Referanduma Gidiyorsunuz Öyle mi, Kim İçin ve Ne İçin?
Gerçeği kamuoyu dikkatinden kaçırıp hayallerle umut veren bir siyasetin pençesine düşmüş Türk milleti, göz ardına gizlenen bu gerçeğin neden olduğu acı ve umutsuzluğu yıllardır yaşıyor ve kendisini terörden kurtaramıyor.
Terörün; küresel projeleri gerçekleştirmeye yönelik “silahlı siyaset”in görünen yüzü olduğu göremiyor. Ne acıdır ki Türkiye’de bu yüz; insanlarımızın çaresizliği, şehitlerimizin kanı, yok edilen ulusal kaynaklar ve her geçen gün artan kamusal bir öfkeyle şekilleniyor ve gün ışığına çıkıyor.
Bir yanda terörle mücadele için bir strateji ortaya koymayan dışa bağımlı kör ve sağır bir siyaset, öte yanda bu siyaset yüzünden can veren bir Mehmetçik ve her ikisini uzaktan izleyen masum ve çaresiz bir halkımızla ortaya çıkan trajik tablo sahip olduğumuz iç ve dış dinamiklerin gücü konusunda halkımızı çeliştiriyor.
Türk milleti siyaset-ordu ile küresel terör arasındaki ilişkiyi algılama güçlüğüne düşürülüyor, siyasetin içsel sorunları emperyalist güçlerin desteğiyle bir açmaza sürüklediği gerçeği gözden kaçırılıyor ve bu tuzağa destek veren taraflı medyanın psikolojik harekatı gören gözleri şaşırtıyor ve akılları karıştırıyor.
Türk milleti hızla bir çözümsüzlüğe doğru itiliyor ve ulusal çıkarlara aykırı dayatmalar “çözüm” gibi algılatılmaya çalışılıyor. Terörün ardındaki siyasi zihniyet kamuoyunun ayakları altına serilemediği için Türkiye’nin sahip olduğu dinamiklerle asla çaresiz olmadığı gerçeği gün yüzüne çıkarılmıyor.
Emperyalist tuzaklar amaçlarını gerçekleştiriyor ve terör, bu tuzağın görünen yüzü olarak bize bakıyor.
ASALA VE PKK
Türkiye emperyalist emellerin bir aracı olarak örgütlü silahlı siyaset anlamına gelen terörle ilk olarak 70’li yıllarda tanışmıştır 1973-1985 yılları arasında Türk diplomatlarına yönelik 21 ülkede 110 eylemin gerçekleştirilmesi ve 42 Türk diplomatının öldürülmesiyle Ermeni meselesi emperyalist siyasetin içine çekilmiştir.
ASALA, Türkiye ile Ermenistan arasındaki tarihin derinliklerine gömülmüş bir süreci siyasetin içine çekmekle silahlı propaganda dönemini tamamlamış ve silahın başlattığı siyaseti sürdürmek üzere yerini Ermenistan’a, Ermeni lobilerine ve de Türkiye üzerinde emelleri olan AB-ABD-İsrail üçlüsüne bırakmıştır.
ASALA’nın hemen ardından gelen PKK terör örgütü, 1979’dan günümüze kadar sürdürdüğü cinayetleriyle küresel üçlünün istekleri doğrultusunda içsel sorunları bir siyasi sorun olarak uluslararası siyasetin içine çekmeyi becerebilmiştir.
1991 Körfez krizi sonrası ortaya çıkan ABD’nin yol açtığı Saddam’ın Halepçe katliamı ve 500 bin Iraklı Kürt’ün Türkiye’ye sığınması olayı ile önceden kurgulanmış “Kürt sorunu” da tıpkı Ermeni meselesinde olduğu gibi siyasete çekilmiştir.
Ancak, Ermeni meselesini dünya siyasetinde izleyecek bir Ermenistan devletinin varlığına karşın, silahlı terörle yaratılan Kürt sorununu uluslararası gündemde takip edecek bir Kürdistan devleti olmadığı için PKK günümüze kadar yaşatılmıştır.
ABD’nin 2003’te Irak’ı işgal edip Barzani’yi stratejik müttefik ilan etmesi, kuzeyde Kürt devletini fiilen kurması ve PKK’nın siyasi misyonunu Barzani’ye devretmesiyle PKK silahlı siyaseti de anlamını yitirmiş görülmektedir.
Bu şekliyle Türkiye sesli olarak dile getirilmeyen yeni bir sürece girmiştir; silahlı terörle yaratılan Kürt sorunu artık uluslararası siyaset gündemine bir siyasi lider tarafından taşınacak ve geliştirecek, fiili bir Kürt devleti bu siyasetin ardında yer alacak ve bu siyasette silahlı teröriste Türkiye’de yer verilmeyecektir.
Son yaşadığımız terör olaylarını bu küresel projeye direnen ve siyasi misyonunu kendi başına tamamlamak isteyen PKK radikal guruplarının eylemi şeklinde değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Silahlı terörle siyaset artık İran ve Suriye’de sürdürülecek ve Türkiye, küresel üçlünün projeleri çerçevesinde Kürt sorununu siyasi zeminde çözmeye zorlanacaktır.
Bu tablo ile Türkiye’nin, üçlü küresel gücün (AB-ABD ve İsrail) iki yüz yıldır kurguladığı tuzakla şekillenen emperyalist projelerin müşterek hedefi olduğu ve Barzani’nin yaratılmasıyla Ortadoğu’da yüzyıllar sürecek bir karışıklığın temelinin atılmış olduğu da açıkça görülmektedir.
KÜRESEL ÜÇLÜ
Küresel üçlüyü Türkiye gibi müşterek hedefte buluşmaya götüren yol, 1071 Malazgirt savaşıyla Bizans ordularını yenip Anadolu’ya yerleşen Türklere Avrupa’nın duyduğu müşterek öfkenin sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
1095 yılında Papa II. Ürben ve Papaz Piyer Lermit tarafından “Cennette toprak” vaadiyle toplanan 600.000 kişilik Haçlı Ordusuna verilen; “Anadolu’dan Türkleri kovmak ve kutsal toprakları Müslümanlardan geri ele geçirmek” görevi, bu yolun eski Bizans’a çıkmayı hedeflediğini ve mücadelenin dinsel amaçlara dayatıldığını açıkça göstermektedir.
Tarihsel süreçte Kutsal topraklar Haçlı zihniyetiyle İsrail tarafından ele geçirilmiş ancak Anadolu’daki Türk varlığını yok etmeye güçleri yetmemiştir. Bu sürecin tamamlanabilmesi için Türk varlığının Anadolu’dan silinmesi gerekmektedir ama bunu günümüz koşullarında nasıl yapacaklardır?
Haçlı ya da Bizans projesinin bir uzantısı olarak Ortadoğu’da bir Yahudi devletinin kurulması fikri de geçmişi yüzyıllara dayanan bir proje olarak dünya siyasetinin gündemini hiç terk etmemiştir.
1917 Balfour deklarasyonu ile İngiltere, Birinci Dünya savaşı sonunda Filistin’de bir Yahudi Devleti’nin kurulacağının ilk işaretini vermiştir. Açıklamayı yapan İngiltere olmasına karşın projeyi uygulamaya koyan Amerika olmuş ve 1948’de İsrail devletinin kurulmasıyla ABD adımını Ortadoğu’ya atmıştır.
İsrail, ABD için önemlidir çünkü bir yanda “Nil’den Fırat’a kutsal toprakları” ele geçirmeyi düşleyen bir İsrail, öte yanda İran ve Irak’ı tarihsel bir öç için hedef seçmiş bir İsrail vardır; çünkü M.Ö 500’lü yıllarda ilk krallıkları olan Yahuda’yı yıkan Babiller yani bugünkü Irak, ardından vuran ise Persler yani İran’dır. Filistin toprakları bu amaçla işgal edilmiş ancak İsrail kurulduğu günden bugüne bir türlü varlığını güvence altına alamamış ve olası savaşların eşiği olmaktan kurtulamamıştır. Emperyalist güçlerin çıkarlarını koruyacak bir İsrail’in yaşaması, büyümesi ve sağlam müttefikler bulması gerekmektedir ama bu nasıl yapılacaktır?
Öte yandan, dünya enerji havzalarını ele geçirmeyi amaçlayan ABD, 1991 Körfez savaşıyla silahlı güçlerini Ortadoğu’ya getirmiş, 2002’de Afganistan’ı, 2003’te Irak’ı işgal etmiştir. Enerji havzalarının kontrol ve denetimi ve enerjinin batıya nakli için bu bölgelerdeki ülkelerin parçalanması ve ABD’nin sözünü dinleyecek küçük ve zayıf yönetimlerin iş başına gelmesi gerekmektedir. Ayrıca, olası nükleer gücü ve desteklediği radikal İslami guruplarıyla İsrail’e tehdit oluşturan bir İran meselesi vardır.
Emperyalist güçler nasıl bir strateji geliştireceklerdir ki, hem İsrail varlığını güçlenerek sürdürecek, hem Haçlı seferleri emeline ulaşacak, hem bölge ülkeleri parçalanacak ve de İran tehdit olmaktan çıkarılacaktır?
İSRAİL STRATEJİSİ
Dünya Siyonist yayın organı Kivunim’de Şubat 1982’de sessiz sedasız bir makale yayınlanmış ancak bu makale Türkiye’de gündeme hiç taşınmamıştır.
Yazarı Yahudi bir Ortadoğu uzmanı olan Oded Yinon’dur. Yahudiliğin fikir babalarından İsrael Shakak, bu makale için yazdığı önsözde Yınon’u açıkça desteklemektedir.
“1980’lerde İsrail İçin Strateji” başlığı taşıyan bu makalede açıklanan strateji ile İsrail’in Körfez’de emperyalist bir güç olabilmesi için Mısır’dan İran’a kadar olan coğrafyadaki ülkelerin etnik köken ve dini mezhep temelinde parçalanması öngörülmektedir.
“Parçala-böl-yönet” anlamına gelen bu strateji çerçevesinde ilk hedef olarak Irak gösterilmekte ve bu ülkenin üçe hatta beşe bölünmesi ve bir Kürt devletinin kurulması önerilmektedir.
Bu stratejiye, 2006 yılında ABD Silahlı Kuvvetler Dergisinde “Kanlı Sınırlar” üst başlığıyla yayınlanan makalesiyle Amerikan E. Albayı Peters destek vermiştir. ABD’li uzman, İsrail’in parçalama stratejisine Büyük Ermenistan ve Büyük Kürdistan’ı ekleyerek Türkiye’yi hedef göstermiştir. Makalede yer alan; “Unutulması güç yanlışlıklar hiçbir zaman sadece toprak ödülü ile telafi edilemez, yıkılan Osmanlı Devleti’nin Ermenilere karşı uyguladığı soykırım gibi. Ağrı Dağı Ermenilere verilmelidir. Balkanlar ve Himalayalar arasında en çok göze çarpan toprak adaletsizliklerinden birisi de bir Kürt devletinin olmamasıdır”, şeklindeki ifadeleriyle ABD’li E. Albay Peters, üçlü küresel gücün 70’li yıllarda silahlı siyasetle uluslararası gündeme taşıdığı sözde “Ermeni-Kürt” sorunlarına çözüm önermektedir.
Bu iki strateji Türkiye’yi parçalamayı hedeflediğinden dolayı, Haçlı ya da Bizans projesinin sahipleri olan AB ülkelerini çok sevindirmiştir. Çünkü Türklerin Anadolu’daki varlığı Büyük Ermenistan ve Kürdistan’la İsrail’e kadar uzanan bir coğrafyada kuşatılacak, Kafkas ve Orta Asya ile bağı kesilerek parçalanıp küçültülecek ve kalan parçada misyonerlik çalışmalarıyla Müslüman Türk halkı Hıristiyan yapılabilecek ve böylece Türk varlığı tarihten silinebilecektir.
Müşterek hedefte anlaşan üçlü küresel güç, Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecini de dikkate alarak görev paylaşımını yapmıştır; AB ülkeleri bu projenin siyasi ayağını teşkil edecek, İsrail bölgesel stratejiyi belirleyecek, ABD ise silahlı güç kullanacaktır.
Çünkü; hedefteki Türkiye’nin etnik köken ve dini mezhep zenginliği vardır ve bu temelde geliştirilecek ayrıştırmalar parçalanmayı kolaylaştıracaktır. Büyük Kürdistan projesinin hayata geçirilmesiyle de Türkiye, İran, Suriye ve Irak gibi dört komşu ülke yüzyıllar sürecek bir kargaşanın içerisine çekilebilecektir.
ABD’NİN STRATEJİK MÜTTEFİKİ BARZANİ
Bu küresel plan adım adım işlemiştir ve 1979-1989 arası İran-Irak savaşı “galibi olmayan bir savaş” olarak kurgulanmış ve her iki ülkenin kaynakları eritilmiştir.
Aşırı borçlanan Saddam’a yol gösterilerek 1990’da Kuveyt’i işgal etmesi için cesaretlendirilmiş, ardından bu işgal gerekçe gösterilip tehdit altında oldukları ileri sürülerek Arap ülkelerinin ABD’ye üs vermesi sağlanmıştır.
Türkiye’deki siyasi zihniyetin desteğiyle 91’den 2003’e kadar Körfez’de varlığını sürdüren ABD’li Çekiç Güç, Barzani’ye olası Kürt devletinin otonom yapısını kazandırmış, güçlü ve silahlı bir PKK ortaya çıkararak Türkiye’de etnik ayrımcılığı körüklemiş, Halepçe katliamı ile de küresel projeyi “Kürt sorunu” adıyla AB’nin siyasetinin ana gündemine çekmiştir. 2003 yılında ABD, müşterek strateji içerisindeki rolüne uygun olarak kitle imha silahlarını gerekçe gösterip Irak’ı işgal etmiş ve “etnik köken ve dini mezhep” temelinde ayrıştırıp parçalamıştır.
Kuzeyde Kürt devletini fiilen kurarak peşmerge Barzani’yi stratejik lider konumuna getirmiş ve ABD müttefiki sıfatıyla dokunulmazlık zırhı altına alınmıştır.
Türkiye tarafından 2007 ve sonrasında yapılan hava ve kara harekatına ilişkin yapılan hükümet açıklamalarında yer alan “sivil halka zarar verilmeyeceğine” yönelik ifadeler ve harekat hedefinin Barzani olmadığı yolunda verilen mesajlar bu dokunulmazlığı açıkça işaret etmektedir.
Harekattan kaçıp Barzani’ye sığınan teröristlere karşı eyleme girişilmemesi de bu düşüncemizi şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde kanıtlamaktadır.
1 Mart tezkeresinin meclisten geçmemesi, buna karşın 20 Mart’ta ikinci bir tezkere geçirilerek İncirlik hava üssü ve Türk hava sahasının ABD’ye açılması, Habur Gümrük Kapısından yapılan sevkıyatlarla Irak işgalinin kolaylaştırılması, ardından Barzani’ye verilen ekonomik destek ve geliştirilen ilişkiler ABD’nin Büyük Orta Doğu projesi içerisinde Türkiye’nin önemli bir rol üstlendiğini gösterir işaretler olup bu göstergeler Başbakan Erdoğan’ın, “BOP’un eşbaşkanlarından biriyiz”, söylemine de büyük anlam kazandırmaktadır.
ULUSAL HAREKAT
Bundan sonraki olasılıklar kendiliğinden ardı ardına sıralanmaktadır; ABD destekli askeri operasyonlarla PKK terör örgütü zaman içerisinde etkisiz hale getirilecek ve Barzani stratejik müttefik olarak küresel projenin bir ajanı olarak desteklenecektir.
Ancak, otuz yıldır varlığını ve eylemlerini sürdüren PKK sözde lider kadrosunun Barzani’ye boğun eğerek derhal silah bırakabileceklerini düşünmek olası değildir. Çünkü PKK bir terör örgütü olmaktan öteye yıllık 500 milyon AVRO’luk mali kaynağı, Avrupa’daki köklü siyasi cephesi, Türkiye’deki eleman ve finans kaynaklarıyla bir silahlı mafya örgütü özelliğini kazanmıştır.
Sözde lider kadronun bu dinamiklerden vazgeçmesi ve örgütün siyasi uzantısı konumundaki DTP ile milis kadroların bir anda saf değiştirmelerini beklemek de olası değildir.
Bu durumda önümüzdeki dönemde başta İmralı’daki örgüt başının yeniden yargılanması olmak üzere tüm sözde lider kadroya af getirilerek siyaset yolunun açılması için içte ve dışta girişimlerin başlatılması hiç de şaşırtıcı olmayan bir gelişme olarak karşılanmalıdır.
Bu süreci hızlandırmak için örgütün yurt içindeki eylemlerini tırmandırması ve sivil halka yönelik provokatif eylemler gerçekleştirme yoluna gitmesi de güçlü olasılıklardan biri olarak karşımıza çıkacağı beklenmelidir.
Amaç; uluslararası siyaset kurumlarının Türkiye’deki bu içsel soruna müdahil olmasını sağlamak olacaktır. 25 MAYIS 2008 günü DTP Van il teşkilatının kongresinde “İstiklal Marşı” yerine “Barzani marşının” çalınması, “Kürdistan” sloganlarının atılması, “BARZANİ-ÖCALAN” çizgisinde bir arayışın en açık örneğidir.
Her iki olasılıkta da teröristlerin eylemlerini sürdürebilmesi ve Irak coğrafyasının sağladığı avantajlardan yararlanabilmesi için, geçmişte yaşanan olayların kazandırdığı tecrübelerin ışığında Irak kuzeyindeki Hakurk, Basyan, Avaşin ve Zap kamplarını asla terk etmeyeceği açıkça görülecektir.
Bu siyaseti uygulayan ve destekleyenlerin; Barzani’yi tanımak ile Kürt devletini tanımak arasında bir farkın olmayacağını ve bu siyaseti sürdürmenin, “Türkiye’yi parçalama ve Anadolu’daki Türk varlığını yok etme” amacını taşıyan projelere destek vermek ve onun bir parçası olmak anlamına geleceğini düşünmediklerini varsaymak artık olası değildir.
Türkiye’de siyaset mekanizması artık işlememekte ve siyasi zihniyet ayakta durabilmek için ulusal özelliğinden uzaklaşarak küresel güçlere sırtını dayamaya çalışmaktadır.
Bugüne kadar uygulanan politikalarla ulusal çıkarlar hep göz ardı edilmiş, üstelik sahip olunan dinamikler ya etkisiz hale getirilmiş ya da başka güçlerin hizmetine verilmiştir. Siyasi zihniyette ulusal irade artık gözlenmemektedir.
Ortadoğu’daki gelişmeleri avantaja dönüştürmek için Türkiye’nin oynayabileceği siyasi bir koz kalmadığı gibi bölge üzerinde Türkiye’nin etkinliği de kalmamış olup üstelik varlığı ve bekası yakın tehdit altına girmiştir.
1915’te Çanakkale’de geçit bulamayan emperyalist güçlerin bu ikinci sinsi tuzağını bozabilmek için 1920’de olduğu gibi siyasi ve askeri dinamikleri tek elde toplamış bir “Ulusal Harekat”ın tez elden başlatılması gerektiğini söylemek artık bastırılamayan bir korkunun işareti anlamına gelmeyecektir.
7 Ağustos 2010 / Erdal SARIZEYBEK