SAĞLIK VARLIKTAN YEĞDİR
“Mayıs ayı geldi, bir gidemedi…”
Buraları yıktı döktü, geçti… Haziran girdi sonunda, bakalım haziranda neler olacak?
“Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli.” Bugün banaysa, yarın sana.” “Her düşüş bir öğreniş, her ziyan bir öğüttür”der atalarımız…
Köyde mayısta sanki bir yaprak dökümü oldu…
Bir geldik köye, uzun bir aradan sonra, daha haftası dolmadan bir canımız ölüverdi. Köyün kadın anası, bilge anası, destanını yazdığım Hatice Ana’nın eşi göçüverdi bu dünyadan.
Beklenen (?) bir ölümmüş, bir yılı aşkın yatıyormuş hasta baba. Kızı bakarmış.
Diğer yitirdiğimiz can, köye girerken tekerlekli aracıyla gördüğümüz, ne güzel, bu salgın dedikleri korkutucu yalan dönemi atlatmış diye sevindiğimiz genç delikanlıydı. Hem beklenen, hem beklenmeyen, aniden gelen, kas hastası genç adamı alıp götüren bir ölüm. Evde fenalaşma, ağzından kan gelme, hastaneye gidiş, tedavi, geri dönüş, yine hastalanma, bu kez yoğun bakımdan çıkamama…
Üçüncü kayıp, bu gencin ölümüne, cenaze günü, yanında yetişkin kızıyla başsağlığına gelen, köyün öte yanında, karşı eteklerinde yaşayan sağlıklı bir anne. Köyün yerlisi, buralı, kendi halinde yaşayan bir Yörük kadını… Avluda otururken görüyoruz onları. Kim diye de soruyoruz. Evine dönüyor, o gece ölüyor… İki bekâr oğluyla köyün Alan denilen kırsalında yaşarmış.
Köydeki ölümler, köye gömülenler bu kadar ama her gün yakın çevreden en az iki kişinin selâsı veriliyor, ölüm haberi uzak çevresine de duyuruluyor. En son ilçe merkezi Demre’de çalışan birinin selâsı böyle verildi köyde: ”Demre’de görev yapmış Ziraat Yüksek Mühendisi vefat etmiştir. Cenazesi Marmaris…”
Yine diğer ilçelerden: “Kaş esnafından “falanın” kayınpederi…”Ölen yaşlının kendi adı sanı yok, damadıyla tanıtılıyor. “Kaşın şu köyünden falanın oğlu.” “Finike’den… Finike’deki evinden…” Kadınlar hiç tek başlarına kendi adlarıyla söylenmiyor, kızının evinden bile denmiyor. “Cenaze damadının evinden kaldırılacaktır…”
Kadınların ölümlerinde bile baskılanması, ölümlerinin duyurusunda bile birey sayılmamaları ayrı konu, konuyu saptırmayayım, küçük yerleşimlerdeki ölüm törenlerinden, geleneklerden söz etmek istiyordum. Bir de gözümüzün önünde yaşanan acılı yaşamlardan.
Okan, tekerlekli iskemleyle dolaşan kas hastası bir gencimizdi. Öyle kendini yetiştirmiş, öyle zeki bir delikanlıydı ki, onu nasıl anlatmalı?
Bazı hastalıklar genetik oluyor, soya çekim, o hastalığa yakalananın elinde hiçbir şey yok. Okan’ın bir ağabeyi daha aynı kas hastalığından 17 yaşındayken ölmüş. Okan 29 yaşındaydı. Doktorları hiç utanmadan çok bile yaşadı demişler. Kendi çabası, annesinin ilgisi, yardımıyla bu günlere gelmiş. Annesi anlatıyor:
“Yavrum salgın döneminde pek endişelenmişti. Kendini korudu. Yakınından hasta olduğundan şüphelendiği biri geçse, kendini, aracını ilaçlatırdı. Çok bilinçliydi, hiçbir şeye boş vermezdi. Onu oyalayan tek şey sandalyesiyle gezinmek, topluma karışamasa da evden dışarı çıkabilmek, köy içinde, deniz kıyısında dolaşmaktı.
Ona sorarlardı, bir istediğin var mı, ne yapalım diye. Bize şunu söylerdi: “ Benim hiçbir şeye ihtiyacım yok. Her şeyim var. Hatırımı saysınlar yeter.”
Hatırını saymak, toplumda yer edinmek, kendini saydırmak… İnsan olmak, birey olmak.
İnsanların hırslarına yenildiği, birbirini çekemediği, elindekiyle yetinmeyip daha çok daha çok istediği bir dönemdeyiz. Yoksulluk ayrı, varlıklı olan varlığa doymuyor… Bal tutan parmağını yalıyor. “Önce vatan” diyenler eski tarih öykülerinde kaldı… Paranın, gücün hükmünün geçtiği günler bu günler…
Okan’a hatırının sayılması yetiyormuş. Düşünün, genç bir adam, okumayı seviyor, düzgün konuşuyor, yurdu çevresi üzerine kafa yoruyor, sorunlarımızı düşünüyor, çözmeye çalışıyor… En acısı da uzun yaşayamayacağını biliyor. Önceleri herkes gibiymiş, günü gelmiş kasları tutulmuş, yürüyememiş, tekerlekli sandalye sonra akülüsü…
Son bir yıldır konuşması da pek anlaşılmıyormuş, kaslarının çalışması daha da yavaşlamış, onunla konuşanlar öyle diyorlar. Tek annesi anlarmış dilinden…
Cenazesi çok kalabalıktı. Ertesi gün evine gittiğimizde köy analarıyla birlikte, annesiyle konuşma fırsatım oldu. Tek katlı küçük evin ön odası doluydu. Dışarıda da erkekler, kapıdan yola kadar çekilmiş kara örtünün altında, getirilen naylon sandalyelerde masalarda oturuyorlardı. Yanda kadınlar hamur yoğuruyor, çörekler hazırlıyor, içerdeki kadınlar da alçak sesle konuşuyor, bir kısmı tesbih çekiyordu. Birazdan Hoca gelecek dua edilecekmiş, çörekler yenecekmiş…
Kalabalık odaya girmek istemedim, yandaki boş odaya girdik birkaç hanım. Karşılıklı sedirler konmuş. Karşıda duvarda Atatürk’ün siyah beyaz, çerçeveli bir resmi asılı. Annesi burası odasıydı diyor. “Atatürk’ü çok severdi…”
Sonra yere bir örtü yayıyor. Beşiktaş simgeli bir beyaz örtü. Okan sıkı Beşiktaşlıymış. Örtüye, 99’luk tesbih çekenler, tesbihte bir dönüşü bitirince yanlarındaki fincan tabağından örtünün üstüne cilalı bir hurma çekirdeği atıyorlar. Böyle böyle çanaktaki çekirdekler bitene kadar doksan dokuz kez Sübhanallah, bir kez de Muhammedün Resulullah” diyeceklermiş. (Allah büyüktür, yücedir, Muhammet elçisidir.)
Her atılan çekirdekle binlerce kez denmiş olacakmış bu söz. Böyle bir töreyi ilk kez izliyorum şaşkınlıkla…
Bir gün önce cenaze kaldırıldı. Evlerinin önünde cenaze namazı kılındı. İkinci günü böyle. Çörekli, yemeli içmeli dua. Dokuzuncu gün de yemekli mevlit veriliyor. Köyden gitmeyen kalmıyor… Bu işin de çözümü bulunmuş. Yemek şirketleri arabalarıyla, kap kaçaklarıyla hemen istenilen yerdeler.
Bizde Karadeniz’de ölü evinde yemek pişmez. Komşular taşır… Taziye çadırı da olmazdı. Şimdi nasıldır bilmiyorum. Mevlitlerde tek mevlit şekeri verilirdi, o kadar.
En kötüsü tabutlara yazdıkları belediye adları, belediyenin reklamını acılı ailelere dayatmaları. Halkın da bunu kanıksaması, ses çıkarmaması…
Köyde bu arada düğünler dernekler de kuruluyor, yaşam devam ediyor. Birinci kaybın arkasından, Mayıs başında, cenaze töreninden iki gün sonra köy meydanında ses yükseltici açılarak tüm köye dinletilerek bir de düğün yapıldı. Herkesin birbirini tanıdığı, bildiği bir yerde bir eve ateş düşüyor, diğer ev eğlenebiliyor… “Ateş düştüğü yeri yakar” boşuna mı denmiş?
“Tatlı söz dinletir, acı söz esnetir.” “Doğru söz acıdır!”
“Hastalık, sağlık bizim için” diyerek bu yazıyı bitirelim. Sonra da üstünde düşünelim…
“Herkes kendi ölüsü için ağlar”mış…
“Her başın bir derdi var…”
“Terazi tartıyla, her şey vaktiyle…”
“Sağlık varlıktan yeğdir…” Gel de bunu açgözlülere, vatanını sevmeyenlere, çıkarcılara anlat…
Feza Tiryaki, 3 Haziran 2022