Yılmaz ÖZDİL
9 Eylül...
PUNTAda bayram vardı...
Yunan ordusu, Pasaporttan karaya çıkmış, İzmir Metropoliti Hrisostomos, "evlatlarım, ne kadar Türk kanı içerseniz, o kadar sevaba girersiniz" diyerek, yere kapanmış, ilk ayak basan Yunan albayının çizmelerini öpüyordu.
İnce, uzun boylu, siyah takım elbiseli bir delikanlı fırladı ortaya, aniden... Elinde revolver! Bastı tetiğe, trak trak trak... Efsun Alayının etekli sancaktarı, karpuz gibi düştü atının sırtından, karpuz gibi... Bir panik, bir telaş... Anladılar ki, tek kişi! Sarıverdiler etrafını, ilk süngüyü iman tahtasına sapladılar, sonra neresine denk gelirse, orasına... Şehit olmuştu, Hasan Tahsin.
Henüz 30unda.
İstanbul Hükümeti, "bu tür şayialara ehemmiyet vermeyin" diyordu, hálá...
"Teori ile pratiğin kesiştiği insan" ise kararını vermişti... "Vakit tamam" dedi, "Anadoluya geçiyoruz..."
*
Böyle başladı macera.
*
Ateşten gömleği giymişti ulus... Aktı gitti, aylar yıllar, kanlar canlar... Takvimler 30 Ağustos 1922yi gösterdiğinde, yer gök yarılırken, şöyle yazıyordu hatıra defterine Yüzbaşı Kanellopulos, "Türk topçusu susmuyor, titreyerek güneşin batmasını bekliyoruz."
Batmasını beklediği güneş, doğuyordu aslında... Çıktı bir kayanın üzerine Mustafa Kemal, vınlayan kurşunlara aldırmadan, haykırdı karanlığa, "Eyy Hacıanesti nerdesin! Gel de kurtar ordularını!"
Kudurmuştu Ali Kemal...
Kin kusuyordu gazete köşesinden, "bu millici mahluklar kadar, başları ezilmek ister yılanlar hayal edilemez... Düşmanlar, onlardan bin kere iyidir!"
*
O "mahluk"lardan biriydi, İzmirli süvari teğmen Yıldırım. 18inde... Yaralı ve 40 derece ateşli olmasına rağmen, hastaneden kaçıp cepheye koşmuş, bugün kendi adını taşıyan Küçükköy İstasyonunu almaya çalışırken, düşmüş, bahçesine gömülmüştü...
Yıldırım son nefesini verirken, 30 kadar Yunan askeri girdi, savunmasız Kuzuluk Köyüne... Gözleri bir kıza takıldı. 15inde... "Taze incir gibi" dediler, sırıtarak... Korktu Fatma, kaçtı, evine kapandı, kapıyı kilitledi. Omuzladılar. Açılmadı. "Yakalım" dediler... "Evi yakalım, kız nasıl olsa çıkar..." Verdiler ateşe. Alev alev. Çıkmadı kardeşim...
Çıkmadı.
*
Teğmen Şevket, Uşaktan geçiyordu o sırada...
Sakaryada şehit olan Yüzbaşı Basrinin anneciği yakaladı kolundan... "Basrim nerde?" diye sordu. İçi çekildi Şevketin... "Arkadan geliyor" dedi. Söylemedi gerçeği... Söyleyemedi.
Ve ömrünün sonuna kadar unutamadı bunu, "kendimi asla affetmedim" diye yazdı anılarında...
*
İstanbuldaki işgal kuvvetleri komutanı General Charpy, öfkeden deliye dönmüştü... Yırttı elindeki haritayı, fırlattı. "Bu hızla yarın İzmire girerler" dedi. İnanamıyordu. 250 bin kişilik devasa ordu, hayalet gibi çıkıp, bir ordan bir burdan dalan, kılıçlarıyla hızar gibi biçen Fahrettin Altay komutasındaki Türk süvarisi tarafından lokma lokma bölünmüştü... Dile kolay, 14 günde, 400 kilometre!
Kaçıyordu Yunan...
Ecel peşlerinde.
*
Ve, 9 Eylül.
Hava mis... Çiçekler açıyordu İzmirin dağlarında.
Bornovadan boşaldılar, aşağı doğru, dört nala... Bugünkü Kahramanlara geldiler, ödenecek bedel vardı daha... İkinci Tümen Dördüncü Alaydan Konyalı Mehmet, Akşehirli Hakkı, Avanoslu Ahmet... Düştüler oracıkta. İlk giren süvari olma "şerefi" de Yüzbaşı Şerefe nasip oldu. İzmirli soyadını aldı sonra... Yunanlılar, çil yavrusu gibi Karaburuna, Çeşmeye kaçışırken, minarelerden ezan sesleri yükseliyordu, hiç olmadığı kadar coşkuyla...
Şeref gitti, Hasan Tahsinin düştüğü yere, Hükümet Konağının alnı kabağına dikti al sancağı! Yüzbaşı Zeki, kışlayı yıllar sonra yeniden Türk Kışlası yaparken; Asteğmen Besim, Kadifekaleye varmıştı bile...
Allah bize o günü göstermişti.
*
Belkahve...
Mustafa Kemal, oradaydı.
Seyrediyordu İzmiri.
İşgal edildiği gün, bir ulusun Kurtuluş Savaşını başlatan... İşgali bittiği gün, o ulusun Kurtuluş Savaşını bitiren İzmiri.
Seyrediyordu.
Ağır ağır karardı hava... Kavuniçi bir top gibi gömüldü Körfeze güneş, usuuul usul.
"Biliyor musun İsmet" dedi...
"Bir rüya görmüş gibiyim..."
Karabasanla başlayan, mucizeyle biten bir rüya...
3 yıl 3 ay 22 gün süren macera, sona ermişti.
Zaferle.
Nifte kendisi için hazırlanan bağevine gitti... Tek kat, taş, penceresiz, gaz lambasının cılız ışığıyla aydınlatılan, buram buram Ege kokan, bağevine... Etrafında efeler. Yorgundu. Çok yorgun. Kadınlarımız, ellerinden öpmeye kalktılar. İzin vermedi. Yemek getirdiler. Yemedi.
Cigara çıkardı.
Bi kahve istedi.
*
Sonra...
*
Türk bankasını Yunan bankasına satmakla övünen partinin, bir mensubu çıktı... Mustafa Kemalin orada şekerli kahve istediğini anlatarak, "şekerli kahveyi i...ler içermiş" dedi.
Katıla katıla güldü.
*
Bakıyoruz 22 Temmuza...
Çok gülen olmuş bu fıkraya İzmirde.
Ne diyelim...
Cümleten hayırlı fener "alayları" dilerim!