Seçimler ve Meclis
Bugün söylediğini yarın inkar etmeyi yöntem olarak kullanan çıkarcı siyaset, doğru bildiği yolda yürüyecek ve Türkiye’yi altından kalkması güç bir karmaşaya sürükleyecektir. Terörle savaşım geçicidir. Barış Süreci başka ad ve biçimlerle sürdürülecektir. ABD uyduluğundan çıkılmayacak, gerektiğinde sınır ötesi serüvenlere başvurulacaktır. Amerikalıların, 1950'lerde söylediği; “Türkiye’de iktidar da muhalefette bizden olacak”saptaması, daha tehlikeli koşullar altında sürecektir. Rusya Ortadoğu’ya inmiş, gerilim artmıştır. NATO, Türkiye’yi savunmaktan sözetmektedir. Cumhurbaşkanı, “Türkiye’nin hava sahası NATO’nun hava sahasıdır”diyor.
Seçimler
Orta oyununa dönüştürülen koalisyon görüşmeleri, beklendiği gibi sonuçsuz kaldı ve Türkiye 116 gün sonra yeniden seçime gitti. Yönetim gücünü yitirmek istemeyen siyasi-dini yapılanma, yeni bir şans için, kurgulanmış bir erken seçime gitti ve istediği sonucu elde etti. Seçim sonuçlarının gerçeği yansıtıp yansıtmaması önemini yitiriyor ve Türkiye 12 yıldır içine düştüğü karşı devrim süreci içinde karmaşık bir geleceğe doğru gidiyor. Seçim oyunlarıyla bilisiz ve örgütsüz kılınan halk, kolayca aldatılabiliyor ve sürekli duruma getirilen ulusal çözülme, siyasi ve akçalı çıkarın aracı olarak kullanılanılabiliyor.
Olumsuza doğru köklü dönüşümleri kalıcılaştıracak olan bu seçim; halkın sahipsizliğinin, siyasi açmazın, yetersizliklerin ve türel çöküşün göstergesidir. Yoksul ve yoksun duruma düşürülen halkın, umarsız bir arayış içinde, çıkarlarıyla çelişen bir yönelmeyi çıkış yolu olarak görmesidir. Konu yurt savunması olduğunda, derişim gücü buna odaklanan Türk halkı, en duyarlı yerinden yakalandı. Terörle savaşım iç siyaset malzemesi yapıldı, ABD karşıtlığını çağrıştıran göstermelik sözler söylendi ve TSK’nın başarısı oya dönüştürülen bir girişim olarak kullanıldı.
Bugün söylediğini yarın inkar etmeyi yöntem olarak kullanan çıkarcı siyaset, doğru bildiği yolda yürüyecek ve Türkiye’yi altından kalkması güç bir karmaşaya sürükleyecektir. Terörle savaşım geçicidir. Barış Süreci başka ad ve biçimlerle sürdürülecektir. ABD uyduluğundan çıkılmayacak, gerektiğinde sınır ötesi serüvenlere başvurulacaktır. Amerikalıların, 1950’lerde söylediği; “Türkiye’de iktidar da muhalefette bizden olacak”saptaması, daha tehlikeli koşullar altında sürecektir. Rusya Ortadoğu’ya inmiş, gerilim artmıştır. NATO, “Türkiye’yi savunmaktan”söz etmektedir. Cumhurbaşkanı, “Türkiye’nin hava sahası NATO’nun hava sahasıdır”diyor.
Çok Particilik ve Çözülmeye giden Yol
Türkiye, çok partiye dayalı Batı kaynaklı parlamentarizmle 1946 yılında tanıştı. ABD, çok partili parlamentoculuğu, Birleşmiş Milletler’e katılmanın koşulu yapmış; Rusya, Çin ve sosyalist ülkeler bu koşula bakılmaksızın üye yapılırken, Türkiye’ye ayrımlı davranılmıştı.
Dayatılan biçiminin, Türkiye’nin yönetim yapısına ve toplumsal koşullarına uyumsuz olduğunu biliyorlardı. Sovyetler Birliği’ne karşı yürüttükleri kuşatma politikasında, Türkiye’ye gereksinimleri vardı ve bu nedenle Türkiye’yi denetim altına almaları gerekiyordu. Bunun en kolay yolu, yönetim yapısını bozmak ve devleti güçsüzleştirmekti.
Nitekim öyle oldu. Türk siyaseti, günümüze dek geçen 70 yıl Washington’a bağımlı kaldı, ülkesine ve halkına yabancılaştı. ABD, Türkiye’yi dolaylı olarak yönetti. Bu durum, Kurtuluş Savaşı’ndareddedilen mandanın güncelleşmiş yeni biçimiydi.
İşbirlikçiler Meclisi
Parlamento, Cumhuriyet devrimlerinden ödün vermeyi ilke edinen, Batıcı ve tutucu bir anlayışın yönetimi altına girdi. Batıya bağlanma değişmez devlet politikası durumuna getirildi ve bu politika siyasi partilerin ortak ilkesi oldu.
Çok partililik ve demokrasi adına yaygınlaştırılan uygulamalar, güçlüklerle kurulup geliştirilen yönetim dizgesine (sistemine) büyük zarar verdi. 1924 ve 1930’da, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka’yla ortaya çıkan karşı devrim girişimi, Atatürk’ün kararlı tavrıyla önlendi. Ancak, karşı devrim, 1946’da Demokrat Parti’yleiçinde özgürce hareket edebileceği geniş bir alan buldu.
Türkiye’de Partiler
Türkiye’de partiler, halkın ve ülkenin sorularını çözmek için temsilcilerini gönderdiği demokratik kurumlar olamadı. Olması da olanaklı değildi. Toplumsal yapıya uyumsuzdular. Denetim altında tutulan, sınıfsal temelden yoksun, devşirme kurumlardı. Ulusal çıkarları savunmadılar. Ayrımlı sözlerle birbirleriyle yarışıyor göründüler ancak yönetime geldiklerinde dışarda belirlenen politikaları uyguladılar.
Türkiye’nin sorunlarını çözmek bir yana yeni sorunlar yarattılar. Çıkar sağlamanın araçları haline geldiler. Yurtseverleri ve halk önderlerini içlerine almadılar, onların meclise girmesini önlediler. Kişi egemenliğini kabullendiler. ABD’nin onay verdiği işbirlikçileri genel başkan yaptılar. Meclis’e girecekleri bunlar belirledi. Halkı, belirlenen kişilere oy vermekten başka birşey yapamaz duruma düşürdüler.
Türkiye'de Çok Particilik
Demokrat Parti, savaş sonrasında ABD öncülüğünde kurulmakta olan Yeni Dünya Düzeni’nin bilinen koşulları içinde ortaya çıktı/çıkarıldı. Cumhuriyet Halk Partisi’yle aynı toplumsal yapıya dayanmak zorundaydı.
Türkiye, Atatürk’ün 1923’te yaptığı sınıfsal saptamaları büyük oranda koruyor ve köylülüğe dayanıyordu. Ayrımlı siyasi partileri gerekli kılacak sınıflar henüz oluşmamış, uluslaşma süreci henüz tamamlanmamıştı. Adları ve söylemleri ne olursa olsun, kurulacak partiler, eğer ülke yararına iş yapmak istiyorlarsa, nesnel koşullar gereği aynı izlenceleri (programları) uygulamak ve aynı siyasi çizgiyi izlemek zorundaydılar. Bu ise, tek partililiği gerekli kılan bir siyasi düzen demekti. Cumhuriyet’in ilk on beş yılında sağlanan sıradışı gelişme, böyle bir siyasi düzen içinde elde edilmişti.
Atatürk dönemi Cumhuriyet Halk Partisi’nde, çoğulculuğu temel alan bir anlayışa bağlı kalınarak, “tek partiyle çok partililiği amaçlayan bir politika yürütülmüştü”.
Tek Partililik
Ünlü Fransız sosyal bilimci Maurice Duverger, 1923’te Türkiye’de kurulmuş olan Cumhuriyet Halk Partisi’nidemokrat bir parti olarak değerlendirir. Bu partinin, “dini siyasetten ayıran (anti-klerikal) akılcı tutumu”,“19.yüzyıl liberalizmine yaklaşaneğilimleri” ve “1848 Avrupa milliyetçiliğinebenzeyen görüşleriyle”; 20.yüzyıl otoriter rejimlerinden çok “Fransız Devrimi’ne ve 19.yüzyıl terminolojisine” yaklaştığını ileri sürer.
Duverger’e göre, “tek partiye dayanan faşist rejimlerde her gün rastlanan otorite savunuculuğunun yerini, Kemalist Türkiye’de demokrasi savunuculuğu” almıştır. CHP ile ilgili olarak şunları söyler: “Bazı tek partiler, gerek felsefeleri ve gerekse yapıları bakımından gerçek anlamda totaliter değildir. Bunun en iyi örneğini, 1923’ten 1946’ya kadar Türkiye’de tek parti olarak faaliyet göstermiş bulunan Cumhuriyet Halk Partisi sağlamaktadır. Bu partinin başta gelen özelliği, demokratik ideolojisidir...”
Sandık Demokrasisi
Seçimler ve meclislerle halkın kendisini yönetecek kişileri belirlemesine, bugün demokrasi deniyor. Oy ve sandık kutsanıyor ve yönetimin bu biçimde oluşturulması çağdaşlık sayılıyor. Doğru gibi görünen ancak biraz düşünüp yaşananlara bakınca, bunda bir çarpıklık olduğu görülüyor. Türkiye’de; Meclis’in oluşumu, seçim yasaları, barajlar, dağıtılan paketler, din ticareti, para ve medya kullanımına bakınca; oluşturulan siyasi düzenin, seçilecekleri değil seçilemeyecekleri belirleyen bir kurmaca olduğu ortaya çıkıyor.
Ünlü İngiliz yazar H.G.Wells, yönetimlerin halkın oyuyla belirlenmesi konusunda şöyle söyler: “Bir topluma seçme hakkından önce eğitim verilmelidir. Seçmen oy vermeden önce bilgi sahibi olmalıdır. Oy kulübelerinden önce okullar kurulmalıdır. Yeteri kadar eğitim görmeyenin elinde oy pusulası, yalnız yararsız değil aynı zamanda tehlikelidir de.”
Türklerin Meclisi
1920 Meclisi, ulusal bağımsızlıktan ödün vermeyen, tutsaklığın her türüne karşı çıkanMüdafaa-i Hukuk anlayışının doğal sonucuydu. Ulusun yazgısına yön vererek toplumun her kesimini etkiliyor, güç aldığı halkı, tam anlamıyla temsil ediyordu. Bağımsızlık savaşı yürütürken devlet kurmaya girişilmişti ve meşruiyetini ulusal varlığın korunmasından alıyordu. Dünya siyasi tarihinde örneği olmayan, gerçekten demokratik, savaşkan bir yönetim organı, benzersiz bir temsil kurumuydu.
Yetkisini ve yaptırım gücünü, kabul ettiği anayasadan değil, ulusun istencini yansıtan, yazılı olmayan ve kökleri eskiye giden özgürlük tutkusundan alıyordu. Türk toplumunun ulusal çekince karşısında kendiliğinden devreye giren birlik ve dayanışma anlayışı, gereksinim duyduğu direnme örgütünü yaratmıştı. Özdeksel (maddi) varsıllığa ya da teknolojik gelişmeye değil, inanca ve kararlılığa dayanıyordu.
Özveri Girişimi
Meclis’e katılarak girişilecek eylem, kişisel çıkar sağlanacak bir uğraş değil, ölümü ve yargılanmayı göze alan ve yalnızca ulusal varlığını korumayı amaçlayan bir özveri girişimiydi. Batı parlamentoları gibi ayrıcalıklı sınıfların çıkarlarını değil, doğrudan halkın ve ulusun haklarını savunuyordu.
Bu meclis, geldikleri yörede sayılıp sevilen ve varlıklarını toplumun geleceğine adamış önder konumdaki kişilerin, yurt savunması için oluşturduğu bir halk meclisiydi. Batı parlamentolarına değil, Göktürk toylarına benziyordu. Türklere özgüydü.
Günümüzdeki Meclis
TBMM bugün, Kurtuluş Savaşı’nı ve devrimleri yapan meclisten çok başka bir yerdedir. Serbest seçimlerle belirlendiği ve çok partiden oluştuğu söylenen meclisin, halkı ve milli iradeyi temsil ettiği ileri sürülmektedir. Bu doğru değildir. Türkiye’de geçerli olan siyasi dizge, söylendiği gibi çok partili bir düzen değil, gerçekte bir tür tek parti düzenidir.
İçişleri Bakanlığı’na dilekçe veren herkes parti kurabilir ve Türkiye’de kurulmuş çok sayıda parti vardır. Parti kurma özgürlüğü vardır ancak bu özgürlüğü, siyasetin paraya bağlandığı günümüz ortamında, yalnızca akçalı gücü olanlar kullanabilir.
Her partinin adı, genel merkezi, genel başkanı başkadır. Ancak, bunlardan baraj geçip Meclis’e girenlerin tümü, hükümet kurduklarında dış istekleri yerine getirmekte ve IMF, Dünya Bankası ya da AB programlarından oluşan tek bir politikayı uygulamaktadırlar. Bunu yapmadıklarında hükümette kalamazlar. İç-dış ilişkiler ağının açık ya da dolaylı desteğiyle bulunduğu yere gelen parti başkanı, tek belirleyicidir.
Partinin milletvekili adaylarını o belirler. Bunu yaparken, kendisini bulunduğu yere getiren güçlerin önceliklerine uygun bir kadroyu seçer. Böylece yasama gücünü temsil eden milletvekillerini gerçekte halk değil, parti başkanları, bağlı olarak iç-dış sermaye kümeleri belirlemiş olur. Bu nedenle, meclis, halkı ve milli iradeyi değil, partileri ve başkanlarını temsil eder.
Çıkış Yolu
Türkiye’de yaşanmakta olan ve giderek ağırlaşan yönetim bunalımı, var olan partiler ve yöneticileriyle aşılamaz. Türk halkı, her çeşit partiyi denemiş ve her dört ya da beş yılda bir, önüne koyulan sandığa oy atarak bunları sırayla yönetime getirmiştir. Son yirmi yıl içinde; ANAP, SHP, DYP, CHP, RP, MHP, DSP ve AKP; hükümetlerde yer almış ve tümü Batıya bağımlı politikalar uygulayarak, halkın sorunlarını gidermek yerine daha da ağırlaştırmıştır. Bu partilere, bir süredir HADEP’de katılmıştır.
Türk halkı, gelecekte daha kötü günler yaşamamak için, kendi gücüne dayanarak örgütlenmeli, bir çıkış yolu bulmalıdır. Var olan partilerle sorunların çözülemeyeceği bilinmelidir. Gelen gün gideni aratacaktır.
AKP, kötü yönetimini gizlemek için, dine dayalı bir yönetimin peşine düşerek, Anayasayı değiştirmeye ve başkanlık dizgesine yönelmiştir. CHP, Batıya bağlı kalacağını, Kürtlere özerklik vereceğini söylemektedir. MHP, 1997’de yaptığı gibi, dışarda belirlenen ekonomi politikaları savunmakta, kritik anlarda AKP’ye destek olmaktadır. HDP, ayrılıkçı tavrını gizlememekte, PKK’yı açıktan savunmaktadır.
Meclis, bu partilerden oluşmaktadır ve bu oluşum, koşullar değişmediği sürece, kaç seçim yapılırsa yapılsın değişmeyecektir. Medyanın niteliği, hazine yardımları, barajlar ve türlü engellemelerle; halkı temsil eden ve ulusal sorunlara çözüm getirecek olan bir partinin, meclise girmesi, var olan koşullarda olanaksızdır. Oysa, ülkenin ve halkın içinde bulunduğu koşullar, ulusal ve demokratik bir değişimi zorlamaktadır.
Çıkış yolu vardır ve bu çıkış zengin birikimiyle, kuvayı milliye ve müdafa-ı hukuk anlayışının ve Birinci Meclis’in devrimci ruhunda bulunmaktadır. Ulusal birlik sağlanıp halk yönetime ortak edilemezse, olumsuz gidiş durdurulamayacak, sorunlar büyüyerek Türk ulusunun karşısına varlık-yokluk sorunu olarak gelecektir.
Metin AYDOĞAN, 2 Kasım 2015