizin yaşadığı olayları içermektedir.
İkinci Körfez savaşı öncesi Irak hükümetinin kimyasal silahlara sahip olduğu yalanı ABD basınında yüzlerce kez yazı ve haber konusu yapılarak Amerikan halkının %71’nin Irak’ın işgaline destek vermesi sağlanmıştır. Bugün de Suriye’de rejimin halka yaptığı zulüm ön plana çıkarılmakta ancak muhalif grupların insanlık dışı eylemleri göz ardı edilmektedir. Suriye’dekine benzer bir halk hareketi Bahreyn’de yaşanmış ancak Suudi Arabistan’dan gelen tanklarla halka müdahale edilmesi Batı’da haber konusu olamamıştır. Çünkü Bahreyn yönetimi Batılı devletler ile yakın ilişki içerisindedir. Bu örneklerde olduğu gibi ‘haberler çerçevelenerek’, istenilen haber dünyanın en önemli haberi gibi sunulmakta, istenilmeyen haber ise arka planda bırakılmaktadır.
Amerikan basını, Ruanda’da, Kongo’da milyonlarca insanın ölümüne neden olan katliamları, savaşları, açlıkları, ABD’nin çıkarları doğrultusunda görmezlikten gelebilmiştir. Yeter ki katliamları yapanlar Amerikan dünyasının çıkarlarına uygun politikalar yapıyor olsunlar... Demokrasi, insan hakları ve hatta insan hayatının hiç bir önemi yoktur. Milyonlarcasının bile...
Bu gerçek sadece devletler arası çekişme ya da savaş durumları ile ilgili değildir sadece. Sınıf farklılıkları açısından da basın tarafsızlığını yitirmiş olup kapitalist düzenin değirmenine su taşıma görevinde en ön safta yer tutmaktadır.
ABD’de yapılan bir araştırmaya göre, meslek grupları arasında, televizyonda en çok izlenen akşam programlarında en düşük ekrana çıkma oranı %0.2 ile sendika temsilcilerine aittir. En yüksek oranı ise %26 ile şirket temsilcileri oluşturmaktadır.
Dünyadaki örneklerden bir kısmı böyle. Bir de kendi tarihimizde basının propaganda aracı olarak kullanıldığı olaylara göz atalım.
1821 yılı ilkbaharında, ‘Mora’da tek bir Türk bırakılmamalıdır’ sloganı ile başlatılan Yunan ayaklanmasında birkaç gün içerisinde on binlerce Türk öldürülmüş, pek az sayıda Türk ise ancak kaçarak canını kurtarabilmiştir. İngiliz yazar St. Clair’in “Yunanistan Türkleri, 1821 yılının ilkbaharında ani olarak ve tümüyle ve dünyanın haberi olmadan yok edildiler” sözleri ile anlattığı katliamdan gerçekten de dünyanın haberi olmamıştır. Çünkü Batı basını Mora’daki gelişmeleri ‘Liberalizmin ve Hristiyanlığın zaferi’ olarak yansıtmıştır. Mora ayaklanmaları ile eş zamanlı olarak Girit, Kıbrıs, Sisam, Sakız adaları ile Makedonya ve Epir’de gerçekleşen benzeri isyan hareketleri gerçekleşmiş; Osmanlı’nın bu silahlı ayaklanmaları bastırmak için aldığı önlemler Batı kamuoyuna ‘Hristiyan dünyasına karşı Türk barbarlığı’ şeklinde yansıtılmıştır.
Türk basın tarihine bakacak olursak, ne acı ki, ‘ücreti karşılığı istenen haber ve yazıyı yayınlatma’ örnekleri azımsanmayacak kadar çoktur.
Meşrutiyet dönemi ve Mütareke basını ile ilgili gazeteci Ahmet Emin Yalman’ın: “Gazetelerin çoğu yabancı parası alıyor ve bunun karşılığı olarak memlekette fitne ve karışıklık çıkarıyor, onların emellerine bilerek veya bilmeyerek alet oluyorlardı. O sırada bir ecnebi hükümetten, bir ecnebi şirket ve bankadan para almak, bir gazetenin tıpkı satış gibi, ilan gibi normal gelir kaynaklarından biri sayılıyordu” sözleri bu gerçeği tüm çıplaklığı ile ortaya koymaktadır.
31 Mart ayaklanmasını destekleyen yayın organlarından Serbesti gazetesinin başyazarı Mevlanzade Rıfat’ın, “İngiltere bizi bizden daha çok düşünüyor” diye yazması... Kurtuluş Savaşı ve Atatürk düşmanı Ali Kemal’in, dönemin Sabah gazetesinde 9 Kasım 1918 tarihli yazısındaki, “İngiliz milleti kainatın en azimli milletidir” cümlesi, 16 Kasım 1918’deki yazısında da, “İki vatanımız var: Biri asıl vatanımız, diğeri Fransa” sözlerine yer vermesi bu açıdan çok da şaşırtıcı değildir.
Bir diğer milli mücadele karşıtı yayın organı olan Alemdar gazetesinin yazarı Refi Cevat Ulunay da 14 Temmuz 1919 tarihli yazısında: “Türkiye’nin yabancı bir devlete dayanması şarttır. Bu devlet İngiltere’den başkası olamaz. İslam dininin anahtarını İngiltere’nin güvenilir eline teslim etmekte İslam alemi için hiçbir tehlike yoktur” diyebilmiştir.
Yerli işbirlikçiler böyle olur da yabancı basın durur mu?
Fransız Monde Nouveau dergisi yayın müdürü Yunanistan Dışişleri Bakanı Politis’e gönderdiği 19 Mayıs 1919 tarihli mektupta özetle şunları yazmıştır: “Monde Nouveau Fransızca, İngilizce ve diğer dillerdeki baskılarında istenen yazılara en çok sekiz sayfa ayırmak suretiyle, Yunan Hükümeti’nin çıkarlarını desteklemeye hazırdır. Monde Nouveau, Yunan davasına hizmetinin karşılığı olarak aylık 2.000 Frank ödeneği kabul eder”
Dış etkenlerin yerli basına yönelik bu tür satın alma girişimlerine karşı, Türkiye kimi zaman önlem alma yoluna gitmiştir. Kendi kamuoyunu propagandadan korumaya çalışırken, dünyaya da mesaj verme fırsatı aramıştır.
II. Dünya Savaşı yıllarında, Anadolu Ajansı Genel Müdürü Muvaffak Menemencioğlu Almanya’ya karşı Müttefik devletleri desteklerken, Basın Yayın genel Müdürü Selim Sarper ise daha çok Alman yanlısı gibi tanınmıştır. Türk Hükümeti, savaşan iki güç arasında dengeyi basın alanında da korumak için bu tür yöntemlere başvurmuştur. Alman Dışişleri Bakanlığı’nın, Türkiye’deki Alman Büyükelçiliği aracılığıyla, Türk basını için ayırdığı fondan dağıtım yapma girişimlerine ve Türk Basınının tamamını Almanlar lehine çevirme gayretlerine karşı, İsmet İnönü’nün denge politikası sonucu bazı gazeteler İngiltere ve Amerika’nın görüşlerini savunan yayınlar yapmışlardır.
Tıpkı sözde Ermeni soykırımı yalanlarında olduğu gibi Kıbrıs konusu da basının propaganda silahı olarak kullanıldığı konuların başında gelmektedir.
Kıbrıs’ta Rumların 1963 yılındaki kanlı Noel baskınının üzerinden kısa bir süre geçmiştir. Avrupa’nın en büyük ülkelerinden birinin en etkili gazetesinin yöneticisi ve başyazarı Türk Büyükelçi’den randevu alır. Büyükelçi konuklarını çalışma odasında kabul eder. Kıbrıs’ta Türklerin haksız yere insanlık dışı saldırılara uğradıklarını, evlerini ve köylerini terk etmek zorunda kaldıklarını tarafsız ve yalın bir şekilde yayınlayan gazetenin yöneticisi, bu yayınlarından ötürü Türk Büyükelçi’den memnuniyet ifadelerini duyduktan sonra ağzındaki baklayı çıkarır: “Gazetemizin yayınlarının bu şekilde sürmesini istiyorsanız biraz maddi katkıda bulunmalısınız.” Türk tarafının kısa süreli yaşadığı şaşkınlık sonrası verdiği ret cevabı ile görüşme buz gibi bir havada sona erer. Ertesi günden itibaren ise bu gazetenin yayınları büyük bir değişim gösterir. Haberleri Kıbrıslı Rumların sözcüsü gibi yansıtmaya başlarlar. Dönemin genç diplomatı Onur Öymen: “Türk Büyükelçiliğinden çıktıktan sonra acaba başka bir adrese uğramışlar mıydı? Orası bilinmiyor ama tahmin edilebilir” demektedir.
Kişisel düşüncem odur ki, Cumhuriyet tarihimizde, iç politikada basının en üst düzeyde propaganda aracı olarak kullanıldığı dönem 2000’li yıllar ve sonrasıdır.
Adnan Menderes dönemi ‘besleme basınının’ bir benzeri olan ‘yandaş basın’ nicelik olarak Türk medyasının çoğunluğu olmuş durumdadır. Hükümet ne yaparsa yapsın doğrudur mantığı ile hareket etme konusunda hiç bir tereddüt taşımamaktadırlar.
Bugün Başbakan ya da Cumhurbaşkanı herhangi bir yerde herhangi bir konuşma yapmaya başladığı an ondan fazla kanalın mevcut yayın akışını kesip canlı yayınla bu konuşmaları aktarıyor olması, dünyada eşine çok az rastlanır türden bir olaydır.
Yine bu son dönemde, Kıbrıs’ta ‘Yes be annem’, Türkiye’de ‘Yetmez ama evet’ propagandaları, her gün gazete sayfalarında ve televizyon ekranlarında Ergenekon – Balyoz gibi kumpas davalarına ait toplumu yanıltıcı yayınlar basının verdiği çok kötü sınavlardır.
Topraktan fışkıran silahlar, sanıklara ve avukatlarına gösterilemeyen belgeler ekranlarda yer almış, her gece beyaz camda mahkeme kurulmuş ve savcı-hakim kılığına bürünmüş gazeteciler hüküm vermişlerdir. İnsanların itibarlarını ve de hayatlarını yerle bir eden yayınlar yıllarca sürmüştür.
Sözde Ermeni soykırımı konusunda Türkiye’yi ve Türk insanını suçlayıcı ifadelerle topluma soykırımı kabul ettirmeye yönelik yazı ve programlar, çözüm sürecinde PKK’lı teröristler ülkeyi terk ediyormuş ve silahlarını teslim ediyormuş gibi yalan haberler yine bu döneme ait basının utanç belgeleri olarak tarihteki yerini almıştır.
Türk ve dünya tarihinde basının bir propaganda silahı olarak kullanılmasına dair kimi örnekler bunlar. 21. yüzyılda bu silahın çok daha fazla kullanılacağını tahmin etmek pek de güç değil.
Peki bu duruma karşı ne yapılabilir?
Yanıtını Fransız yazar Claude Farrere’den alarak bitirelim: “Türkler kurşundan korkmaz. Fakat ben Türk gençliğine hitap ediyorum. Onlar düşmanla yalnız savaş meydanlarında çarpışılmadığını bilmelidirler. Bazen ordularınkinden önemli bir mücadele vardır:;siyasi mücadele. Türklerin düşmanları Avrupa kamuoyunu yanıltmaya, kandırmaya çalışıyorlar. Bu propagandaya karşı gözlerinizi açınız.”