Rüyada Görsem İnanmam!
İnanma!
Daha önce sömürgecilerin parçalayıp, çocukların diliyle dersek, « ham yaptıkları » ülkelerde hangi taktikler uygulanmışsa bizde de aynısı uygulanıyormuş. Bunu yıllardır milliyetçi yazarlarımız, milletine, Cumhuriyetine bağlı aydınlarımız bas bas bağırarak söylüyorlar.
Büyük bir küresel proje, yüz yıllık proje uygulanıyor, bu proje Turgut Özal’la güçlendi, AKP ile taçlandı, diyorlar…
Bu taktik şöyleymiş: Son dönemdeki bölünen ülkelerde görüldüğü gibi, hep önce böyle uyduruk suçlamalarla aydınlar, yazarlar içeri alınıyormuş. Ordu gözden düşürülüp dağıtılıyormuş ve ülke hazır lokma haline gelince de, İstiklâl marşı şairimiz Mehmet Akif’in tarif ettiği o,« Tek dişi kalmış canavarlara » karşı koyacak, ülkede tek bir güç kalmıyormuş…Eti senin kemiği benim misali…
Dönün, yaşananlara bakın :
Önce bir adım. Baktılar ki ortalık süt liman. Bir iki vızıltıdan başka ses yok. Hemen ikinci adım…Sonra üçüncüsü…Dördüncüsü…
Bunun ilk ve en büyük adımını Temmuz 2008’de iki generalimizin yani iki emekli ordu komutanımızın bir sabah erkenden evlerinin aranıp, sonra onların apar topar götürülmelerinde gördük…
Hani derler ya, olamaz, bu kadarını rüyada görsem inanmam…İşte öyle dediklerimiz bir bir gerçekleşiyor şimdi…
Devletin dikişleri söküldü…Komutanlarımızın ardından öyle baktık…Adları, şanları yerle bir edilip terörle mücadele eden kahramanlar, Türk Ordusu’nun üst komutasına yükselmiş, şerefli Türk subayları teröristlerin maskarası edilince, onlarla aynı kefeye bilerek kasden oturtulunca, teröristler üstüne üstlük bir de gizli tanık yapılınca, bu sökük bir daha dikiş tutmadı…Hele komutanlarımızın o teröristler için inşa edilen, devletine isyan eden eli kanlı çeteciler için düşünülen F tipi mahpushaneye konulmaları ve Eruygur Paşamızın orada felç geçirmesi vicdanı olanı öldürürdü…
Meğer bunlar daha bir şey değilmiş. Ardından 2008 yılında özel yapılmış bir hapishaneden haberimiz oldu. Özel bir mahkeme, teröristten gizli tanık ve hapishanede yapılan bir mahkeme salonu gördük…Sadece Türkün diriliş destanı Ergenekon adı verilen bir düzmece davanın görüldüğü ve bu iktidarın karşıtlarının toplandığı bir toplama kampı…
Kulaktan duyma bilenler bunun farkındadır. Avrupa’da yaşayanlar bunu zaten bilir. Oralarda bir dava açılacaksa önce savcılık delilleri toplar, hazır eder. Dava açılır, bir bilemediniz iki üç oturumda bu iş biter...Suçu olan ceza alır, suçu ispat edilemeyen, haksızlığa uğrayan ise hemen normal yaşamına döner. Kimse incinmez, devletine güvenini kaybetmez, devletin gölgesi tüm yurttaşlarını korur, kucaklar...
Cinayet aletiyle yakalanan bir eli kanlı cani olmadıkça da kimse yargılanmadan tutuklanmaz...Hele gazeteciler...
Ama bu Avrupa aynı zamanda ikiyüzlüdür.
Kendi yurttaşlarına , kendi ülkelerinde yaşayanlara devlet gibi davranırlar ama sıra dışarıya gelince bunların sömürgecilik ruhu hortlar. Çıkarına göre tepki verir veya vermez…
Almanlar, Deniz Fener’inde olayı üç oturumda çözdüler. Karar verileceği gün, şimdi öğleden sonraki oturumda soygunun Türkiye ayağı çözülecek, konuşulacak diyerek sabah oturuma ara verdilerdi. Ama ne olduysa oldu, hangi pazarlıklar yapıldıysa yapıldı dedi bu işi takip edenler, öğleden sonra konu kapatılmıştı…
Sonra bizdeki bölücü ve iftaracıları nasıl kollayıp korurdu bunlar hatırlayınız…
Orhan Pamuk için Avrupa birliği komiserleri bir Avrupa ordusuyla mahkeme kapısındalardı. Türkiye’ye suç yüklediği, küfür ettiği için bu kişi baştacı yapılmıştı.
Mustafa Balbay gazeteci değil mi? Diğer gazetecilerimiz ne peki? İsimlerin saymaya kalksak say say bitmeyecek onlarca gazetecimiz?
En çok şaşırdığım, sade bir vatandaş olarak duyduğum da aklımı oynatacak kadar şaşırdığım olay, bunların, eskinin irticayı cezalandıran 163. maddesine atfen 163 sayısını oluşturarak birdenbire avukatların, sanıkların, izleyenlerin hiç ummadıkları bir anda 163 subayımızı tutuklama, yakalama kararı çıkartmalarıdır. En acısıda, dünyada görülmedik bir şekilde, sanki düşmanla işbirliği yapmış, vatanını satmış, gizli anlaşmalar imzalamış, vatana ihanet etmişlermiş gibi bu yüksek ruhlu Türk askerlerinin, kendi ülkelerindeki bir mahkeme salonunda ama hapishanede tertiplenen bir mahkeme salonunda etraflarının çevrilip, salondan çıkışlarına izin verilmemesi, sanki tutsak alınmalardır.
İnanamadığımız olay budur: Mahkemeye evlerinden gelen bu subaylarımıza, İstanbul Beşiktaş’tan tutuklama emrinin imzalanması beklenecek denip genç - yaşlı, emekli - muazzaf yüzün üstünde yüksek komutanımızı sabah saat beşe kadar bekletmeleri ve yine emekli, muazzaf demeden, Kara Kuvvetleri, Deniz Kuvvetleri demeden bu yüksek komuta kademesindeki ordu mensuplarını savunmaya izin vermeden tutuklayabilmeleridir…
Suçlandıkları konu da sekiz yıl önce düşünüldüğü varsayılan bir askerî darbe fikridir. Varsa bile, darbenin belgesi olmaz, darbe yapılır deniyor, çuval çuval kağıtlara yazılmaz, askerin kasasında saklanmaz deniyor…Varsayalım böyle bir fikir akıllardan geçmişti, yüzlerce komutan oturup koskoca salonlarda, kamuya ilân ettikleri böyle toplantılarda bağıra çağıra bunu tartışmıştı, kayıtlarını yapıp saklamışlardı, olur ya bunlara inanan bir saf çıkar diye deniyor bunlar, hadi saf olalım, yine de olay bir fikir aşamasında değil midir?
Bunu bilmek için hukuk okumak şart mıdır?
Bir devlet etrafı yılan çıyanlarla kaynayan bir devlet, ordusunu bu hale getirebilr mi? Ordusunun yüzde onunu, komuta kademesinin yüzde otuzunu tasviye eder mi?
Ordusunun mümtaz şahsiyetleriyle, ordusunun efsane komutanlarıyla, devlete silah çeken, çoluk çocuğun, kadının erkeğin, devletini koruyan askerin polisin canına kıyan teröristleri bir tutar mı?
Sonra dünyanın hangi ülkesinde görülmüştür bir dava yüzlerce oturumla sürer? Bitmez anam bitmez…Binlerce sayfalık iddianameler okunur babam okunur…İstiklâl harbi zamanına dönülmüş, İstiklâl Mahkemesinde düşmanla işbirliği yapanlar yargılanıyor sanırsınız, işin iç yüzünü bilmeseniz… Oturum sayısı iki yüze gelir dayanır ve hiç karar çıkmaz. Tutuklu yargılananların ellerinden insan hakları alınır. Açığa alınan komutanlarımız aldıkları maaşın yüzde bilmem kaçı kestirilerek bu yönden de mağdur edilirler. Yine bir Albayımız orada hastalanır, elime kelepçe geçirtmem, Türk askerine kimse kelepçe takamaz diyerek tedaviye gitmez…
Bu arada boş durmazlar. Harıl harıl yeni binalar eklenir buraya ve yıllardır mağdur edilen, suçlarının ne olduğunu soran tutuklu gazeteci yazarlarımız bu defa da gece yarısı operasyonuyla hücrelere atılmaya kalkışılır!
Nemli, rutubetli, tam bitmemiş, suyu akmayan sefilhanelere…Hüküm giymiş canilerin bile konmadıkları tek kişilik hücrelere…
Değerlerimize, kahramanlarımıza bunlar reva görülürken öte yanda caniler el üstünde tutulmakta, devlete muhatap kabul edilip görüşmelerden bile çekinilmemektedir…
Bir yanda terörist başına yeni konforlu bina ve yanına arkadaş gönderilir. Avukatları muntazam her hafta emirlerini almak için ziyaretine gelirler. Diğer yanda ise bu teröristbaşıyla savaşan, onu tutuklayıp kelepçesini takanlar hapse atılırlar…Hapishaneye değil, bu çileyi çekenlerin deyimiyle zulümhaneye…
Dün bir olay duyuldu. Tüylerimiz ürperdi. Gözümüz devleti aradı. Devletin otoritesini. Vicdanlar devletin polisine sahip çıkmasını bekledi.
Bir PKK yandaşının tutuklanmasına Yüksekova’da karşı koymuşlar. Bazı kişiler, bu şahısları tutuklamaya giden polisleri açıkça linç ediyorlar… Üçü kaçıp canını kurtarıyor polisimizin, bir polisimiz öldü diye bırakılıyor.
Ülkemizin çivisi çıkmış! Bir iki yeri daha oynasa, un ufak…toplayana aşkolsun…
Şimdi diyeceksiniz muhalefet bunu toplar. Hangi muhalefet?
Bakın bu gün CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun gazetelerdeki sözlerine. İngiltere’ye gitmiş, Londra’da konuşmuş. Şunları demiş:
“AKP, kendi polis devletini kuruyor. Hiçbir muhalifin yarın başına ne geleceğinden emin olmadığı bir korku toplumuna doğru ilerliyoruz. Birçok gazeteci hapiste. Bağımsız kalmaya çalışan medya gruplarına milyarlarca dolarlık temelsiz vergi cezaları kesiliyor.”
Şimdi biz şunu demez miyiz?
Günaydın, sabah şerifleriniz hayrolsun !..
Siz şikayet yeri misiniz? Bu dediklerini herkes diyor. Sizin farkınız ne?
Sonra şikayete devam ediyor muhalefet liderimiz ve tıpkısı tıpkısına AKP liderinin o meşhur Türk, Kürt, Rum, Lâz…sıralamasını yapıyor.
Milletimizin adını etnik bir grubun adıymış gibi etnik kimliklerle bir sayıyor! İşte dedikleri:
“Latince Cumhuriyet nasıl deniyor? Les publica; kamuya ait olan. Cumhuriyet tüm vatandaşların ortak mülküdür. Türk olsun, Kürt olsun Laz olsun, Ermeni olsun, ne olurlarsa olsun Türkiye Cumhuriyeti’nin eşit oranda sahipleridir. »
Anladınız mı şimdi ? Bizim en büyük talihsizliğimiz ne ?
Hani bir reklâm vardı eskiden. Şöyle derlerdi :
Aslında farkımız yok birbirimizden. Ama biz Osmanlı bankasıyız !
Yok mudur, koskoca partide bu gidişe dur diyecek? Her gün bir ihanete imza atılmasını önleyecek?
Yok mudur, askerine, yazarına, çizerine, bilim insanına, değerlerine, ülkenin bölünmez bütünlüğüne kalkan olacak siyasetçiler?
Yok mudur, çenesi düşük kocakarılar gibi dır dır söylenmek yerine milletine, devletine, Cumhuriyetine sahip çıkacak bir muhalefet?..
Feza Tiryaki, 4 Mart 2011