Şemdinli, Babil'e Açılan Kapıdır
“Sonra, "Kendimize bir kent kuralım" dediler, "Göklere erişecek bir kule dikip ün salalım. Böylece yeryüzüne dağılmayız."
RAB insanların yaptığı kentle kuleyi görmek için aşağıya indi. "Tek bir halk olup aynı dili konuşarak bunu yapmaya başladıklarına göre, düşündüklerini gerçekleştirecek, hiçbir engel tanımayacaklar" dedi, "Gelin, aşağı inip dillerini karıştıralım ki, birbirlerini anlamasınlar." Böylece RAB onları yeryüzüne dağıtarak kentin yapımını durdurdu. Bu nedenle kente Babil (Babel, İbranice "Kargaşa") adı verildi. Çünkü RAB bütün insanların dilini orada karıştırmış ve onları yeryüzünün dört bucağına dağıtmıştı.“
(Eski Ahit :Babil Kulesi Bölüm 11.)
Anadolu’dan Şemdinli’ye uzanan en kısa yol Van’dan geçer. Otobüse binip yola çıkarsanız Şemdinli’ye gitmek için, önce Gürpınar kavşağında arama yapan polisleri selamlarsınız, sonra Güzelsu’da, Hoşap Kalesi ile düşünceleriniz Osmanlı’ya doğru kayar. Oradan yola devam eder, Başkale’de İran hududu ile tanışırsınız ve derken Yüksekova karşınıza çıkar. Bu kısa seyahat en az üç saat demektir, bir aksilik yoksa eğer. Adı gibi bir ovadır Yüksekova, yine adı gibi yüksektedir.
Şemdinli çıkışına vardığınızda Uzunsırt mevki gelir, o da adı gibi uzundur. Sırtın hem doğu hem de batısında yükselen dağlar uzaktan gülümser size. Buradan başlayıp Dağlıca’ya hani şu baskınlarla gündeme gelen Dağlıca’ya doğru bir çizgi çekerseniz, aşağıda bir üçgen kalır, Şemdinli üçgenidir bu; bir kenarı Türkiye, bir kenarı Irak ve bir diğeri de İran olan yamuk gibi bir üçgen, ister şeytan üçgeni deyin ister cennet...
Şemdinli ilçemiz, hepimizin yakından bildiği ama hassasiyetini bir türlü uzmanlarımızın anlatmadığı işte bu üçgende yer alır. Bu üçgen ilk olarak, JİTEM’ci diye adından söz edilen Binbaşı Cem Ersever’in yazdıklarıyla ön plana çıkmıştır; Üçgendeki Tezgah[1]. Kitabın kapağında her ne kadar “Şam-Diyarbakır-Erbil” üçgeni yer almış olsa da, yazılanların bir kısmına canlı tanığız, kitabında asıl konu edilen üçgen Şemdinli’dir. Kitapta adından sıkça bahsedilen İmralı’nın da benzer düşüncede olduğu açıktır. Kurmayı düşlediği “Botan-Behdinan” savaş hükümeti merkezi olarak Şemdinli’yi görmüş ve bunun üzerinden gerçekleşmeyen planlar yapmıştır. Aynı İmralı Şemdinli için, “kaçağa ve teröre açılan kapı” demiştir. Şemdinli üçgendedir, diyor İmralı, Türkiye-Irak-İran üçgeninde, kaçakla terörün buluştuğu yerde, yani İmralı da iyi tanıyor bu üçgeni.
Uluslararası boyutta bu üçgeni ele alırsanız, burası stratejik bir noktadır. İster küresel projeler olsun Büyük Kürdistan gibi, ister Ermeni Taşnak-Kürt Hoybun Birliği gibi, isterse bölgesel projeler olsun Kuzey-Güney Kürdistan gibi, her projenin kendisine oyun alanı bulduğu üçgen işte budur. Türkiye açısından buraya bakarsanız, kaçakla terörün ya da terörle kaçağın buluştuğu yer olarak görürsünüz. Şemdinli bu üçgenin merkezindedir ve her üç ülkeye açılmış stratejik bir kapıdır.
Aslında Şemdinli bir üçgenler diyarıdır; iç içe geçmiş öyle çok üçgen vardır ki, Konur vadisi, Kayalar, Ortaklar, Umurlu, hepsi ayrı özellik taşır, hepsi ayrı bir üçgendir. Çıkın Derecik’ten, gelin Ketina’ya, kapatın boğazını, belki de Şemdinli’nin son üçgeni budur; Yeşilova Üçgeni. Yeşilova Türkiye’nin en güneydoğu ucudur. Sağı Irak, solu Irak, bulunduğunuz yer ise Türkiye’dir. Ketina Yeşilova’nın yanı başındadır, deyin ki yaya bir buçuk saat[2]. Kuzey doğuda Aktütün’e komşudur, yol yoktur ama Irak’tan giden patikayı takip ederseniz yaya sekiz saat alır. Yeşilova Mezargediği’ne de yakın komşudur, hemen doğusundadır. Güneyinde ünlü Hakurk, batısında ünlü Basyan yer alır. Her ikisi de terör kampıdır. Terör de olsa, terörist de olsa, Şemdinli’nin Derecik beldesine bağlı güzel bir köydür Yeşilova, şirin güzel bir köy.
Bu stratejik üçgen hafızanızda yer etsin istiyorsanız, belli başvuru noktalarını unutmamanız gerekir. Burada son otuz yılda yaşanmış olayları tek tek işaretleyin, tarihlerini yazın, kişileri yazın, sonuçlarını yazın, işte o zaman bizim bu üçgene baktığımızda neler gördüğümüzü siz de görecek, ne hissettiğimizi sizler de duyacaksınız. Terörün ardındaki siyaseti görebilmek için, sanırım, bu isimlerden ve bu yerlerden yola çıkmamız gerekecek. Neler var bu üçgende, kimler var, önce sıralayalım sizin için; İran, Irak, Hakkari, Şemdinli, Yüksekova, Çukurca, Dağlıca, Uzunsırt, Aktütün, Beyyurdu, Derecik, Yeşilova, Ketina, Ortaklar, Mezargediği, Alan.
Hepsi tanıdık size, hepsi 90’lı yılların da bugünün de gündeminden düşmeyen isimler.
Üçgendeki Dağlıca Piyade Taburu son yirmi yılda sayısız kez teröristlerin saldırısına maruz kaldı. Son önemli saldırı 21 Ekim 2007’de yapıldı, 12 askerimiz şehit düştü, 8’i ise kaçırıldı. Dağlıca’dan inelim aşağıya yani güneye, Aktütün Jandarma Hudut Bölüğü çıkacak karşımıza. 92 saldırısını saymaz isek, son önemli terör saldırıları 2008’de yapıldı, 9 Mayıs’ta 6 şehit, 3 Ekim’de 17 şehit verdik. Biraz daha inelim aşağıya, Derecik Komando Taburu üs bölgesi heybetli binasıyla dikkatimizi çekecek. 27 Eylül 92’de korkunç bir çatışma yaşandı bu bölgede, çok terörist hem de pek çok terörist yere serildi, ama 33 şehit verdik Derecik’te. Hemen yanı başındaki Yeşilova da çok saldırıya uğradı ama verdiğimiz şehit sayısı diğerlerine oranla az olduğu için medyada pek yer almadı.
Ya Samanlı karakolu, Derecik’in hemen yanı başındaki? 91’de ilk imha amaçlı saldırı oraya yapıldı, 11 şehit, 7 askerimiz kaçırıldı. İmralı, “taktiğin açılımı” diyor Samanlı saldırısı için.
Ya Mezargediği, Samanlı’nın hemen doğusundaki? 2010 yılının Temmuz ayında saldırıya uğradı, 11 şehit. 92’de de saldırıya uğramıştı ve beş şehit vermiştik.
Ya onun kuzeyindeki Alan karakolu? 92’de baskına uğradı, 19 şehit. Bu karakola yapılan taciz saldırılarının sayısını belki de bilen kalmadı bu ülkede, öylesine çok saldırı yapıldı ki sayılar unutuldu.
Uzunsırt’a gelince, dili olsa da konuşsa sizinle. Hemen yanı başındaki Haruna karakolunun ateş yılanı mevkisinde bir komando teğmenimizi şehit ettiler, yıl yine 92. 1992 bizim için önemlidir, koşulmayanların tarihe yazıldığı yıldır, kimse anlatmaz o yılı, ya bilmez ya da işine gelmez…
92’de Şemdinli’ye ağır ağır giderken, üç buçuk eşkıyaya hesap sormaktı amacımız. 15 Ağustos 1984’te yapılan terörist baskını ağır gelmişti bize, hala da ağır. Hep bu hesap sorulur diye beklemiştik yıllar boyu ama olmadı, bu hesap hiç sorulmadı. Özal üç beş eşkıya diyerek saldırıyı hafife almış da olsa, biz almadık, öfkelendik ama belli etmedik, yüreğimizde sakladık ve bu yürekle gittik Şemdinli’ye. 1986’da Nusaybin hududuna gittiğimizde de aynı duygular hakimdi yüreğimize, hesap sormak belki de intikam almak...
Hiç terörist görmemiştik o yıla kadar, en azından canlısını. Ölüsü zaten bir anlam ifade etmiyordu bize; 1987’de Kilise Düzü’nden 33 terörist ölüsü getirildiğinde bakan gözlerimiz anlamsızdı, belki de duygusuz, tıpkı yerdekiler gibi. Ne için ve kim için can verdiğini bilmeyen sessiz bedenler sıralanmış yatıyordu. Kim oldukları belli değil, ne oldukları belli değil, sessizce gömüldüler kimsesizler mezarlığına. Hala da bilen yok kim olduklarını, gürültüyle geldiler ama sessizce gittiler. Gittiler ama giderken geride bıraktıkları hesabı hiç bilmediler.
Terörün ülkeyi kaosa sürüklediği 92’de gerçekten koşa koşa gittik biz Şemdinli’ye, hesap sormak için.
Çok kalmadık taburda, hemen düştük yollara. Durak bölüğüne vardığımızda bölük komutanın gözlerinde gördüğümüz heyecan sanırım bizde yoktu. Yüreğimizi saran hesap sormak düşüncesi heyecan, şaşkınlık ya da korku gibi her duyguyu silmişti. “Komutanım, İran sınırına yakın Mağaraönü mezrasında her zaman terörist var” dediğinde bölük komutanı, “öyleyse derhal gidelim” demiş ve yola çıkmıştık.
Bu acelemizi belki de anlayamadı bölük komutanı ve içimizdeki bu öfkeyi göremedi. Yola çıktık hiç plan yapmadan, durumu değerlendirmeden, varsayımlar üzerinde durmadan, amaç hesaplaşmaktı. Merak ediyorduk belki de, kimdi bu devlete kafa tutanlar diye. Görmek istiyorduk bir an önce onları, devlete nasıl kafa tutulurmuş, bu hesabı sormak istiyorduk. Çıktık, araziyi gördük ve döndük. Bir şey olmadı, çatışma çıkmadı, kimseyi de bulamadık. Belki teröristler gördü bizi, şaşırdı bu ani gelişten ama bir şey olmadı.
Durak’tan geri geldik Şemdinli’ye. Bu kez “Aktütün’e gidelim, bakalım ne oluyor” diyerek tekrar yola koyulduk. O zamanlar hayat vardı Konur vadisinde, insanlar biraz tedirgin de olsa mutluydu. Koyunları vardı, kuzuları vardı, her yaz yaylaya çıkar, koyunu kuzuyu otlatırdı. Uzaktan bilinmiyor koyun ne demek, kuzu ne demek ama şimdi anlıyor insan, her ikisi de hayat demekmiş, geç anlamıştık bunu. Yaşlı bir kadını izleyip saatlerce tırmandık Gevaruk yaylasına. O zaman da demişlerdi, “yaylada terörist var” diye.
Yine aldırmamış ve gitmiştik, hatta bir gece de orada konaklamıştık. Şaşırmışlardı belki de halimize, bu ne telaş diyerek ama içimizdeki içimizdeki fırtınayı görememişlerdi. Ağır geliyordu ağır, taşıyamayacak kadar ağır; PKK ve devlet, terörist ve Asker, bu kavramları yan yana telaffuz etmek bile ağır geliyordu bize. Bundan kurtulmak için koşuyorduk, yürüyorduk, tırmanıyorduk dağlara taşlara.
O zamanlar bir güç vardı yüreğimizde, devletin gücü, korku nedir bilmezdik hiç, hep üstüne gittik bizi tehdit etmeye kalkışanların. Ama ya şimdi?
Gevaruk’ta da bir şey olmadı, belki terörist vardı, bizi gördü ama sataşmadı, belki de cüret edemedi. Yıllar dağlarda geçti bizim için, yollarda geçti, alışkınız. Tekrar koyulduk yola, güneye sarktık ve Derecik’e vardık. Bir tabur konuşlu orada, bir de küçük jandarma karakolu. Yine aradık bu terörist dediklerimizi ama yine bulamadık. Bölge arazisi zor, ne Ağrı dağına benziyor ne Van’a.
Her yerde dağlar, yine dağlar, aradan geçen çaylar, dereler, derin vadiler, hiç görmediğimiz bir arazi yapısı, zor ve çetin. Teröristi ararken son durağımız Yeşilova oldu. Şimdi düşünüyorum da yaptığımız yanlıştı, araziyi, terörist durumunu, kendi gücümüzü ve zamanı değerlendirip yola çıkmalıydık ama bunu yapmamıştık. Dönüp o yıllara baktığımızda, neden üzerimize aldık bu öfkeyi, diye şimdi soruyoruz kendimize. Ülkede bunu taşıyacak kimse yok muydu ki yüreğimiz taşımak zorunda kalmıştı bu ağır yükü, bilemiyorum. Belki de gücünü ardımızda hissettiğimiz devlet, verdiği eğitim ve bilgiyle, vatana sahiplik duygusuyla bizi böylesi zor bir yürek haline getirmişti, bilemiyorum. Yeşilova’ya bu duygu ve düşüncelerle vardık.
Yeşilova. O en güneydoğudaki küçücük üçgenin en yüksek yerleşim yeri. Arkanızı dayadığınız Hisar dağını saymazsanız her şey aşağınızda, heybetli bir bakıştır bu, bunu görmelisiniz. Yeşilova’dan güneye doğru bir bakış fırlatıp alabildiğine uzanan Hayat vadisini görmelisiniz. Buralarda sanki her yer ve her şey tarih, geçmişin küf kokusunu yeşilin güzelliğinde hissedebiliyorsunuz. Aldığınız her nefes yıllar kokuyor, yakın tarihte yaşadığımız çatışmalar kokuyor, belki de bizi kan çekiyor, bu toprakları kanlarıyla sulayan şehitlerini unutamıyor insan...
Karşıda upuzun, yemyeşil bir vadi.
Yeşilova’dan başlıyor göz almaya ve güneye doğru, Mezopotamya’ya doğru uzandıkça uzanıyor. Belki coğrafya kitapları yazmıyor bu vadiyi ama var, biz gördük. Belki kitaplarda geçen adı bir başkadır, bilemiyorum ama bu vadi var. Bu vadiye “Gelyaraş” ya da “Kanyaraş” diyenler de vardır, olsun, bu vadi orada yaşıyor ve biz onu gören canlı tanıklardan biriyiz. Kadife tüyü bir yeşili var bu vadinin, baktıkça okşayasınız geliyor. Bir yanında dağlar yükseliyor, diğer yanında ise çaylar kıvrıla kıvrıla iniyor.
Batısında yer alan Hacıbey Çayı ile Şemdinli Çayının oluşturduğu derin vadilere gelince, görünmeyen derinliklerindeki bilinmezlik ürpertiyor insanı. Şemdinli Yeşilova’ya, Yeşilova Hayat Vadisi’ne, vadi ise tarihe, eski uygarlıklara, Orta Doğu’ya açılan bir kapıdır; doğuda Medler ve Perslere, güneyde Asur ve Babil’e açılır. Bir daha nasip olmadı bu güzelliği görmek, öylesine acı olaylar yaşandı ki bu bölgede, Hayat vadisinin ne güzel olduğunu düşünmek ve yaşamak bir daha nasip olmadı hiç. Ama hala aklımda o günler, ilk gördüğümde Hayat vadisini, başımız döner gibi olmuştu...
Çünkü aşağınızda Hayat vadisi uzanır, siz yüksekte kalırsınız o aşağıda, bu bir. Öylesi bir muhteşem güzelliği vardır ki, bu güzellik aklınızı başınızdan alır, bu iki. Bu iki özelliğin yanına bir de bu vadide yaşamış olan antik uygarlıkları aklınıza getirip bir düşünmeye başlarsanız, geçmişe dalarsınız ve geçmişin derinliği başınızı döndürür.
Hayat vadisi bu, uygarlıklar beşiği. Daha kazılar yapılmaya başlamadı ama yakında yapılırsa, yapılır da Med, Pers, Asur ve Babil uygarlıklarına ait tarihi eserler bulunursa hiç şaşırmayın, çünkü bu uygarlıkların evidir Hayat vadisi.
Vadi ile Yeşilova’yı Hacıbey Çayı ayırır, aynı zamanda iki ülkenin sınır çizgisidir o. Bu sınır çizgisi eski uygarlıklar için de sınır olmuş, ayırmış birini diğerinden. Çayın aşağısında Asur ve Babil uygarlıkları yaşar, çayın yukarısında ise Roma, Bizans, derken Osmanlı ve biz yaşarız, biz Türkler. Çayı geçip Hayat vadisine çıktığınızda ise solunuzda yani Doğu’da Medleri ve Persleri görürsünüz, sağınızda ise Yahuda’yı yani İsrail’i.
Uygarlıklara beşiklik yapan bu topraklar, ne yazık ki, 78’den günümüze süregelen teröre de ev sahipliği yaptı. Çok acılara tanıklık etti, çok şehidimizi bağrına bastı, gözyaşlarıyla sulandı bu topraklar hem de yıllar boyu. PKK terör örgütün ilk çıkışı belki Yeşilova’dan olmadı, belki Hayat vadisinden de olmadı ama bu örgüt döndü dolaştı, bu topraklara geldi. Ne için geldi, nasıl geldi, anlatayım…
PKK terör örgütünün ilk yerleştiği yer Lübnan ve ardından Suriye’dir, yani Orta Doğu. 20 yıl kaldı örgüt buralarda, buralarda ekildi, yeşerdi ve büyüdü. Yine bu bölgede uluslararası ilişkiler kurdu; Filistin Kurtuluş Örgüt(FKÖ), Ermeni ASALA terör örgütü ve diğer ülkelerin istihbarat örgütlerini belki de bu coğrafyada tanıdı. FKÖ deyince Filistin, Filistin deyince İsrail akla geliyor. İsrail işin içine girince Ürdün, derken Mısır sıraya giriyor.
Ardından Irak’a geçti bu örgüt, Orta Doğu tarihinin bir parçası olan Asur ve Babil uygarlıklarının yaşadığı yere geldi. Burada İran’la ilişkilerini geliştirdi, yani Perslerle. İnsancıl yardım adıyla bölgeye kamp kuran AB’li sivil toplum örgütleriyle de burada tanıştı yani Bizans’la. PKK terör örgütünün tanımadığı ülke kalmadı, üstelik gezindiği coğrafya bakımından bütün Orta Doğu uygarlıklarıyla iç içe girdi; İsrailoğulları, Roma, Bizans, Osmanlı, Arap, Mısır, Med, Asur, Pers ve Babil. İşte bu sayılan yerler Orta Doğu’dur ve sınırları baş döndürür.
Bilmem ki Orta Doğu’yu hiç hayal ettiniz mi?
Batıda Fas, Tunus, Cezayir, Libya, Somali, Etiyopya, Sudan ve Mısır’ı düşleyin. Doğuda Umman denizi ile Irak, Kuveyt, Bahreyn, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman’ı yan yana getirin, bir parçası bu olur Ortadoğu’nun. Bu parçaya kuzeyde Türkiye, Kafkasya ve Orta Asya Türk Cumhuriyetlerini ekleyin. İran, Afganistan ve Pakistan’ı da içine katın. Güneyde Suudi Arabistan’dan Yemen’e kadar uzanın, Arap yarımadasını dolaşın ve ortada Suriye, Lübnan, Ürdün, İsrail ve Filistin’i de birleştirin, karşınızdaki coğrafya Büyük Orta Doğu’dur. Geniş bir coğrafyadır, ABD’nin üzerine kafa yorduğu, enerji kaynaklarını ele geçirmeye ve bu amaçla ülkelerin sınırlarını değiştirmeye çalıştığı bölge işte burasıdır.
Büyük devletlerin büyük projeleri vardır bu coğrafyada, ancak kitabımıza konu olmayacaktır bu geniş sınırlar. Biz bu bölgeyi adım adım küçülteceğiz ve sizleri kitabımıza konu olan coğrafyaya taşıyacağız. Üzerinde çalıştığımız Orta Doğu haritası, Mısır’dan İran’a, Aden Körfezi’nden Türkiye’ye kadar olan coğrafyayı kapsamaktadır, yani Tevrat’ta geçtiği şekliyle Tanrı tarafından İsrail’e vaat edilmiş toprakları.
Orta Doğu, aynı zamanda, dinsel temelde Müslümanlık, etnik temelde ise Türk, Arap ve Farsların çoğunluğu oluşturduğu bir bölgeyi anlatır[3]. Bununla beraber İslamiyet’in yanında Hıristiyanlık ve Yahudilik de önemlidir. Bölgenin ağırlıklı olarak biz Türkler, Araplar ve Farslardan oluşan etnik yapısında, son yaşadığımız gelişmelerle birlikte Ermeni, Kürt ve Yahudiler de söz sahibi olmaya çalışmaktadır.
Bu bölge aynı zamanda insanlık tarihi ile dinler tarihinin ve de enerji kaynaklarının merkezi konumundadır. Bizans ve Osmanlı bu coğrafyanın imparatorluklarıdır.
Tevrat’a göre tarih bu coğrafyada yazılmıştır. Hem Arapların aynı zamanda Müslümanların, hem de Yahudilerin atası sayılan Hazreti İbrahim aslında Orta Doğuludur. Irak’ın Ur kentinde doğan Hz. İbrahim önce Urfa’ya, oradan Kudüs yakınlarındaki Kenanilerin ülkesine, El Halil’e göç etmiş, buradan bir ara Mısır’a geçmişse de tekrar geri dönmüş ve şu an bu topraklarda yatmaktadır[4]. Hz. Musa, Hz. Yakub ve Hz. Yusuf da buralıdır.
Hazreti İsa da bu coğrafyada dünyaya gelmiştir. Kudüs’ün hemen güneyinde ilk yerleşim yeri olan Beytüllahim’de doğan Hazreti İsa, aslen Filistin kuzeyinde bulunan ve 1948’de İsrail tarafından işgal edilen Nasırıye (Nezareth)’lidir. Hıristiyan dünyası Hz. İsa’nın Yahudiler tarafından Kudüs’te çarmıha gerildiğine inanır. Son peygamberimiz Hazreti Muhammed de bu topraklarda dünyaya gelmiş ve bu topraklarda yatmaktadır. İslamiyet bu coğrafyada doğmuş ve gelişmiştir. Miraç olayı Mescid-i Aksa’da gerçekleştiği için Kudüs, Hıristiyanlar olduğu kadar Müslümanlar için de kutsal topraklar arasında yer alır.
Geçen iki bin yılda bu kutsal topraklar, Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında yüzyıllar boyu süren savaşlara sahne olmuştur. Önce Roma İmparatorluğu, ardından Bizans, sonra Arap, derken Osmanlı İmparatorluğu Orta Doğu coğrafyasının hakimleri arasında yer almıştır. Birinci Dünya Savaşı(1914-1918) sonrası Osmanlı Devleti’nin parçalanması ve hakimiyeti altındaki bu toprakların emperyalist güçler tarafından paylaşılması sonucu bölge, günümüze kadar süre gelen çatışmaların merkezi durumuna gelmiştir.
Dünya enerji kaynaklarının da önemli bir bölümü buradadır. Büyük Orta Doğu diye adlandırılan bu coğrafya, dünya petrol rezervlerinin %80’i ve doğal gaz rezervlerinin ise %50’sini barındırmaktadır. Yaklaşık 1.1 trilyon varil dolayında olduğu bilinen dünya petrol rezervlerinin 800-850 milyar varili bu bölgede bulunmaktadır. Bu coğrafya tarihin ve dinlerin olduğu kadar enerjinin de merkezidir. Bu bölgede egemen olmak demek; dünya egemenliğini ele geçirme ya da sürdürme, dünya ekonomisini yönetme ve üretim-tüketim değerlerini belirleme gücüne sahip olmak demektir.
Bölgede çatışma olasılığının sürekli gündemde tutulması ve bu gerginliğin de yer yer çatışmalara dönüştürülmesi, silah üreticilerine büyük olanaklar sağlamaktadır. Dünya silah ithalatının %75’i bu bölge ülkeleri tarafından gerçekleştirilmektedir. Dünya deniz ticareti ve deniz ulaşım yollarını kontrol ve denetim altında bulundurabilecek konuma sahip stratejik boğaz ve körfezler bu bölgede yer almaktadır; Hürmüz Boğazı, Aden Körfezi, Babel Mendep Boğazı, Süveyş Körfezi ve Cebeli Tarık Boğazı. Geçmişte Osmanlı İmparatorluğu, sonra Birleşik Krallık, soğuk savaş döneminde ise ABD ve Rusya bölgeyi doğrudan veya dolaylı etkileri altına almış ve bu sayede dünya gücü olmuşlardır.
İşte Şemdinli Hayat vadisiyle bu coğrafyaya açılır. Bu coğrafyayı tanımadan ve bu coğrafyadaki ülkelerin siyasi hedeflerini bilmeden terör-siyaset denklemini çözmek mümkün değildir. Biz bu denklemi çözmek iddiasıyla yola çıktığımız için, Şemdinli’yi şimdilik anılarımızda bırakıp, sizlerle birlikte İsrail’e, bölgenin kilit ülkesi İsrail’e gideceğiz ve denklemi çözmek için oradan başlayacağız size anlatmaya…
KURT KAPANI'ndan…
___________________________
[1] Üçgendeki Tezgah, araştırma, A.Cem Ersever, 1992, Milenyum Yayınları.
[2] Şemdinli’de Sınırı Aşmak, anı, Erdal Sarızeybek, 2005, Pozitif Yayıncılık.
[3] Geçmişten Günümüze Orta Doğu, siyaset, s.25, Tayyar Arı, 2004, Alfa Yayınları.
[4] Geçmişten Günümüze Orat Doğu, siyaset,s. 26, Tayyar Arı, 2004, Alfa Yayınları.
Erdal SARIZEYBEK, 4 Ocak 2011