Şemdinli-Çatalca'da Bir Komutanın Hatıratı

Emekli Jandarma Albay - Yazar

Şemdinli-Çatalca'da Bir Komutanın Hatıratı

İletigönderen Oğuz Kağan » Pzr Kas 21, 2010 23:33

Şemdinli-Çatalca'da Bir Komutanın Hatıratı - 1. Bölüm

Çatalca Seyyar Jandarma Karakolu Şemdinli / 1976


Resim
Çatalca Seyyar Jandarma Karakolu
Şemdinli / 1976


Bilgisayarımdaki fotoğraf arşivimi düzenlerken gözüm, askerlik görevimi yerine getirirken çekmiş olduğum fotoğraflara takıldı.

O tarihten bu yana, tam 30 sene geçmiş...

-!..


Fotoğraflara farklı bir duygu ile tek tek baktım.

Eminim ki; Silahlı Kuvvetler'in elinde benzeri pek çok fotoğraf vardır.

Ben yaşadığım o döneme ait anılarımı ve o tarihte çektiğim bazı fotoğrafları yayınlamak sureti ile "var olduğunu düşündüğüm" arşive, küçük de olsa bir katkı koymak istedim.

30 sene evvel hudutta görev nasıl yapılıyormuş!

"İmkanların"
veya "imkansızlıkların" ölçüsü anlaşılsın istedim.

Bu görevi şimdi, yasa gereği 30 günde yapanlar olduğu gibi, geçmiş yıllarda 2-3 sene yapıldığını gayet iyi hatırlıyorum. Ben 18 ay yapmıştım.

Süre her ne olursa olsun, erkekler askerlik anılarını anlatmaya bayılırlar...

Ben, bu yazımda askerliğin avcılıkla ilgisini kurmaya çalışırken, bir yandan da "belge" oluşturmaya çalışacağım.

En azından "fotoğraf" anlamında.

Benim dönemimde askere "yedek subay" olarak gitmek, ağırlıklı bir tercihti... Bu hakkı sadece üniversite mezunları kazanabildiği için ite kaka da olsa, bir tek hedefimiz vardı.

Üniversite mezunu olabilmek!

Bir yandan yaşam kavgası verirken evlenmiştim de... 1975 senesinde üniversiteden mezun olduğumda, 4 yaşında bir oğlum, yeni doğmuş bir kızım vardı.

Ben de 30 yaşındaydım.

Askerlik şubesine müracaat ederek, bu görevimi tamamlamak istediğimi belirttim.

Bu arzum hızla kabul gördü!

Mülakat sonunda çıkan neticeye göre teslim olmam gereken birlik; Eğirdir Dağ ve Komando Okulu idi. Bir sabah şirketimizde çalışan, bizden yaşça büyük "Dilaver Pekdemir" adlı bir abimizle erkenden yollara düşdük. Eğitim alayına teslim olana kadar bana eşlik edecekti.

Hiç unutmam, rahmetli babam da yola çıkmadan evvel bana 2.000 Tl. cep harçlığı vermişti.

Ankara'dan ayrılmadan bir gün önce bana; "Asker ocağı, Peygamber ocağıdır. Sadakatle hizmet edilmesi gerekir. Onun malını, malın gibi koru. Allah yardımcın olsun" şeklinde konuşma yaparak bana nasihatler verdi. Onun bu tür söylemlerine alışkındım. Kışlayı evi gibi görür, gözü gibi korurdu.

Bizlere 1925 yılında Tokat Askeri Ortaokulu'nda yatılı olarak okuduğunu, gaz lambası altında ders çalıştığını sıkça anlatırdı. 1935' de Kuleli'den mezun olmuş, 25 sene içinde 10 ayrı il ve ilçede zor şartlar altında görev yapmıştı.

1960 ihtilalinde 45 yaşında albay rütbesi ile 5.000 den fazla arkadaşı ile beraber bir sabah (!) emekli edilmişti.

Askerlik hizmeti süresi içinde çok üretken, çok çalışkan ve çok disiplinli hayat yaşadı. Bu alışkanlığını tüm yaşamı boyunca da sürdürdü.

Resim
Ahmet Bora

Rahmetli babamın bu fotoğrafta görülen kılıcını, kuşandığı sırma kuşaklıkla beraber taktığı apoletini muhafaza ediyorum. Tabii ki 1930'lu yıllara ait çok değerli fotoğraflarını da...

Isparta üzerinden Eğirdir'e gelirken yol üzerinde bir çeşmede sakal traşı oldum. Bu "eli yüzü düzgün bir görünümüm olsun" şeklindeki arzumdan kaynaklanıyordu.

Resim

Öğleden sonra birliğime teslim oldum. "Merhaba" diyeni hemen berber koltuğuna oturtuyorlardı. Traş sonrası aynada kendini görenler kızarıp bozarırken, kuyruktakiler de tevekkül içinde bekleşiyordu. Çok daha evvel traş olanlar ise, hınzırca bir keyfi sürdürmekle meşguldü. Ben o işi bir gün evvel Ankara 'da "kökünden" hallettiğim için bu zevki (!) onlara yaşatmadım.

6 ay sürecek sıkı bir eğitim başladı. Ta ki dağcılık dersinde "ip yardımı ile bir tepeye nasıl çıkılır?" şeklindeki bir eğitime kadar.

İpi, komutanın istediği gibi tutmamışım!

Gürledi, esti, yağdı!
Sonra da sordu.

- "Niye dediğimi yapmıyorsun?".

Ben de her iki kolumu ona göstererek bu durumun "doğuştan var olan fiziki yapı" ile ilgili olduğunu izah ettim. Yüzünü buruştururak "pöhhh" dedikten sonra hastaneye sevk ve kontrol edilmem yönünde öneride bulundu. O saate kadar herşey yolunda gidiyordu. Eleştirilen, benim ipi sıkıca tutup tutmadığım değil, görüntü açısından tutma şeklimin uygun olmadığı yönünde idi. Hem de çok kırıcı (!) bir şekilde. Şekil şartının zaman zaman da olsa her şeyden önemli olduğunu gördüm. Bu tavrın, tam aksi yönünde davranış sergileyenler de oldu.

Resim
144'üncü dönem / Eğirdir

O saate kadar gece yapılan nokta bulma eğitimini en kısa sürede yerine getirmem, bomba koşusunda neredeyse okul rekorunu kıracak kadar hızlı olmamın hiç de önemli olmadığını anladım. Çeşitli rahatsızlıkları bulunan 11 arkadaşımla beraber Tuzla Piyade Okulu'na sevk edildik.

Yanlış hatırlamıyorsam Eğirdir'de 2 ay geçirmiştim. Kalan 4 aylık temel bir eğitimi de tamamladıktan sonra 1976 yılının sonbaharında Tuzla Piyade Okulu'nda her piyade asteğmen adayı gibi, kurra çekmeye hazırlanıyorduk.

Derslerin bitimine doğru atış poligonuna gittik. Takım komutanımız yemek için atışlara ara verildiğinde, "silah nöbeti" tutmam için bana emir verdi. Doğal olarak "emredersiniz" diyerek silah kuşandım. Aradan kısa bir süre geçti. Askeri araçlarla gelen tayın kokusu etrafı sardı. Bana göre yeryüzünde askerde pişirilen ekmeğin kokusu kadar güzel ikinci bir koku yoktur.

Bir süre sonra da büyük kazanlarla gelen kuru fasulye, benim için eziyetin son noktası oldu. Ağzımdan şapur şupur sular akıyordu. Bir saate yakın bir süre nöbette kaldım.

Onlar yedi, ben baktım.

Atışlara kaldığımız yerden devam edecektik. Komutan bana "tamam nöbeti bırak sende sıraya geç" dedi. Hayatımda ilk ve son defa yüzümü kızartarak "Ben yemek yemedim" demek zorunda kaldım. Komutan da yemek dağıtan ere "yemek verin" şeklinde bir emir verdi. Aldığı cevabı ben de duydum. "Yemek kalmadı komutanım." Komutan da bana doğru dönerek ve gülerek (!) "kalmamış" dedi.

Bu sahneyi ölene kadar unutmayacağım. İstenmeyen bu durum, bana çok önemli bir hayat dersi verdi. 12 ay boyunca kimi, nerede nöbete gönderdiysem, önce karnını doyurdum. Bunun, komutanın öncelikli görevlerinden biri olduğunu düşündüm.

Resim
Silah Nöbeti

Dersler bir kaç gün evvel bitmiş, imtihan yapılmış bir kişi hariç hepimiz başarılı sayılmıştık. Lakabı yanlış hatırlamıyorsam "dingil" di. İçtimaya vaktinde gelmez, neden geç kaldığını soran komutana da "Bir taraftan o (!) çağırıyor, bir taraftan sen, hangisine gideceğim!" şeklinde cevap vermek sureti ile her gecikmede aklı sıra inancının "kavi" olduğunu sergilemeye çalışırdı. Herkesi bıktırmıştı, çalışmanın hele hele askerlik görevinin ne denli kutsal bir görev olduğunu hiç anlamamıştı. Yanlış bilmiyorsam askerliğini rütbe takmadan bitirdi.

Okuldaki son gecemizi yaşıyorduk. Ertesi sabah merasimle kurra çekecek ve küçük bir yol izninden sonra da yeni görev yerlerimize gidecektik. Heyacanlıydık...Yat saatine kadar vakit geçirmenin yollarını arıyorduk.

Resim
Soldan sağa: Mehmet Emin Bora - Sn. Yavuz Aydar

Aklıma gelen parlak (!) bir fikri sınıftaki yakın arkadaşlarımla paylaştım.

"Bir piyango düzenleyelim ve 'en zor' kurra yerini çekene, bu piyango çekilişine katılacaklardan toplanan parayı verelim, ne dersiniz?" demiştim. Bu teklif, son birlikteliklerini yaşayan arkadaşlarım tarafından hızla kabul gördü. Tek sorun "zor yerin neresi olduğu" konusundaki fikir farklılıklarından doğsa da neticede bir tespit yaptık.

30 senedir dolabımda özenle sakladığım alttaki listeyi oluşturduk.

Para topladığımız arkadaşların yaka numralarını da bu listenin yanına ilave ettik. Örneğin, 6360 yaka numarası Hamil Alnıaçık adlı çok sevdiğim bir arkadaşıma aitti. Torbadan Mardin'i çekmişti. Oradan da hudut üzerinde olan "Dolan Karakolu"na verilmiş. Görevde bulunduğum süre içinde bana mektup yazar, PTT idaresinden şikayetçi olurdu! Ona göre, gönderdiğim mektuplar önce "Madrit"e gidiyormuş.

Aramızda 600 km. vardı ama mektuplar ancak 1 ayda elimize ulaşırdı. Hamil'in mektuplarını hala saklarım. Bunlardan birinde, karakol civarında pamuk tarımı yapıldığı için aşırı ölçüde sivrisinek olduğunu ifade ediyordu. Geceleri uyuyamadığından, kendini sanat müziğine adamış ve ;

"Ateş-i suzanı firkat yaktı cism-i canımı, şu sinekler emdi bütüm kanımı" şeklinde güfte çalışmaları yapmıştı.

İki fakülte bitirmiş olan bu değerli arkadaşım, hudut karakolunun kendisine verdiği gücü kısa sürede idrak etmiş ve kendini "Dolan Kralı" ilan etmişti!

Bana yazmış olduğu mektupların sonuna "Dolan Kralı insan (!) güzeli" diye imza atardı.

Hudut karakollarının böyle bir avantajı var!

Ne olduğunuzu siz tanımlıyorsunuz!

Şimdilerde Milliyet Gazetesi'nde gerçekten kralmış.

Resim
Liste

Bu piyangoya katılmak isteyen her adaydan da yanlış hatırlamıyorsam 15 Tl civarında bir para aldık. Toplanan bu para ertesi gün kurrada en zor yeri çekene -bize göre- "en talihsize" verilecekti.

Bu bağlamda "hudut karakol görevi"ni de listenin en başına özel bir konum olarak tarif ederek oturttuk. Diğer iller üzerinde hepimiz hemfikir olmuştuk. Dolayısıyla Hakkari ile başlayan liste genel kabul gördü. 225 Tl. para toplanmış yed-i emin olarak bana teslim edilmişti.

30 sene evvel aklımız, gecenin bir saatinde buna yetmişti.

Hudut karakolu diye bir görev yerinin torbada olmadığını, sonradan öğrenecektik.

Ertesi sabah erkenden kalkıp çantalarımızı hazırladık. Doğruca kurraların çekileceği alanlara gittik. Heyecandan yerimizde duramıyorduk. Benim gibi evli olan pek çok arkadaşım vardı. Sorun ise ortaktı!

Nereyi çekeceğim?

Çoluk çocuk ne olacak?


Uzunca bir kuyruğun sonlarındaydım. Nihayet sıra bana geldi.

Elimi torbaya sokup bir iki kere çevirdim ve "Bismillah" diyerek torbadan elimi çıkardığım an, Seyyar Jandarma olmuştum.

Resim
30 sene önce kura sonunda torbadan çekmiş olduğum görev yerini belirten kağıt.
Hala saklarım.


Çıkan küçük kağıtta görev yerim "118. Sy. Jandarma Alayı - Hakkari" olarak belirlenmişti.

Öğlenden evvel herkes görev yerini öğrenmişti. Bu sonuç (!) aynı zamanda, ceketimin sağ iç cebinde sakladığım emanet paranın, bir anda "irtifa" kaybederek, pantolonumun sağ cebine girmesini sağlamıştı.

Kazanmıştım!

Bir süre yüzüme, "sırıtma ile gülme arası" bir mana düşse de bu anlamsız bakışım kısa sürede değişti.

"Ne olacak şimdi?" sorusu acilen yanıtlanmayı bekliyordu. Ama yine de sevinçli ve gururluyduk.

Yaygın tabirle "demirleri takmıştık" ve artık bizlerden "rütbeli" diye bahsedeceklerdi.

İhtiyaçlarımızı temin ettiğimiz kantindeki erler bize "sıraya geçin" diye bağıramayacaklardı.

İçimize ne kadar oturmuş ki... 30 sene sonra bile hala aklıma bu geliyor.

Demirleri takar takmaz koşarcasına kantine giden arkadaşlarımız da olmuştu!

Görevli erler ise çoktan demir almış, yelken şişirmişlerdi!

Bu durum hep yaşandığı için idare de tedbirini almış.

Eşyalarımı alıp Tuzla'dan ayrıldık. Merasimi izlemek için gelen aile fertleri ile Kanlıca'ya gittik!

Kutlamak için!

-!..

Ben iyi hatırlıyorum. Hava serin olmasına karşılık buz gibi bir yoğurt yemiş, "ferahlarım" diye düşünmüştüm.

Çay faslından sonra muhabbet "iyi olur inşaallah"a döndü. Küçük teselli arayışlarını içeren bir sohbetten sonra İstanbul'a veda ederek Ankara'nın yolunu tuttuk.

Kısa bir izin süresi vardı. Hazırlık yapmalıydım. Yola çıkmadan birkaç gün önce fotoğraf makinası almak için Kızılay'a indim. O tarihlerde Refo Color Kızılay'da küçük bir dükkandı. "Askere gidiyorum, bana fotoğraf çekeceğim uygun bir makina verin" dediğimde COSINA /HI–LİTE 402 model bir fotoğraf makinasını önerdiler. Bir çok da filitre ve slayt. 1972 yılında İstanbul'dan aldığım Mamiya C 330'u da götüreceğim için, artık huzurluydum. 6x6 olan bu makina o devrin en iyileri arasında kabul edilirdi.

Yaklaşık olarak 8 seneden beri, avcılığın yanısıra fotoğrafçılığa da merak salmıştım.

Görev yerimi kime söylesem tepkileri "Allahhhh yaşadın yavvv... Tam av cenneti"

veya

"Uf beee... Kimbilir ne fotoğraflar çekersin" şeklinde oluyordu.

Yola çıkmadan önce her iki konuda da fena halde gazdaydım.

Browning A5 ve Winchester, M 70 / 30-06 yivli silahım da gidecekler arasında çoktan yerlerini almıştı. Kasa kasa 12 çap av fişeği, kamp malzemeleri, okumak için onlarca kitap...

Kendimi seyyar market gibi hissediyordum.

Jeep'in içinde, tasalarımın ve kaygılarımdan arta kalan yerlerde, bunlar vardı!

Zaman su gibi akıp geçti. Ayrılık vakti geldi. Kurrada benim gibi Doğu illerini çeken 3 asteğmen arkadaşımla beraber evvelce planladığımız gibi buluşup bir sabah erkenden Ankara'dan ayrıldık.

O tarihlerde 1974 model uzun şase 6 silindirli bir Jeep kullanıyordum. Portakal renginde çok sevimli bir arabaydı.

Resim
Yüksekova Jandarma Taburu

Şimdiki gibi ithalat mithalat yoktu!

Arazi arabalarının sayısı Ankara'da bile sınırlıydı.

Hakkari'ye arabamla gitmeye karar vermiştim.

Adana üzerinden, Antep - Urfa - Diyarbakır - Bitlis - Van - Hakkari güzergahını takip edecektim.

Urfa'ya geldiğimizde 2 arkadaşım bizden ayrılarak, Mardin'deki görev yerlerine intikal edeceklerdi.

Neresinden bakarsanız bakın 2000 km. den daha fazla bir yol...

Evden ayrılırken çok şey hissettiğimi söyleyemem...

Tuzgölü civarına geldik... Adana'ya gidiş istikametine göre yolun kuzey doğusuna düşen Paşadağı'nı görünce içime inceden bir acı düştü.

Deresinde tepesinde, o kadar çok yattım ki...

Farkında olmadan bu dağa sevdalanmışım.

Anlatılır gibi değil.

Sevdiğim her şeyden ayrılıyordum.

Ailemden, evimden, dağımdan...

Çaresizlikten mi isyan etmiştim yoksa isyan edince mi çaresizliğimi fark ettim bunu, tam bilemiyorum.


Bir anda "çocuklarımı bir daha göremeyeciğim" yönünde bir hisse kapıldım.

"Askerlik şimdi başladı" diye düşündüğüm ilk an bu oldu.

Adana'yı durmadan geçtik, vakitlice Antep'e varmak istiyorduk, öyle de oldu. Gece burada konaklayacaktık da nerede? Hava kararmış, yalnızlık duygusu saklandığı yerden çıkmış, bana sorsalar, bizi arıyordu...

Saat 18:00 gibiydi. Arkadaşlarımızdan biri "Orduevinde kalabiliriz" şeklinde bir fikir üretti. Doğru ya, biz de artık subaydık. Sora sora orduevini bulduk. Resepsiyondaki asker, kesin bir lisanla yerlerinin olmadığını söyledi.

Aidiyet duygumuz ilk günden derin bir yara almıştı.

Zaman içinde, özellikle büyük yerleşim yerlerinde hep benzeri hallere şahit oldum.

Kendimizi kent merkezine attık. Bir otel bulup yerleştik. Otele çok yakın bir yerde de yemek yedik. Elimi sürdüğüm her şeyden tiksinti duymaya başlamıştım. Bu duyguyu beynimin arka planında yatan çaresizlik duygusundan kaynaklandığını tahmin ediyorum. Suratım asılmış, tabir-i caizse "çekilmez" olmuştum. Yorgunluktan erken bir vakitte yattık.

Ertesi sabah üstünkörü yapılan bir kahvaltıdan sonra Urfa istikametine doğru yola çıktık. Urfaya vardığımızda şehrin ünlü çarşılarını dolaştık. Görev yerlerimize ulaşmadan önce son bir kere daha, olası ihtiyaçlarımızı buradan giderdik. Mardin'e gidecek olan Hamil Alnıaçık'la (Dolan Kralı) yemekten sonra vedalaşarak ayrıldık. Şimdi 2 kişi kalmıştık.

Hemen yola koyulduk, her geçen saat ortam daha ürkütücü bir hal alıyordu.

Resim

Biz de kuvveti çeneye verdik.

"Bak şu dağı gördün mü?"

"Şu tepeye bak!"

"Ben bir gün avdaydım... Aynı şu dere kenarı gibi bir yerden tam geçerken, o anda..."
şeklindeki ağırlıklı olarak coğrafi tariflerle dolu gevezeliklerin, aslında bizim varolan korkularımızı bastırmak için ürettiğimiz boş sözler olduğunun her ikimiz de farkındaydık.

Gözünüzün gördüğü her yer karla örtülüydü. "Lastik patlarsa ne yaparız?" diye ilk defa burada düşündüm. Tubless lastik şimdiki gibi yaygın değildi. Ankara içinde bile, bu onarım işini hakkı ile yapabilecek tamirci sayısı sınırlıydı. Her ihtimale karşı sürekli olarak yanımda iç lastik taşırdım.

Bitlis üzerinden Van'a giderken Tatvan'a geldiğimizde, gücümün tükendiğini hissettim. Orada bir gece konaklamaya karar verdik.

Resim

Tatvan, o tarihlerde çok küçük bir yerleşim yeriydi. Orduevinin Van Gölü kenarında olduğunu hatırlıyorum. Antep'de bir gün evvel görmüş olduğumuz davranışı gözardı ederek yine resepsiyona müracaat ettik. Çünkü, ikinci bir seçeneğimiz yoktu.

- Bir gece kalmak istiyoruz, yeriniz var mı?

- Var komutanım. Hemen odalarınızı hazırlatayım. Eşyalarınızı almak için de bir görevli çağırayım.

- !..


Bu sıcak ilgiden o kadar çok hoşlandık ki,tarif bile edemem. Odalarımıza yerleştikten sonra tesisin lokantasında da yemek yedik. İnanılmaz ölçüde bir güven duygusu hissettim.

Ertesi sabah erkenden yola düştük. Van'dan Yüksekova istikametine ayrıldıktan sonra işin rengi iyice değişti. Değişmeyen tek renk karın beyazlığı idi.

Yol boyu, in cin top oynuyordu.

Resim

Zaman zaman yol kenarında durup içine gireceğimiz vadiyi seyrediyorduk. Yol boyu ne bir tabela ne de yolu soracağımız bir Allah'ın kulu vardı. Arabamda yedek olarak 20 Lt. benzin de olsa, bu yeterli güveni bize sağlamıyordu. Aşağıdaki fotoğraf karesini her gördüğümde arkadaşımla aramızda geçen konuşmalar aklıma gelir. Bana "Doğru yolda olduğumuzdan emin misin? diye sorduğu anda yüzündeki, ifadeyi hiç unutmayacağım.

Resim
Uzun ince bir yoldayım...

Resim
Hoşap Kalesi

Gürpınar - Güzelsu - Başkale üzerinden Bağışlı yol ayrımına geldik. Buradan sonra yol doğruca Hakkari'ye gidiyordu. Dilimize dolanan tekerleme, bizi her geçen saat daha da düşündürüyordu.

"Burası Hakkari, buradan öte yok gari"

Yol boyunca fotoğraf çekiyordum. Gördüğüm manzaraların beni heyecanlandırdığı tartışılmaz da olsa kafamdaki bazı sorular hala yanıt bulamamıştı.

Evden çıkalı 3 gün olmuştu ve ben hala yoldaydım!

Hakkariye yaklaşırken fotoğraftaki gibi -yanlış hatırlamıyorsam- 2 geçitten geçtik. Buraya ilk defa gelen yabancılara "Hakkariye gelirken, geçite vardığında aklını oranın tavanına asacaksın, kısmet olur da geri dönersen alıp gidersin" şeklinde bir espri yaparlarmış.

Resim

Aklımı tavana hiç asmadım ama, hala aklım oralarda!
Kısmet olursa önümüzdeki sene tekrar Hakkari'ye gitmeyi düşünüyorum


Zapsuyu, kimi zaman yanımızdan akıp giderken, kimi zamanda onu sadece çok yukarılardan görmemize müsaade ediyordu.Yol o zaman tamamen topraktı, ama manzara gerçekten müthişti.

Resim

İlerledikçe pekçok insan tarafından ürkütücü diye nitelendirilebilen bu yol, bana büyük bir keyif veriyordu. Her gördüğüm tepeye çıkıp avlanmak istiyordum.

Ta ki o çığı görene kadar.

Daha sonra öğrendiğime göre, çığın sürükleyerek beraberinde getirdiği kar kütlesi o kadar büyük olurmuş ki, kısa süreli de olsa Zap Suyu'nu durdururmuş. Daha sonra kardan oluşan bu set su basıncı ile aniden yıkılınca, Zap Suyu, zaptedilmez bir hale gelir, önüne ne gelirse silip süpürürmüş.

Resim
Çığ, iki ayrı noktada karayolunu kesmiş.

Resim
Sarı çerçevenin içinde ayakta duran bir şahıs var

Resim
Zapsu'yunun ne zaman, ne yapacağı belli olmaz.

Akşama doğru nihayet Hakkari'ye vasıl olduk. Nöbetçi subayı bize yatmamız için dar derin bir yatakhanede yer gösterdi. Yorgunluktan bitap bir şekilde uyuduk.

Sabaha doğru çok erken bir saatte birinin telefonda "Bora Bora" diye bağırdığını duyunca çok sevindim. "Beni Ankara'dan arıyorlar" diye hoplaya zıplaya yataktan fırladım. Yandaki oda telsiz odasıymış. Burnumu sokup baktığımda, telsiz operatörünün sürekli "Bora Bora Bora" diye bağrıştığını bir kere daha duydum da, karşı tarafın "Ankara" olduğu yönünde şüpheye düştüm!

Kısa bir süre sonra bunun saat başı yapılnan bir "haberleşme" askeri adı ile "çevrim" olduğunu kavradım. Alay, kendisine bağlı taburlarla irtibat kurarak bir vukuatın olup olmadığını öğreniyordu.

Alayın kullandığı kod adı "Bora" imiş.

Sizce, hangisi daha acılı ve zor bilmiyorum ama şimdilik (!) "eşekten düşmüş gibi oldum" diyelim.

At için, bir süre daha beklemem gerekecekmiş!

Sabahın buz gibi havası yüzümü yalarken kar yanıbaşımda, Sümbül Dağı ise karşımdaydı.


Saat 10:00 gibi alay komutanının bizi çağırdığını söylediler, doğruca odasına gidip önce "esas duruş" gösterdik. Daha sonrada kendimizi takdim ettik. ".....Mehmet Emin Bora, emret komutanım". Komutan son derece babacan bir tavırla önce hal hatır sordu. Bizlerle uzun uzun sohbet ederek mesleğimizi ve ilgi alanımızı öğrendi.

Sıra bana gelince "Hem avcı hem de fotoğrafçı, çok güzel seni Şemdinli'ye verelim, oraları çok seveceksin, yeşilin 40 ayrı tonunu gözünle bile ayırd edebilirsin, hadi bakalım görev başına" dedi.

Selam vererek odadan çıktık. Arkadaşım peyzaj mimarı olduğu için alayda kalırken, bana da Şemdinli yolu göründü. Benden önce gelen bir asteğmenle beraber Şemdinli'ye gitmek için yola koyulduk. Önce Yüksekova'da bulunan Seyyar Jandarma Taburu'na gidecektik. 80 Km. civarında olan yol toprak olduğu gibi aynı zamanda taşlıydı. Kısa süre sonra arka lastiğim patlamış, korktuğum da başıma gelmişti. Sadece patlasa iyi, yarılmıştı. Yedek lastiği takıp yola devam ettik. Yüksekova'ya gelince içime bir korku düştü.

Ya bir daha lastik patlarsa!

Arabayı, izin alarak tabur içinde bulunan kapalı bir garaja koydum. Tabur komutanı olan yüzbaşı bize yatacak yer verilmesini emretti. Dr. Asteğmen, yatacak yer olarak sadece hastaların bulunduğu koğuşta yer olduğunu ancak buradan bir kaç yatak ayırabileceğini söyledi. Öyle de oldu.

Şemdinli'ye gitmek için uygun bir durumun doğmasını beklemeye başladık. Bir haftaya yakın bir süre orada kaldık. Hastaların inlemeleri zaten zor geçen gecelerin tuzu biberi olmuştu.

Bizim dışımızda Şemdinli'ye acemi er sevkiyatının olacağını duyduk.

Bir sabah taburun bahçesine 5-6 tane Unimog sıralandı. Arkasında sıra sıra erler oturuyordu. Bizler de bu araçların ön tarafına oturduk. Yüzbaşı bizim için "Bunlar da acemi, araç komutanlığı yapamaz" diyordu ve haklıydı. Daha sonra bizim yanımıza gelerek, gerekirse askere müdahale etmemizi sıkıca öğütledi. Daha kıdemli bir asteğmen de konvoyun başındaki araca bindi.

Şemdinli'ye gidiyorduk.

Yolun çok bozuk ve karla kaplı olduğunu gördüm. Ben bu tür yollara, avcılıkla olan ilişkimden dolayı fazlası ile alışkınım ama, şu an için direksiyon zorunlu olarak bende değildi!

Harita üzerinden Yüksekova-Şemdinli arasına bakarsanız 50 km. civarında bir mesafe olduğunu görür ve yolculuğun 1 saat gibi bir zaman alacağını düşünürsünüz. Ama gerçek, hiç de düşündüğünüz gibi değildir. Çünkü Şapatan Geçidi'nin o an size ne hazırladığını bilemezsiniz.

Unimog'lar son derece yavaş bir hızla yol alıyordu. Yolun çok kötü olmasının bunda büyük bir payı vardı. Ayrıca kaza riskini sıfıra indirmek amacını taşıyan bu halden ötürü Şemdinli'ye varışımız 3 saati aşkın bir zaman aldı.

Tabii ki Şapata Geçidi'nin bize yaşattığı zor anlar işin tuz biberi oldu.

Geçide geldiğimizde Şemdinli'ye mal götüren bir kamyonetin geçidin hemen başında çamura saplanmış vaziyette kalmış olduğunu gördük. Çaresizlik içinde ikinci bir aracın gelmesini bekliyorlardı. Bizim geldiğimizi görünce çok sevindiler. Önde oldukları için yolda kalmaları artık olanaksızdı! Hep beraber çamura saplanan bu aracı ite kaka tekrar yola soktuk. Bu işlem, geçit bitene kadar da devam etti.

Resim

Resim
Şapatan Geçidi

Resim
Balçık haline gelen çamurda, çok zor ilerliyorduk.

Şapatan Geçidi hakkında, yıllar sonra Sn. Uğur Dündar bir program yapmış, kış şartlarının burada ne denli zor geçtiğini, Şemdinli'den Van'a gidecek tek yolun bu olduğunu, dolayısıyla yaşanan zorluğunu uzun uzadıya anlatmıştı.

Öğleden sonra Şemdinli Seyyar Jandarma Taburu'na vasıl olmuştuk. Taburun içinde, garaja yakın bir yerde asteğmenlerin yattığı bir barakada yer gösterdiler. "Nerde yatacağım?" diye sorduğumda "Nereyi boş bulursan orada" şeklinde bir cevap aldım!

Ankara'dan yola çıkalı nerdeyse 13 güne yakın bir zaman geçmişti.

Nihayet görev yerime gelmiştim...

Daha doğrusu ben böyle zannetmiştim.


Sabah 09:00 gibi tabur komutanlığına vekaleten bakan üsteğmenin odasına çağrıldık. Yanlış hatırlamıyorsam 3 asteğmen aynı anda odaya girdik. Sırayla "Esas duruş" gösterip künyemizi seslendirdik. Yavuz Göksel ve Sadık Ercan üsteğmenlerle ilk defa karşılaşmamız bu şekilde oldu.

"Rahat" komutu ile bu duruşa geçtik. "Nasılsınız, dün gece iyi uyuyabildiniz mi?" diye sorunca arkadaşlarım başladılar anlatmaya, "şöyle yattık böyle yattık" gibi... Ben "şrrraaak" diye topuk selamı ile tekrar "esas duruşa" geri döndüm. İkinci bir emirle de gösterilen yere oturdum.

Eğirdir'de böyle öğretmişlerdi.

Bir müddet sohbetten sonra arkadaşlarımdan ikisini güney doğuda bulunan hudut karakollarında görevlendirirken, beni de Çatalca Seyyar Jandarma Karakolu'nda takım komutanı olarak görevlendirdiler. Dışarı çıktığımızda görev yerimizi nihayet anlamıştık.

Arkadaşlarımla daha sonra haberleştiğimde görev yerlerine "atla" ve 2-3 gün süren bir yolculuk sonunda gittiklerini öğrendim.

Ben şanslıydım!

Bu şansımın, "esas duruş"dan kaynaklandığını ise 2 sene sonra öğrenecektim.

Arabam hala Yüksekova'da lastik bekliyordu. Bana bir jeep verdiler. Çatalca Takım Komtanlığı'ndaki görev yerime bu şekilde gittim.

Çatalca, Şemdinli ile Yüksekova arasında ve Van'a doğru gidildiğinde yolun kuzey doğusuna düşen bir yer. Ana yoldan içeriye doğru 4-5 km. girilmesi gerekiyor. Şemdinliye de 20-25 km. civarında bir uzaklığa sahip.

Karakolda beni bir assubay karşıladı. Yarım saat kadar bir süre bana genel bilgi verdikten sonra, "Şimdi bir tutanak tutacağız, burada ne var ne yoksa size teslim edeceğim, tutanaklar burada, ben bunu siz gelmeden önce hazırlamıştım, herhangi bir problem de yok" dedi.

Bu arada beni getiren aracın, onu geri götüreceğini de satır arasına sıkıştırdı.

Okuldaki eğitim sırasında, böylesi durumlarda ne yapılması gerekir şeklinde bir eğitim almadık ki!..

E araç da bekliyor!

Karakol sayılır mı?

- !..

Sayılırsa nereleri sayılır?

- !..

Ne bileyim ben!


Önemli olsa gerek ki, assubay "şu kadar mermi var ben saydım, isterseniz bir de siz sayın" diye koca bir sandık G3 mermisini daha içeri girerken önüme koymuştu. Bir tane 45 kalibre toplu tabanca ile bir de MP5 teslim aldım. Bunlar da kişisel silahlarımmış.

Uzatmayalım, bastık imzayı aldık karakolu!

Senedin mürekkebi bile kurumadan assubay çoktan gitmişti bile...


Ortada görünen 40 er 3 onbaşı 3 çavuş bir de ben vardım.

Bol miktarda dağ, pek çok temiz hava, buz gibi akan dere, bu envantere dahil değildi.

Aklıma Tuzla Piyade Okulunda oynadığımız oyun geldi. Başa "hudut karakolu" yazmıştık ama ben Hakkari'den kazanmıştım. Şimdi ödülü son kuruşuna kadar hakettiğimi düşündüm. "Hudut Karakolu" şartı da oluşmuştu.

Resim
Eski adı "Diman Seyyar Jandarma Karakolu"


Erdal SARIZEYBEK, 17 Kasım 2010
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!

Re: Şemdinli-Çatalca'da Bir Komutanın Hatıratı

İletigönderen Oğuz Kağan » Pzt Kas 22, 2010 3:14

Şemdinli-Çatalca'da Bir Komutanın Hatıratı - 2. Bölüm

Çatalca Seyyar Jandarma Karakolu Şemdinli / 1976


Çatalca Seyyar Jandarma Karakolu'nu senet karşılığı teslim almıştım. Yine senetle bir diğer görevliye teslim edene kadar bu karakolun takım komutanıydım.

Çavuşu yanıma çağırarak ertesi sabah saat 08:00'de takımın tamamını içtima alanında toplamasını istedim. "Emredersiniz" dedi ve gitti.

Sabah 08:00 de ben de alandaydım.

Erlerin kiminin ayağında postal, kiminin ayağında kara lastik, kiminde ise çizme vardı. Saçlar da uzamıştı. Veli Çavuş tekmil verdi. Kısa, ama kararlı bir konuşma yaptım. İlk olarak "temel eğitimlerin" yeniden başlayacağını duyurdum. İkincisi de genel düzenle ilgiliydi.

Herkes en kısa sürede askere benzeyecekti.

Kararlı konuşmamdan anlaşılmış olacak ki, erlerin bir kısmı traş olurken, bazıları da üstüne başına veya dolabına çeki düzen veriyordu.

Onlar için zaten soğuk olan hava, biraz daha soğumuştu!

Bir sonraki gün sabah saat 08:15 de belden yukarısı çıplak ellerinde G3 silahı olan 30 adam ve ben, ana yola doğru koşuyorduk. Bu eğitim aralıksız bir aya yakın bir zaman sürdü. Başta mızırdananlar olsa da, aramızda 10 yaş vardı ve benden utandıkları için koşuyorlardı.

Her geçen gün bana karşı hafif hafif de olsa ısınmaya başlamışlardı. Çünkü, yapılmasını istediğim her şeye ben de katkı koyuyordum.

Koşular sırasında türkü söylüyorduk. Sesi çok güzel olan erler vardı.

Çavuşun "Komşu gızını (!) zapteyle" şeklindeki ikazına, koro olarak "yaylalar yaylalar" diye hep beraber cevap veriyorduk. Bu cevap, komuşuya "yani sen bilirsin!" şeklinde bir gönderme içeriyordu. O anda erlerin yüzlerinde oluşan hinlik görülmeye değerdi.

Şarkı ve türkülerle süslediğimiz sabah koşularında kat ettiğimiz mesafe, 10 km.'yi çoktan geçmişti.

Ana yol üzerinde bulunan Durak Sabit Jandarma Karakolu'na kadar gidip geri geliyor ve bu koşudan sonra en az bir saat kadar bir süre de silahlı eğitim yapıyorduk.

Başta köylüler olmak üzere, bizleri görenler şaşkınlık içindeydiler.

Eğitimin "zorunlu" olması yerine "keyifli" olmasını istedim. İzlediğim odur ki, insanlar her ne olursa olsun bir şeyi isteyerek yapıyorlarsa çok daha özverili oluyorlar. Bu halin oluşması için de, o işten zevk almaları gerekiyor. Ben de bunun oluşması yönünde çaba sarf ettim.

Yarışmalar düzenlemek sureti ile rekabet ortamı yarattım. Timlere ayırıp, gece karanlığında karakola sızma hareketi düzenledik. Eldeki imkanlar nispetinde kamuflaj çalışmaları yaptık. Yarışmalar düzenledim. Takımın "en hızlısı" veya "en güçlüsü" sıfatını kazanabilmek için çok ter döktüler. Onlar "sıfat" kazanırken, ben de onların "sağlığını" kazandım. Bunun ne denli önemli olacağını ilerideki günlerde görecektik.

Kamp yeri ve çadır kurma konusunda çeşitli eğitimler yaptık. Yaptığım her şeyin nedenini sabırla anlattım.

Katılımcı olmalarını sağlamak için zaman zaman "Ben burasını bilemedim! Bu işi çözecek biri var mı?" dediğimde pek çok fikrin hızla üretildiğine şahit oldum.

Resim

Akşamları da yemekten sonra ders yaptık. Komando okulunun bana kazandırdığı bilgilerin çok büyük ölçüde faydasını gördüm.

Ankara'dan getirdiğim kitaplardan, onlara hikayeler okumak sureti ile zaman zaman da olsa ortamı yumuşatma gayreti içinde oldum.

Aziz Nesin hikayelerini çok sevdiler.

Herşeyi onlarla beraber paylaştığım için, beni kısa zamanda zorlanmadan kabullendiler.


Bunda, haftada bir kere kesilen koyunun kavurma yapılarak yenilmesinin önemli bir rolü oldu.

Et pişiyor ve askerlere eşit olarak dağıtılıyordu.

Kalırsa, ben de yiyiyordum.

Yemek sırasında yemek adabı ile ilgili bilgiler veriyordum.

Resim

Bu davranışımın, onların bana bakış açısının değişmesinde çok büyük bir etken olduğunu zannediyorum. Daha evvel böyle bir tutuma hiç şahit olmamışlar. Komutana etin en güzel yerini öncelikle ikram etmek, alışkanlık (!) haline gelmiş.

Resim
Pazar günleri kavurma keyfi yaşanırdı

Resim
Boş zamanlarımızda, fotoğrafçılık konusunda onları bildiğim kadarı ile aydınlatmaya çalışırdım.
Bunun da faydasını ilerleyen zaman içinde görecektik.


Süreç içinde onlara söylediğim pek çok sözün özünde, temel olarak iki ana mesajı vermeye çalıştım.

1- Hududu bize teslim ettiler. Burayı her ne pahasına olursa olsun, namusumuz gibi koruyacağız.

2- Aileniz sizleri asker ocağına sağlam teslim etti. Ben de sizleri, evinize sağlam olarak geri göndermek istiyorum.

Tabii ki arkadan gelen cümle de "Bunun böyle olmasını istiyorsanız benim dediklerime harfiyen uyacaksınız. Yani çalışacaksınız." oluyordu.

490 ve 499 no'lu hudut taşlarının arası bana ve askerlerime emanet edilmişti. Karakolun bulunduğu yerleşim yeri ise, sonduraktı!

Benden önce, bu durumu belirten herhangi bir şey yoktu. Fotoğrafta görülen bariyeri ve nöbet yerlerini askerlerimle beraber yaptık. Karakolun havası değişti. Arka planda görülen karlı yamaçların hemen arkası da İran topraklarıydı.

Bundan 30 sene evvel dağ karakoluna 2 torba çimento bulabilmek başlı başına bir işti.

Ekmek yoktu ki çimento olsun...


Resim
Çatalca Seyyar Jandarma Karakolu
1976 / Şemdinli
-Diman-


Karakolun arkasında sadece Tisi Köyü vardı, o da tanpon bölge içindeydi.

Resim
Tisi Köyü'nün üstten çekilmiş bir fotoğrafı

İran'la olan hududumuzu, aradaki dağ sinsilesi belirliyordu. Yakın çevremdeki 4 köyün her birinde, 25-30 kişi yaşıyordu ve köyler birbiri ile yakın akraba ilişkisi içindeydiler.

Toplam mevcudumuz 30 ila 40 kişiden ibaret olsa bile, gerektiği zaman bu sayı artabiliyordu. Büyük bir aile gibiydik. Her sabah görev taksimi, yapılırdı.

2 kişi nöbete.
2 kişi devriyeye
1 kişi telsiz başına,
2 kişi çamaşıra,
3 kişi oduna,
3 kişi ekmek yapmaya
1 kişi koyun güdmeye,
2 kişi mıntıka temizliğine,
3 kişi yemek yapmaya,

Geriye kalan!

-!..

Onlar da eğitime...

Üç aşağı beş yukarı her gün yaşanan fiili durum buydu.


Resim

Ekmek yapanlar işinin ehli olmuştu

Resim
Her sabah 150 veya 160 adet yufka açardık. İkinci bir seçeneğimiz yoktu.

Resim

Tabiat şartlarından ötürü ulaşım sık sık kesildiği için, bir yıl içinde tüketeceğimiz et miktarı hesap edilir ve bunun karşılığı olan kasaplık hayvan, canlı olarak bize teslim edilirdi. Bu sayı toplam olarak 50 civarındaydı.

Resim
Koyunlarımız, o yıl kuzulamıştı...

Ahırımız vardı!


Dolayısıyla istesek de istemesek de çobanımız da olacaktı. Bunun için erler arasında öncelikli olarak bir gönüllü bulurdum.

Yaklaşık olarak aradan bir aya yakın bir süre geçti. Her sabah mutad ziyaretini yapan Veli Çavuş, bana makam aracımın olduğunu, istersem bunu hemen getirebileceğini müjdeledi.

Sevindim tabi.

Hemen "Araç nerde?" diye sordum.

Aldığım cevap tam anlamıyla sıra dışıydı.

- Tavlada.

- !..

-Şemdinli'deki ahırda komutanım... İki tane... Biri at, diğeri katır.

- !..


Kış şartları çok ağır geçtiği için, binek hayvanları sonbaharın sonunda Şemdinli'ye götürülürmüş. Çavuş yanına bir asker alıp bunları takıma getirebileceğini söylüyordu.

Şaşkın şaşkın "olur" demekten başka seçeneğimin olmadığını fark ettim.

Bir sabah erkenden gittiler, hem de yaya...

Akşama doğru da muzaffer bir komutan edası ile döndüler.

Atlı, katırlı!

Bugüne kadar sadece eşeğe binmişim.

Bu önemli bir fırsattı, önüm açılmıştı!

Basamak basamak da (!) olsa önüme yükselme fırsatı çıkmıştı...

Hatta, sabırsız davranıp bir hamlede en yükseğine (!) yerleştim.


Resim
Ata ilk binişim

Yalnız gözardı edilemeyecek bir sorunum vardı.

Atın eğeri yoktu!


Bir süre, kızılderililere özenerek gösterdiğim azim, "güney nahiyemdeki" kızarıkların azması sonunda bu hevesimi dumura uğrattı. O sıralar maaşımın önemli kısmını "pişik" kremlerine harcadığımı hatırlıyorum.

Varolan eğeri tamir edebilmek için çok gayret sarfettim. Bu sebatlı çalışmanın arkasında acılarım (!) yatıyordu.

Ben, makam aracımın yürüyüş takımları ile cebelleşirken katır da kendi havasındaydı...

Ne laftan anlıyordu, ne de sözden...

Tek takılıyordu!

Üzerine biraz varsanız, tüm dişlerini bir anda göstererek, o da sizin üzerinize geliyordu.

İlk bakışta "sırıtıyor" gibi görünse de, mizah anlayışının yeterli olmadığı yönünde bir kanaate sahiptim.

Özde, mevcut durumdan ne at ne de katır memnundu.

Çok sürmedi zaten. Bir sabah her ikisi birden toz oldular.

Beni aldı bir telaş. Hemen çavuşu çağırıp sordum.

- Bu ne iş? Ne olacak şimdi? Nereye gitti bu hayvanlar?

Veli Çavuş, bir bilge adam edası ile sorumu cevapladı.

- Merak etmeyin komutanım. Onlar (!) Şemdinli'ye tabura dönmüşlerdir.

- !..

- Yani, ne demek bu?

- Komutanım yani nasıl desem... Ihh...

- "Veli Çavuş ne diyeceksen de, daraldım artık"
demem üzerine gerekçeli açıklama hemen geldi.

Kışın, tavlada son derecede iyi beslenen hayvanlar öncelikle "rahata" alışırlarmış! Karnı doyunca da diğer cinsleri ile melenkolik ilişkilere girerlermiş. Bu hal, bazı durumlarda sapkın ilişkilerle de sonuçlanabilirmiş!

Katırın ata, veya atın katıra sevdalandığı haller olabilirmiş...

Bizim karakoldan organize bir şekilde tüymelerinin altında, bu sebep olabileceği gibi "Arpa dolu mutlu günlerin özlemi" de ağırlıklı bir ihtimalmiş!

Gördün mü başımıza gelenleri!

Çaresiz Veli Çavuş'la bir er, yendien Şemdinli yollarına düşecekti...

Öyle oldu, yine bir sabah erkenden yola revan oldular.

Ertesi akşam Veli Çavuş'un bana anlattığına göre, tabura sızan iki kafadar, ahırdaki mutad yerlerinde, arpaya gömülmüş vaziyette bulunmuş.

E geri getirdik tabi...

Aş zamanı değil iş zamanıydı.


Çatalca Seyyar Jandarma Karakolu'nda elektrik olmadığı için geceleri gaz lambası yakardık. Yemekhanede ve yatakhanede olmak üzere toplam 2 tane gazyağı ile çalışan lambamız vardı. Pompalarken fitili düşerdi. Demirbaş listesinde bir adet jeneratör görülüyordu. Ama çalıştırılması yönünde hiç gayret sarfedilmediği için, yıllardır yata yata hurda yığınına dönmüştü. Kağıt üzerinde "var" görülüyordu.

Hava erken karardığı için vakit geçirmek çok zordu, derme çatma bir barakada tahta bir masa ile demir karyoladan oluşan mobilyalarımın baş ucuna silahımı ve dürbünümü asardım. Soğuk kış geceleri odun sobası kullanarak ısınmaya çalışırdık. O da, bir anda ortalığı cehenneme çevirir, kısa bir süre sonra da hükmü tamamen geçerdi.

Duvarada oğlumun Ankara'dan gönderdiği resimler, önümde ise uzun günler vardı.

Kırık dökük bir teypten Erol Evgin'i dinlerdim.

"Gel sen ne çektiğimi bir de bana sor"


Akşamları, her asker gibi gün sayarken, her günün doğuşunda şevkle işime sarılırdım.

Resim
Gel sen ne çektiğimi bir de bana sor

Gün içinde yanıma 5-6 tane er ve bir erbaş alır, keşif gezilerine çıkardım. Bu, tabur komutanının emirleri doğrultusunda yapılan bir işti. Arazideki "kar" durumu özellikle izlenirdi. Çok sarp dağların bulunduğu yörede, koyun kaçakçılığını kendine iş edinenlerin, yol olarak kullanabileceği dereleri ve dağdaki geçit yerlerini sürekli kontrol altında tutardık. Koyun ve kaçakçı izi arardık.

Resim
Atmaca Karakolu civarında arazi kontrol çalışması

Resim
Dağların ne başı ne de sonu vardı

Yöreyi iyi bilen köylüleri, zaman zaman da olsa rehber olarak yanımıza alırdık. Tisi Köyü'nde yaşayan Siso, bu işin tam anlamı ile ustasıydı. Ondan rehberlik yapması için yardım istedik. Tanpon bölgenin en yüksek tepesine "Kartal Seyyar Jandarma Karakolu'nu kuracaktık. Buradaki mevcut durumu yerinde görebilmek için bir keşif kolu kurdum. Sabahın köründe başladık tırmanmaya. Kars'ın Selim Kazası'ndan gelmiş olan bir er vardı. Dağlarda uçarcasına gidiyordu. Onu, öncü yapmıştım. Yerel bir rehberle önden gidip, tırmanabileceğimiz kolay güzergahları tespit ediyorlardı.

Resim
Mevsim itibarı ile çığ tehlikesi vardı

Zirveye varan yol çok uzun ve karla kaplıydı. Ayaklarımızda normal ayakkabı olduğu için sırılsıklam olmuştuk. Karakolun bulunduğu yerden doruğa ulaşmamız, yaklaşık olarak 7-8 saatlik bir zamanımızı almıştı. Yerel rehberlere sık sık, urkekliğinin burada bulunup bulunmadığını soruyordum. En nihayet bana "ağnandığı" yeri ve ayak izlerini gösterdiler. Ağnağa, koca bir tencere rahatlıkla oturtulabilirdi. Çok heyecanlandım. Rehberler bu halimi ve ilgimi görünce "Vallah köyde bir tane vardir... 2 sene evvel furmuşiz" dediler.

Resim
Şehit Dağı Zirvesi

Bu gazla daha da hızlandım. Öğleden sonra saat 15:00 civarında zirveye ulaştık. Bu noktadan arazinin her yerini rahatlıkla görebiliyorduk. İran'a ait Rızaiye kasabası zor da olsa görülebiliyordu.

Kar çoktu ama, ne koyun ne de kaçakçı izi vardı.

Görev bitmişti.

Bitmişti de nasıl geri dönecektik!

Ben kara kara düşünürken Siso;

- "Komutan sen korhirsin!" dedi...

Birden bire sinirlendim ve;

-" Ulan şimdi ben niye korkacam, kimden korkacam!" diye terslendim.

- "Sen benim gibi yapabilirsen!"

Hiç düşünmeden;

- "Yaparım tabi." dedim.

- "Bah hele baa..."

Bu karşılıklı diyalogtan sonra Siso, kafasına taktığı sarık kılıklı şapkayı başından bir hamlede çıkardı, eli ile bir iki düzeltti ve hızla yerdeki karın üzerine ağzı yukarı gelecek şekilde vurdu.

Şapka manda pisliği gibi yere yapıştı.

Siso, ellerini havaya doğru kaldırarak, ayaklarını topladı ve küt diye şapkasının üstüne kıç üstü kendini bıraktı.

Ve Siso uçtu...

- !..

Siso yok!

- !..

Artık aramızda değil!

Karda yaklaşık 60 derece olan bayırdan aşağı bir gitti, pir gitti.

Abartmıyorum 10 sn. sonra Siso gözden kaybolmuştu.

- !..

Normal zaman olsa kıvırtabilirsin. Çamura yatarsın... Bu senin, ana sütü gibi hakkın.

Durum buna fazlası ile müsait...


Ama şimdi beni gözleyen askerlerim ve rehberler var!

Ben ne yaparsam yapayım, en geç yarın bu saat, Hakkari kesin de, İran'da dahi duyulur.

- He vallah gomitan korhmiştir...

- De hele... Kimdir o?

- 5 krş'u furan cenderme astegmen..

- Vıııyyy

- !..

Karizma ya var ya da yok!

Saat o saat...


Kep de, üstüne oturulacak gibi değil!

Mamiya C 330 var!

30-06 var!

A5 var!

- !..


Kırıkkale'de MKE'de çalışan Halis isimli bir erim vardı. Onun yanına bir er daha verdim.

Malzemeleri onlara , canımı da Yaradan'a teslim edip, saldım kendimi kıç üstü bayıra...

Gidiyorum...

Kısa sürede fark ettiğim şey, asla ayağınla yavaşlama girişiminde bulunulmaması gerçeği oldu.

Hangi ayağımın topuğu ile frenlemeye çalışırsam, o yöne doğru yan dönüyordum.

Bir kere döndün mü!

Geçmiş olsun!

Siso'nun aşağıda mevzilenmiş, hain hain bu sahneyi beklediğine adım kadar eminim.

Avcılara has o özel duygu, derhal devreye girdi.

Hızla karar verdim.

Asla fren yok!

Hatta ayaklarımı hafifçe havaya kaldırararak tamamen şase (!) üzerinde gitmeye başladım.

30 sn. sonra Siso'nun yanındaydım.

Resim
Kırmızı daire içinde olan ben... Bu fotoğrafı bizler kayarken Halis isimli er çekti.
Kendisine ne kadar teşekkür etsem azdır.


Resim
Kırmızı kalemle çizdiğim güzergah kaydığım dağ yüzünü gösteriyor.

Şimdi size anlatacaklarıma inanmayabilirsiniz. En kutsal bildiğiniz değerlerin üzerine yemin ederim ki, belimdeki tabancanın namlusu karlı zemine sürtünmekten yanmıştı!

Hem de deri kılıfın içinde olmasına rağmen. Tabii ki kılıfın ucu da, bundan böyle açık olarak kalacaktı.

Üstüne üstlük, mabadım donmuş, pantolon da yırtılmıştı.

Olsun!

Karizma yerindeydi ya...

Hepsinden önemlisi; o anda, içinde bulunduğum konum ve üstlenmiş olduğum görevlerin başarı ile sürdürülebilmesi için, her ne pahasına olursa olsun oradan kaymam gerekiyordu.

Ve gerisi önemli değildi.


Resim
Yerel rehberler. "Siso" ortada!

Apar topar takıma geldik. Islanan elbisemi çıkartıp kuru bir şeyler giydim. Çay içip, içimizi ısıttık. O gün öyle geçti. Ertesi gün de köydeki ur kekliğini görmeye gittim.

Resim
"Furilan" ur kekliği. Tost gibi yassıltıp duvara asmışlar.

Zaman zaman "Takımı içtima alanında topladım" gibi cümleler kuruyorum. İçtima alanı, aşağıdaki fotoğraf karesinde görülen yer...

Daha önemlisi, bu fotoğrafta arka planda "bulutlarla kaplı olan Şehit Dağ'ı görülüyor" yukarıdaki öyküde anlatmaya çalıştığım, kayarak indiğimiz dağ!

Farklı zamanda çekilen bu kareyi, yukarıdaki öykümüzü gözünüzde daha iyi canlandırabilmeniz için buraya aldım.

Resim

Arazi kontrollerinin ardı arkası kesilmiyordu. Bu yöreye has ve yanılmıyorsam endemik bir tür olan "Ters lale" ile ilk defa bu kontrol çalışmaları sırasında tanıştım.

Resim

Karın topraktan kalkması ile beraber keşifler sırasında tespit ettiğimiz hakim noktalara çadır kurararak "Seyyar Jandarma Çadır Karakollarını" oluştururduk. Yaklaşık olarak 30 km.''lik bir sınırı koruyordum. Bu hat üzerinde 3 tane çadır karakolum vardı.

Kula, Atmaca ve Kartal.

Her birinde yaklaşık 10 -12 asker görev yapardı. 10 er, 1 onbaşı, 1 de çavuş.

Burada nöbet, 24 saatti. Ne gecesi vardı ne de gündüzü...

Nöbet yeri, yeni tim gelmeden asla terk edilmezdi.

Cumartesi ve pazar kelimeleri anlamını çoktan yitirmişti.

Her karakol için en az 3 çadır kurardık. Biri yatakhane, diğeri mutfak üçüncüsünde de telsiz ve mühimmat bulunurdu. Malzeme ikmalini at ve katırlarla gerçekleştirirdik.

Resim
Kartal Seyyar Jandarma Karakolu'nun yolu

Aşağıdaki fotoğrafta bulunan sarı dikdörtgenin içinde Kartal Seyyar Jandarma Karakolu'nun çadırları görülüyor. Yanındaki kırmızı dairenin içinde de "yılkıya bırakılan atlar" var. Askerler devriye gezerken bu atları yakalarsa, sezon bitene kadar da onlara binme hakkı oluyordu.

Bunun için keplerini çıkarıp ata doğru uzatıyorlar, içinde yiyecek olduğunu düşünen at da ere yaklaşınca bizimkiler değme biniciye şapka çıkartacak kadar hızlı davranmak sureti ile ata hakim oluyorlardı. Şartlar onları usta bir binici yapmıştı.

Resim

Resim
Kartal Seyyar Jandarma Karakolu

Çatalca merkezde 4-5 asker ancak kalırdı. Ben merkez karakolunda kalarak koordinasyonu sağlardım. Benim o zamanki çağrı kodum "Aslan 7" idi. Her saat başına 10 dakika kala taburun telsizi, çevrime çıkardı. Sesler bugün ki gibi kulağımda...

- Aslan aslan... Aslan 7...

- Aslan 7 dinlemede.


Taburdaki telsizin kod adı "aslan"dı. Sıra ile her karakol, saat başı merkeze vukuat raporu verirdi.

Radyo da çalışmadığı için dünya ile tek irtibatımız bundan ibaretti.


Çadır karakollarının merkeze uzaklığı, konumuna göre 2 saatle 5-6 saatlik yürüme mesafesi içindeydi.

Resim
Hemem hemen hergün çevreyi dolaşır, olası ihtimalleri hesaplardım.

Atmaca
ve Kartal karakolları adlarına layık yerlere kurulmuştu. Bu karakollarına bırakın malzeme götürmeyi, yürüyerek gitmek bile başlı başına bir işti. Dolayısıyla ulaşım esnasında büyük sıkıntılar yaşıyorduk.

Resim
Kula Çadır Karakolu'nun yolu, en kolay olanıydı!

Zaman hızla geçiyor süratle ortama alışıyordum. Çevrede avcı olduğum duyulmuştu. Civar köylerde oturan köy sakinleri "hoşgeldin" demek için ziyaretime geliyorlardı, Bu, her komutan değiştiğinde yapılan sıradan bir işmiş. Bana böyle anlattılar. Jandarma, köylüyle en yakın ilişkide olan kolluk kuvvetiydi. Ben elimden geldiği kadar onlara sıcak ilgi gösteriyordum.

Sohbet sırasında laf lafı açıyor, konu kısa süre benim tarafımdan "avcılığa" getiriliyordu. Başlıyordum sormaya;

- Ayı bulunur mu?

- Çohtur

- Keklik

- O nadir?


Başlıyordum anlatmaya. Beş dakika sonra "Gev" üzerinde karar kılınıyordu. Hem de pek çok varmış. Anladığıma göre Irak'tan "sökün" kekliği geliyormuş.

Türk insanının silaha olan merakını hepimiz biliyoruz. Özellikle Doğu insanında bu tutku fazlası ile var. Yanılmıyorsam bunun böyle olmasında, var olan doğa şartlarının büyük etkisi olsa gerek. Bu durumu Şemdinli'de yakinen izledim. Dolayısıyla ortak paydamız "silah" gibi görünse de, ben "ava" onlarda "silaha, atıcılıktaki ustalığa" meraklıydı.

Sohbetin sonunda "E gomutan sen de iyi furabilir misin? diyerek topu bana atıyorlardı.

Ben de "evet vurabilirim" diye cevaplıyordum. Bir süre sonra bu diyaloğun sonu karakolun bahçesine taşınıyordu. Gelen yöre sakinleri "Hele bir daş dikah da furasan oni" diye beni denemek istiyorlar, ben de "dikmeyin havaya atın" deyince çok şaşırıyorlardı.

Havaya atılan 3-4 kutuyu otomatik tüfekle vurunca şaşkınlıkları had safhaya ulaşıyordu. O zaman en küçük para birimi 5 krş. idi. Son numaramız da havaya atılan 5 krş''u vurmak oluyordu. Bu sahneyi gören ok gibi toz oluyor, çok geçmeden bu basit gösteriyi izlemek isteyen yeni seyircilerle muhatap oluyordum.

Her geçen gün, yöredeki namım "5 krş. furan asteğmen" şeklinde yaygınlaşıyordu.

Yine köylüler gelmişti. Mutad sohbetin sonunda yine bahçede sahne aldık.

İçlerinden bir tütün sardığı tabakasını havaya atacağını ve bunu vurmamı istedi.

Sözlerini "Ama yivli silahla" diye bitirdi.

Tabakası kıymetliydi, o da bu şartı öne koşmakla onu koruyordu.

M.70 30-06 silahımı aldım. O da tabakayı fırlattı. Attım ve vuramadım.

Gözleri parladı. Artık konuşulacak yeni bir konu vardı. Yere düşen tabaka da az da olsa yamulmuş ve kapanmıyordu. Bu arada ben de tabakanın bir tarafının içinde ayna olduğunu gördüm.

- "Bu denemeydi... Şimdi senin istediğin taraftan vurayım da bir gör bakalım" dedim.

-"Temam o zeman, ayne tarafini furasin" dedi.

Hesabım basitti. Vuracağımı hissetmiştim.

Bir de ayna tarafına denk gelirse!

Şansım %50 idi ama ya tutarsa!

Olacakları şimdiden düşünebiliyordum.

O fırlattı ben de attım ve vurdum. İkimizde koşarak yanına gittik aynanın yerinde delik vardı.

Ağzından "Veahhh" gibi bir ses çıktı ve son misafirim de köyüne doğru uçtu...

Şans benden yanaydı.

Bu olay, Şemdinli'deki tabur komutanı tarafından da duyulmuş. Bir sabah çok erken saatlerde karakolun kapısına bir jeep dayandı. İçinden de son derece atletik yapılı bir yüzbaşı indi ve doğruca benim odama geldi. Tabur komutanı Yüzbaşı Cemal Özdemir ile tanışmamız bu şekilde oldu. Beraberinde bölük komutanlarını ve birkaç tane de sivil personel getirmişti.

Resim
Soldaki küçük daire Üsteğmen Yavuz Göksel - Karenin içindeki de ben.
Sağdaki büyük daire de Üsteğmen Sadık Ercan


Ben geldiğimde tabur komutanı İstanbul'da yıllık izindeymiş. Önceleri karakolu ve kayıtları bir güzel inceledi. Memnun kalmış olacak ki;

- "E asteğmen bugün bize ne yedireceksin? Öğlen yemeğine misafiriniz olacağım" demez mi!

Ne yapacağımı şaşırdım. Yiyecek olarak sadece "ayşekadın fasulye" vardı. Kenarından çıkan "kılçıkları" yemek sonrası "kürdan" olarak kullanabilirdiniz. Türlünün de ondan kalır yanı yoktu. Kuru bakliyat ise en az bir gün suda yatmalıydı ki yumuşasın!

Ben kara kara düşünürken çavuş yanıma gelerek "komutanım bir koyun keselim" dedi. Bu fikre cankurtaran diye sarıldım. Askerler bu işle uğraşırken ben de komutanın sorduğu soruları cevaplıyordum.

- Nasıl gidiyor eğitim?

- Çalışıyoruz komutanım

- Duyuyorum.

- !..

- Yörede kaçakçı izi var mı?

- Yok komutanım. Dün Kula Karakolunu'nun civarını gezdim. Hiç bir ize rastlamadık.

- Biliyorum, Kartal'a da gitmişsin.

- !..

Ben ne desem benden iyi biliyordu.

"Nasıl iş bu!"
şeklinde kendi kendime düşünürken, komutan lafı atış konusuna getirerek "Asteğmen sen iyi bir atıcıymışsın. Köylüler öyle söylüyorlar, tüfekle 5 krş.''u havada vuruyormuşsun da, tabanca da kullanabilir misin? demez mi!

Ne demem gerektiğini düşünmeme fırsat kalmadan belindeki tabancayı çıkaran komutan, askerlere bir şişeyi 10-15 metre öteye dikmelerini emretti. Askerler bir çırpıda emri yerine getirdiler.

Komutan bir süzdü, bir attı. Şişe parçalandı.

Yeniden nişan alarak bir daha attı, kırılan küçük parçayı vurdu.

Son olarak da şişenin metal kapağına nişan aldı, kapak ta uçtu...

Tom Miks gibi!

Gördün mü şimdi başımıza gelenleri.


Komutan "Sen de vurabilir misin asteğmen!" dedikten sonra tabancayı beklemeden bana uzatarak "Al bakalım görelim hadi" dedi.

Ben avcıyım, benim ne işim olur tabancayla!

Ne desem ki diye hızla düşündüm ve kibarca;

- "Komutanım ben duranı vuramam o benim işim değil, benim işim uçanla kaçanla. İzin verirseniz askerler havaya bir kutu atsınlar, ben şansımı öyle denemek isterim" dedim.

Yüzbaşı hayretle yüzüme bir baktı ve askerlere emir verdi.

- "Havaya kutu atın"

Asker attı ben de vurdum.


Yüzbaşı ayağa kalktı, önce bana şöyle bir baktı sonra da jeep'e bindi gitti.

İçimden "şimdi yandın oğlum" diye düşündüğümü gayet iyi hatırlıyorum.

Ertesi sabah saat 10:00 gibi jeeple bir astsubay geldi. Arabadan 1 kasa MG3 mermisi indirdi ve yanıma gelerek "Yüzbaşının emri var. Askerlere atış dersi vermenizi istiyor. Sizin de gözlerinizden öpüyor" dedi ve gitti.

- !..

Nasıl duygulandım anlatamam.


Erdal SARIZEYBEK, 17 Kasım 2010
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!

Re: Şemdinli-Çatalca'da Bir Komutanın Hatıratı

İletigönderen Oğuz Kağan » Pzt Kas 22, 2010 3:40

Şemdinli-Çatalca'da Bir Komutanın Hatıratı - 3. Bölüm

Çatalca Seyyar Jandarma Karakolu Şemdinli / 1976


Havalar yavaş yavaş ısınmaya başlamıştı. Keşif gezilerimizi hızlandırdık. Çadır kurulacak alanlar da belirlenmişti. Taburdan gelecek kesin işareti bekliyordum.

Çok sürmedi; "Çadır karakollarını sınıra taşı" şeklinde gelen emir üzerine hemen iş başı yaptık.

Üç grup oluşturdum.

Gruplar bir çavuş, bir onbaşı, 10 tane de erden oluşuyordu.

Çadırları hazırladık da kazıkları sıkıntı yaratıyordu. Yiyeceklerin pek çoğu (Ayşekadın fasulye!) konserve şeklindeydi ve büyük kutular halindeydi. Yatak döşek, çuvallarla un, yağ ve şeker.

Telsizler ve diğer mühimmatı da hesap ederseniz bir hayli yükümüz vardı. Her karakola bir de ağır makinalı tüfek gönderiyorduk.

Tabur komutanımızın emirleri doğrultusunda bu silahı kullanacak erlere özel atış dersi vermiştim. Kula Karakolu'na gidecek erlerin içinde Bursa'lı bir er vardı, Mehmet! Çok temiz bir gençti. Aile değerlerine bağlı, çalışkan ve elini taşın altına koyabilecek bir yapıya sahipti. Devletin malına gözü gibi bakardı.

Resim
Mehmet...../ Bursa

Ona güvendiğim için Kula Karakolu'nun ağır makinalısını ona emanet etmiştim.


Resim
Mehmet Emin Bora

Sorun, bu malzemelerin karakolların bulunduğu mahale nasıl taşınacağı idi.

Çavuşa sordum.

- Geçen sene bunları o dağlara nasıl çıkardınız?

- Atlarla, eşeklerle komutanım.

- Nerede bu hayvanlar?

- Köylüden almıştık komutanım.

- Tamam yine aynı köylere gidin, "komutan nakliye için hayvan rica ediyor" diye söyleyin.

- Başüstüne komutanım.

Veli Çavuşun gitmesi ile gelmesi bir oldu.

- Ne oldu çavuş?

- Hayvan yokmuş (!) komutanım.

- !..

- Hani vardı?

- E şeyyyy...

- Geveleme Veli!

- Komutanım onlar vermez de... Biraz ısrarcı (!) olursak yani...

- Ne yaparsanız yapın. Bu eşya dağa çıkacak.

- Emredersin komutanım.


Geçmişte yaşadığım bu olay için, yeri gelmişken şunu söylemek isterim.

Bugün 62 yaşındayım o günkü şartlar, benim o yönde bir emir vermemi icap ettiriyordu.

- Hoş bir durum muydu?

- Hayır.

- Bu günkü aklın olsa yine yapar mıydın?

- Kesinlikle "Evet".

- !..


Bu tespitimi aklınızın bir kenarına yazın. Yeri geldikçe bu konuya yeniden döneceğim.

Veli Çavuş yanına 3-4 asker alıp tekrar gitti. 2 saat sonra bir sürü hayvanı önüne katmış olarak karakola döndü. Ben de zannettim ki iş bitti. Yükleme işinin bu kadar zor olacağını nereden bilebilirdim ki!

Resim
Karakolun bahçesi. Arka plandaki yer ahır.
Görünen tek pencere benim yatak odam!


Karakolun bahçesi panayır alanına dönmüştü. Farklı köylerden gelen at ve eşeklerin kimi birbirini çifteliyor, kimi de aşktan gözü dönmüş bir vaziyette bir diğerini "punduna" (! ) getirmeye çalışıyordu.

İşin en kötü tarafı, yakalayabildiğimiz hayvanı 2-3 kişi zaptedemiyorduk bile...

Ön ayaklarının üzerine dikiliyor ve öyle bir çifte savuruyorlardı ki...

Sormayın gitsin. Çil yavrusu gibi dağlıyorduk.

O da vınnnn...

Hadi bakalım sil baştan.


Hasbel kader, tutabildiğimiz hayvana bir taraftan zor bela yüklediğimiz eşya, öteki taraftan daha da hızlı olmak kaydı ile anında yere iniyordu.

Dışarıdan bize bir bakan olsa, ne yaptığımızı asla anlayamazdı.

"Eşya indirme, bindirme yarışı" gibi bir durumu yaşıyorduk.

Resim
Kuyruklu Jeep!
Bu hayvanların arazideki performansı beni çok etkilemiştir.
O zaman, onlar için bu adı münasip görmüştüm.


Aradan bir saate yakın bir zaman geçti, ortada yükleyebildiğimiz bir tek hayvan dahi yoktu.

Yeniden Veli Çavuş'u çağırdım ve gürledim!

- Nasıl iş bu? Siz geçen sene nasıl dağa çıktınız?

- Şey komutanım... O zaman köylüler gelip (!) bize yardım etmişlerdi...

- Derhal o köylüleri getireceksin.

- Emredersin komutanım.


Aradan bir saat daha zaman geçti. Çavuş 6-7 tane köylüyü rica ederek (!) toplamış getirmişti.

Anlatılacak pek bir şey yoktu. Durum tüm vahameti ile ortadaydı. Onlar da zaten sormadılar.

Hemen işbaşı yaptılar.

İki un çuvalını yere uzatıkları (u) şeklindeki ipin üzerine yanyana yatırıyor ve ipe özel bir düğüm atıyorlardı. Daha sonra da "hop" diyerek iki çuvalı aynı anda katırın veya atın üzerine yüklüyorlardı. Yükleme işinde denge unsuruna çok önem veriyorlardı.

Biraz evvelki o azgın hayvanlar gitmiş, yerine kuzu kılıklı bu mahluklar gelmişti!

Köylüler de ha bire yüklüyorlardı.


Biraz evvel yırtına yırtına bağırmamızdan hiç bir şey anlamayan "at takımı", köylülerin onlara söylediği birkaç kelimeden çok şey anlamışlardı.

İletişimin, ne denli önemli olduğunu bir kere daha kavradım!

Resim
Çatalca Jandarma Karakolu Bahçesi
1977 / Şemdinli


Yüklediğimiz hayvanları, hemen gideceği karakola doğru yönlendirmeye başladık.

Resim
Kula Seyyar Jandarma Çadır Karakolu'na giderken

Resim

Kula Seyyar Jandarma Karakolu'na gitmek için, Çatalca Karakolu'ndan Şemdinli'ye giden ana yol takip edilir ve takriben 1 km. sonra yoldan sağa ayrılarak, aşağıdaki fotoğraf karesinde görülen derenin içinden yukarı çıkılmak sureti ile ulaşılırdı. Bu yol kolay ve güzeldi.

Resim
Küçük şelale

Resim
Kula Seyyar Jandarma Karakol'u Çadır Yerleri

Kula Seyyar Jandarma Karakolu'nun merkeze olan uzaklığı taş çatlasın 1.5- 2 saatlik bir mesafeydi. Geçen sene çadır kurulan yerler hemen hemen hazırdı. Çadırları yine aynı yerlere kurduk. Arka planda görülen büyük ağacın içi, bir insanı rahatlıkla içine alacak kadar genişti. Askerler, gaz tenekelerinde ısıttıkları su ile banyo ihtiyacını burada gideriyorlardı.

Bir süre sonra da Kartal Karakolu'nun malzemelerini atlara yükleyerek taşımaya başladık.

Resim
Kartal Seyyar Jandarma Çadır Karokolu'na giderken

Resim
Kartal Seyyar Jandarma Karakolu'nun yolu, çok zahmetli ama flora açısından çok zengindi.
Bitki örtüsünün atın boynuna kadar yükseldiğini çok iyi hatırlıyorum.
At, zaman zaman başını kaldırarak önünü görmeye çalışırdı.


Akşama doğru, seyyar karakolların malzemeleri yerlerine taşınmıştı. Per perişan yatağa uzandım. Şimdi işim daha da zorlaşmıştı. Kontrolüm altında olması gereken yer sayısı, bir anda birden, dörde çıkmıştı. Bu, bir anlamda dörde bölünmem demekti...

Yorgunluktan bitap düştüğüm için hemen uyudum...

Resim

Yemek işi her yeni gün problem olmaya devam ediyordu. Sabah çay, zeytin, peynir ekmek derken idare ediyorduk da öğle ve akşam yemeği gitgide kabusa dönüşmeye başlamıştı.

Karakola geldiğim günden beri, köylünün bana getirdiği hiçbir gıda maddesini kabul etmedim. Yağ, yoğurt, yumurta veya bal getirirler ben de onlara teşekkür eder, alamayacağımı ifade ederdim.

Karakolun kapısına bırakır giderlerdi. Günlerce öyle kalırdı...

Kesin tavrımı anlayana kadar bu durum bir süre devam etti. Sonra vazgeçtiler. İhtiyacımı karşılarken mutlaka bedelini ödeyeceğimi anlamışlardı.

Hakkari Merkez'de sizlerin anlayacağı anlamda bir kasap yoktu ki, Şemdinli'de olsun...

Şemdinli'de olmayan, Çatalca'da olur mu?

Canım istedi diye de koyun kesecek halimiz yok...

İlginçtir, yörede batıda bilinenin tam aksine, koç ile koyun 365 gün, 24 saat koyun koyuna!

Katım zamanı filan yok!

Sürekli katım hali!

Dolayısıyla kara kışın içinde kuzu doğumu hiç kimseyi şaşırtmıyordu.


Resim
Göbek bağı üstünde!

Hayvan, neredeyse insandan kıymetliydi desem!

İnanmayacaksınız ama ben yine de demiş olayım.

Hayvanlar soğuktan ölmesin diye, evde beslenip bakılıyordu!

Kesilip yenildiğine en azından ben hiç şahit olmadım.

Yaşananlar çok acı, ama geçek.


Resim

Kat maliki değilse de kat sakini olduğu bir gerçek.

Ne yaparsanız yapın, yemek işi ciddi bir sorundu.

Özellikle de akşam yemeği...


Benim yemeğimi yapan Nallıhan'lı bir er vardı "Bayram Bülbül". Aynı zaman da telsize de bakardı. Akşam olunca bir kutu "Ayşe kadın fasulye" veya "Türlü" konserveyi yanımda bir tavanın içine açar, suyu ile birlikte bir iki çevirdikten sonra üzerine de sıvı yağı boca ederdi. Azgın soba ateşinde kavrulan fasulye (!) 15 dakika sonra önümde olurdu.

Dikenli (!) Ayşekadın!

Şimdi bile içim kalktı desem, bilmem inanır mısınız?


Cumartesi günü izin alarak Yüksekova'ya gittim. İki aydır sebze yemediğim için içim kurumuştu. Sebze satılan sadece bir dükkan bulabildim. 1 kasa salatalık gelmişti. 2-3 kg. salatalık bir o kadar domates, biber ve bolca da limon aldım. Limon benim tutkum.

Onsuz o zaman da çay içemezdim. İçerdim tabi... Eziyet!

O senelerde o bölgede görev yapmış olanlar gayet iyi bilir, mahrumiyet bölgelerinde sebzeye servet öderdiniz.

Gözüm kararmıştı bir kere, ben de ödedim.

Rüyalarımı süsleyen yemek, tereyağlı ile pişmiş nohutlu pilavın üstüne oturtulmuş bir keklikti!

Beraberinde de cacık...

Malzemeyi tamamlamış gibiydim.

Ortada sadece keklik yoktu!

Küçük bir şişe de rakı aldım.

Kendimce pazar akşamının sofrasını hazırlamıştım.

Sorun pilavın üstüne konacak kekliğe kalmıştı.

Hemen hemen mart ayının sonuna gelmiştik.

Pazar sabahı Veli Çavuş'u yanıma alarak hemen karakolun arkasındaki tepelere çıktım.

Gözüm derelerde keklik arıyordu ama, her baktığım yerde pilavın üstünde bir keklik görüyordum.

O günü ölene kadar unutmayacağım. Resmen et için ava çıkmıştım.

Taş devrine geri döndüm.

Karnını doyurmak için avlanan insanın ne hissetiğini bana soracaksınız!

-!..

Veli Çavuş'un elindeki M.70 30-06 bolt action yivli tüfek, can güvenliğimiz içindi!


Resim
Mehmet Emin Bora - Veli Yıldıztekin

Bir saat sürmedi. 4 keklik vurup karakola döndük.

O günlerde Yüksekova'daki tabura bağlı bir jandarma karakolunun sorumluluk bölgesinde kaçakçılarla jandarma arasında silahlı çatışma çıkmış, bir veya iki kaçakçı da ölü olarak ele geçmişti. Bu müsademeye katılan erlerden biri zorunlu olarak o karakoldan alınmış bana verilmişti.

Tezkeresine çok az bir zaman kalan bu er, korunuyordu.

Yaşamayan nereden bilecek ki!


Pek çok insan Amerikan yapımı "Er Rayn" filmini izlemiştir. O filmde er Rayn nasıl korunuyorsa, biz de er Fazlı'yı benzeri bir mantıkla korumaya almıştık.

Onu yanımdan ayırmıyordum.

Yaşadıklarından olsa gerek fazla konuşmaz, zaman zaman boşluğa diktiği gözleri bir noktada sabitlenerek uzun süre öyle kalırdı.

Yanlış hatırlamıyorsam Merzifon'luydu.

Çok iyi silah kullanırdı.

Silah eline yakışırdı. Bilirsiniz az adama yakışır...

Rahmetli Dr. Rıza Arpaz'a yakıştığı gibi... Allah rahmet eylesin... Hep anıyoruz.

-!..

Bende kelebek gibi durur da, benim yapabileceğim bir şey yok!


Fazlı çok az konuşurdu. "Yaşadıklarını anlat bakalım" dediğimde gözleri yine daldı gitti. Bir süre sonra yavaş yavaş anlatmaya başladı.

Çatışmaya girmişler. Kaçakçılar sayıca çok fazla olmasına rağmen, Fazlı 4-5 saat kadar direnmiş. Bu arada arkadaşlarının mermileri bitmiş yaralanmışlar. Fazlı, çatışma süresinde silahını hiç otomatiğe bağlamamış. Mermisini ihtiyatlı kullanmış. Ama ölümü ensesinde hissedecek kadar etkilenmiş. Taburdan yardım geldiği anda çılgın gibi yerinden fırlayıp, çok yakınına kadar gelen kaçakçının birini yere yatırmış, silahını ağzına sokmuş ve ...

-!..

Bunu anlatırken Fazlı, trans haline geçmişti...

-!..


İşte tam bu anda (!) Fazlı'nın şapkası yere düşmüş!

(Fazlı'nın kafasında, hemen hemen hiç saç yoktu ve sarı benizliydi)

Diğer kaçakçılar bu sahneyi görmüşler.

Dolayısıyla Fazlı mimlenmiş!


Taburdan bana emanet edilen Fazlı'nın kısa öyküsü bu.

Onu, iki ay yanımdan ayırmamaya karar verdim. İlk işim de Veli Çavuş'a talimat vermek oldu.

Fazlı'ya gece nöbeti ve gündüz devriyesi yok. Takımdan dışarı çıkmayacak.

İşte o akşam, benim yemeğe Fazlı yardım ediyordu.

Eldeki prinçten lapaya (!) benzer bir şey yaptık. Keklikte sorun yok. İş rakı mezesine kaldı. O da kolay.

Fazlı'yı yanıma çağırarak isteğimi seslendirdim.

- Bana bir cacık yap. Domatesi ve biberi de söğüş doğra.

"Emredersiniz" dedi ve gitti.

Ben de son hazırlıkları yaptım. Nihayet mideme sebze girecekti.

10 dk. sonra elinde koca bir tencere ile Fazlı geldi. Masaya koyduğu tencereye bir kaşık sokup karıştırdım... Şaşkınlıktan bir süre baka kaldığımı hatırlıyorum.

Cacık tamam da, içinde domates ve biber de var!

Herşey birbirine karışmış iğrenç bir görüntü.

Ne diyeceğimi şaşırdım. Son nefeste "bu ne?" dediğimi iyi hatırlıyorum.

"Cacık" dedi.

"Ötekileri soruyorum" dediğimde "siz söğüş doğra dediniz ben de doğradım" demez mi!

"Fazlı, dışarı çık" dedim.

Bir süre sakinleşmek için beklediğimi hatırlıyorum. Sütlacı andıran pilav gözüme daha da kötü göründü. Keklik de yalnız başına kuru kuru kaldı. Biraz ondan geveleyip yattım. 2 gündür kurduğum tüm hayallerim yıkılmıştı...

Bu arada Ankara ile mektuplaşıp evden haber almaya çalışıyordum. Mektuplarımızın izlediği yol gerçekten şaşırtıcıydı. Kimi zaman Hakkari üzerinden geliyor, kimi zaman da Şemdinli üzerinden... Ama her iki halde de elime geçmesi, bir aya yakın bir zaman alıyordu.

Kış aylarında yaşanan ise tam anlamıyla bir faciaydı. Yüksekova ile Şemdinli arasındaki yol uzun süre kardan kapalı kalınca, ulaşım işi katırlarla gerçekleştiriliyordu. Bu işi uzun yıllar ihale ile üstlenen "Katırcı Memet" çok renkli bir simaydı. Şemdinli'de kendisi ile bir kere karşılaştığımda ardında 2-3 katırdan oluşan kervanı ile beraber görmüştüm. Katırların üzerindeki "PTT yazılı branda çuvallar" gözümün önünden gitmiyor.

Kısa, zayıf ve çelimsiz bir görüntünün ardında mangal gibi yürek isterdi üstlendiği iş... Çok küfürlü konuşurdu ve küfür ağzına çok yakışırdı. "Ulan yolunu ...." diye başlayan küfürleri hala kulaklarımda.

Bu durumu, şimdi cep telefonu ile mesaj gönderen genç neslin ne anlaması mümkündür ne de algılaması... Ankara'ya telefon edebilmek için önce bölük komutanından izin almam, sonra da 40 Km. ötede bulunan Yüksekova'ya gitmem gerekiyordu. Keşke tüm zorluk bundan ibaret olabilseydi.

Yüksekova PTT'sine gidecek, Ankara'da ki telefon numarasını vererek bağlanabilmek için de uzunca bir süre sıra bekleyecektiniz.

5 saat!

6 saat!

Bu süreler olağandı...

İşin en acı tarafı da, konuşmaya başlar başlamaz hattın kesilmesi ihtimali idi!


Kesilirdi!

Küfür konusunda en acemi olan, buradan "Ord.Prof." olarak dönerdi...

Bundan 30 sene önce, Yüksekova'da Jandarma kıyafeti ile çarşıda 5 saat beklemenin ne olduğunu ancak yaşayan bilir!

- !..

Çarşıda hemen sorgulama başlardı.

- Gomutan, nirde görevlisiiiz?

- Çatalca.

- !..

- Diman

- Vıyyy perayi furan gomitan sensin hee?

- Öyle diyorlar.

- Haaa

- !..

- Vallah oralari çoh gozeldir... Ot çohtir, hevasi gozeldir... Suyi gozeldir...

- !..

- Gomutan ben de heyvan çohtir... Ema ot yohtir... Oralara getirsah hüdütte otlasalar olir!

- Ne demek getir tabi. Çok iyi olur.

-Valla gomitan agzin öyle diyir ema, gözlerin öyle demir...


Bu konuşmalar böyle sürüp giderdi. Kendi akıllarınca sizi denerlerdi.

Sizin, zaaflarınız olduğu yönünde bir kanaate sahip olurlarsa, derhal ilinti kurararak yakınlaşmaya çalışırlardı.

Bir tek amaçları vardı.

30.000-40.000 koyundan oluşan çok büyük sürüleri yavaş yavaş hudut bölgesine doğru, otlatma bahanesi ile yaklaştırmak ve bir gece her ne pahasına olursa olsun hududa doğru sürerek İran topraklarına geçirmek

Büyük sürülerdeki koyunların üzerinde farklı renkler ve işaretler konulmuşsa, bilirdik ki o sürü kısa zamanda kaçağa zorlanacaktır.

Bu işaretler sürünün birden fazla sahibi olduğunu gösterirdi. İran'a geçirebilirlerse, herkes kendi koyununu kolayca ayırd edebilsin isterlerdi. Bu davranış onları ele verirdi.


Bu durum, canlı hayvanın ülkemizde o zaman için çok ucuz, İran'da ise çok pahalı olmasından kaynaklanıyordu. Her ne hikmetse bizim sınırlarımız içinde çoğu zaman atın boynuna kadar yükselen otluklara İran topraklarında hiç rastlanmıyordu. Dolayısıyla yöredeki ot potansiyeli koyun yetiştiricilerine her zaman cazip geliyordu.

Özellikle tanpon bölgede var olan ellenmemiş meralar, gerçekten hayvancılıkla uğraşanların iştahını kabartacak ölçüdeydi.

Ben, hudutta sıkça dolaşır bu durumu gözlemlerdim. Zaman zaman, sınırda İran'lı koruyucularla karşılaşırdık. Örneğin aşağıdaki fotoğrafta silahlı olan şahıs İranlı'dır. En sağdaki Siso, benim yanımdaki şahısın da Geylani sülalesinden biri olduğunu anımsıyorum. Adını ise üzülerek söyleyebilirim ki hatırlayamadım.

Resim
İran''nın hudutta görev yapan askerden bozma bir kuvveti vardı.

Resim
Soldaki tepelerin arkası Türk toprakları, bulunduğum yerin sağı da İran toprakları

O tarihlerde Asteğmen maaşı, -hafızam beni yanıltmıyorsa- "hudut zammı" ile beraber 4.600 Tl. idi. Sınıra yakın tanpon bölgede bir gece hayvan otlatmak için 10.000 TL'yi gözden çıkaran hayvan sahipleri vardı.

Amaçları ise malumdu...

Bu tür taleplerin hepsine "Tabii ki olur, ne demek beklerim" dedim de, her ne hikmetse hiç gelen olmadı.

Birkaç kere telefon edebilmek için Yüksekova'ya gidip gelince canım burnuma geldi. Son görüşmemizde eşime "çocukları al ve gel" dedim.

O da "Olur" dedi.

Bir süre sonra bana, Van'a uçakla geleceklerini bidirdiler.

1.5 yaşındaki kızım, 5.5 yaşındaki oğlum, bir süre karakolda hep beraber yaşayacaktık.

Çok sevinmiştim.



Erdal SARIZEYBEK, 19 Kasım 2010
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!

Re: Şemdinli-Çatalca'da Bir Komutanın Hatıratı

İletigönderen Oğuz Kağan » Sal Kas 23, 2010 23:38

Şemdinli-Çatalca'da Bir Komutanın Hatıratı - 4. Bölüm

Çatalca Seyyar Jandarma Karakolu Şemdinli / 1976


Gün içinde zaman, bazen çok hızlı geçiyor, bazen de iletişim eksikliğinden çıldıracak gibi oluyordum.

Böylesi hallerde kendimi avutmam için işe sarılırdım. Önümüzdeki günler içinde olması muhtemel olaylar için bir kaç kelime de olsa Kürtçe öğrenmem gerektiğini düşünerek çalışmaya başladım.

Empati duygumu zorlayarak, olası diyalogları hayal ettim!

Birilerine rastlarsam öncelikle ne demem lazım? gibi...

Öğretmenim Tisi Köyü'nden Siso idi. Onun önderliğinde sık kullanılabilecek kelimelerin bir listesini hazırladım. Bu listeyi hala saklarım.

Vara........................................... Gel
Hara........................................... Git
Vara rune har................................Gel otur.
Tubere hate..................................Hoş geldin.
Hodeşte razıbit.............................. Hoş bulduk.
Keyfete hoşe................................ Keyfin iyi mi?
Keyfemin hoşnine............................Keyfim hoş değil.
Avrige kıveçit.................................Bu yol nereye gidiyor?
Çent çunt.....................................Kaç kişi gitmiş?
Destehu bilinke...............................Eller yukarı
Nehali...........................................Kaçma.
Revaste....................................... Dur
Dülküveti.......................................Nereden geliyorsun?
Dikeveçi........................................Nereye gidiyorsun?
Kerik............................................ Bıçak
Vara vara hudrişke..........................Gel gel yere uzan
Kurro............................................Evlenmeyen adam, evli olmayan genç

Uzayıp giden bu listenin yanında, doğal olarak bu kelimelerin telafuzu da önemliydi. Bazı sesleri çıkarabilmek için gırtlağa hakim olmak gerekiyordu.

Ona da çalışırdım.

Siso ile hemen hemen her gün buluşur, bu çalışmanın yanısıra çevre hakkında bilgi de alırdım.

Esprili ve zeki bir adamdı.

Bir sabah bana söz verdiği saatte yanıma gelemedi.

Bu davranışı alışılagelmiş bir durum değildi. Öğleden sonra çavuş, Siso'nun geldiğini haber verdi.

Kapıya çıktığımda Siso'nun yüzünden pek belli etmemeye çalışsa da olağan üstü bir durum olduğu seziliyordu.

- "Hayırdır! Geç kaldın!" dedim. O da sıradan bir olaymış gibi var olan durumu 3-4 kelime ile anlattı.

- "Valla dogridir, gelememişam... Benim gız öldi de... Şimdi gömmüşiz, anca gelmişem..."

-!..

Kanımın damarlarımda çekildiğini hissettim. Buz gibi olmuştum. Dilim tutuldu, ne diyeceğimi şaşırdım.


Bir süre sonra ağzımdan "Başın sağolsun" anlamında birkaç kelime çıktı.

Siso, benden daha güçlü ve metin görünüyordu!

8 yaşındaymış, ölüm sebebini bile bilmiyorlar... Tevekkül duygusu öylesine yerleşmiş ki...

Tabiat ananın olağanüstü baskısı, yöre insanını canından bezdirmiş. Kendini çaresiz hisseden insanın da tutunacağı tek dal var!


İnanılır gibi değil. Uzun süre, bu olayın üzüntüsünü yaşadım.

Resim
Tisi Köyü'nde Siso'nun kızı. Bu fotoğrafı köyde çekmiştim.
Ama şimdi ölen kızın bu mu, yoksa bir diğeri mi olduğunu anımsayamıyorum...
Acı olan bir çocuğun ölmesi! Gerisi boş...


Yörede yaygın olarak bit salgını ve bağırsak enfeksiyonu vardı. Tanpon bölgede bulunan Tisi Köyü'ndeki çocuklar okula gitmek için her gün karakolun önünden geçmek zorundaydılar.

Onları ilk gördüğümde çok şaşırmıştım.

Köyden karakola kadar güle oynaya gelen çocuklar, karakola 10 metre kalınca birden ciddileşiyorlar ve tek sıra olduktan sonra asker adımları ile karakolun içinden yürüyerek okula doğru gidiyorlardı.

Tam benim olduğum binanın önüne gelince de başlarındaki eğri büğrü şapkaları ile asker selamı vererek; ben oradaysam bana, yoksam da barakayı selamlayarak yollarına devam ediyorlardı.

Derhal Veli Çavuş'u çağıırıp bu durumun nereden kaynaklandığını sordum.

Benden bir dönem önce ismi yine Mehmet olan bir asteğmenin çocuklara bunu öğrettiğini söyledi.

Bu uygulmadan derhal o gün vazgeçtik.

Askerlere özellikle çocuklara daha farklı yaklaşmamız gerektiğini anlattıktan sonra, bu çocuklara nasıl bir iyilik yapabiliriz diye düşünmeye başladık.

Veli çavuş "Onları traş edelim" şeklinde bir fikir ortaya attı.

Ben de "Niye, nereden çıktı şimdi bu?" diye sorduğumda; "Yörede berber yok ki... Saçlarına bit düşüyor. En büyük iyilik, bu olur komutanım" dedi.

Ertesi sabah okula giden çocuklara bu öneriyi sunduk. Balıklama atladılar.

Resim
Bitten kurtulmanın bir tek şartı vardı. Ayna gibi traş, kabak gibi baş.

Resim
Sırayla...

Bölgede bulunan insanlar gerçekten çok fakirdi. Bir teneke gazyağı Şemdinli'de 100 TL'ye satılırken bu rakam İran'da 12.5 TL'ye iniyordu. O dönemde yapılan kaçakçılığın temelinde hayvan kaçakçılığı birinci planda geliyordu. Bu durum, en azından benim sorumluluk bölgemde yaşanan bir gerçekti. Yörede ekilecek herhangi bir tarım alanı da yoktu.

Ama insanlar her şeye rağmen yaşamak mecburiyetindeydi.

Resim
27 Mayıs 1977, Çatalca'da Sabah

Bu fotoğrafı 27 Mayıs sabahı gün doğarken çektim. Kar yağıyordu, hem de ne kar!

Buraya "yaz" gelmez diye düşünmüş, büyük bir hüzne kapılmıştım.

Kar demek, yoların kapanması demekti...

Kar, Şemdinli'de yanlızlığa mahkumiyetin ilk işaretiydi...

-!..


Ekeceği ve yakacağı olmayan insanların evlerine giderek, onlarla sohbet ediyor, onların sıkıntılarını paylaşıyordum. Bu çok hassas bir durumdu. Yanımda her zaman bir iki er götürür, konuşmalara şahit (!) olmalarını isterdim.

Havaların kötü gitmesine rağmen eldeki imkanlarla devletin gücünü çevrede hissetirmenin gerekliliğine inanmıştım.

Geldiğim günden beri gün içinde deliler gibi spor yaparak çalışmamız, herkesin kafasını yeterince karıştırmıştı.

Akşama doğru 2-3 farklı yöne devriye çıkartmaya başladım.

Askerler ellerine yiyecek torbası (!) alırlar ve köylerin kimi zaman içinden, kimi zaman da çevresinden geçerek dağa çıkarlardı. Ama muhakkak suretle köyden birilerinin kendilerini görmelerini sağlarlardı.

Bu davranış, askerin "pusu" kurmaya çıktığının bariz işaretiydi.

Amacım çevre köylerde "dağda 24 saat var olduğumuz" yönünde bir kanının oluşmasını sağlamaktı.

Başarmıştık da...

Askerlerim, zifir karanlık oluşunca, bu sefer köylerden uzak bir yerden karakola inerlerdi.

En zor iş, çevredeki köpekleri havlatmadan karakola gelmekti.

Aslında elimizde kış şartlarında dağda görev ifa etmek için yeterli malzeme yoktu.

Ayakkabımız yoktu!

-!..

Vardı tabi... Teftiş postalı dediğimiz ve asla giymediğimiz pırıl pırıl botlarımız vardı!

Takımda dururdu. Teftiş olacağını haber alırsak hemen bunlar giyilirdi.

-!..

Diğer zamanlar kara lastik giyerdik. Yüksekova'da satılırdı 5 TL.


Bazı askerlerin, bunu bile almaya gücü yetmezdi. Çokça alır dağıtırdım.

Ben de onu giyerdim.

Resim

Ankara'da 1970-1980 tarihleri arasında gittiğim çoğu avda bu ayakkabıyı giydim. Su geçirmez, hafif ve taşa basdın mı oraya yapışır kalırdı. Avcı için ideal bir ayakkabıydı. Dolayısıyla Şemdinli gibi dağlık bir arazi için de çok uygundu.

Tabii ki yaz aylarında...

Aşağıdaki fotoğrafı, Şemdinli Seyyar Jandarma Taburu'nun içtima alanında çektim. Ayakkabının ne kadar yaygın olduğunun yanısıra kabul gördüğünün de bir delili olsun istedim.

Resim
Şemdinli Seyyar Jandarma Taburu
1977 Taburun içtima alanında merasim öncesi.

İkilem içindeydim!

Bir taraftan insanlara yardım etmek istiyorum ama, bu iyi niyetimin suistimal edilmesi yönünde kaygılarım da var!

Ne yapmam lazım geldiği hususunda ince eledim, sık dokudum. Hata payı olmamalıydı.


Yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi, askerin her gün devriye çıkması köylüyü ciddi ölçüde şaşırtmıştı.

Bu durum çok uzun sürmedi. Birer ikişer karakola gelip dertlenmeye başladılar.

- Gomutan gaz bitmiştir bilesin ha....

-!..

- Gomutan şeker yohtir bilesin ha...

-!..

Ne istiyorsunuz dediğimde de;

- Aha şu dagin arkasi Rizaiyedir... Valah izin verirsen, heman gidah, heman gelah hıı?

İzin vermesem ne olacak ki?

Zor oyunu bozar.

Bu adamlar bir gün, her şeyi göze alarak, istesem de istemesem gidecekti.

Yaşayabilmesi için bu bir zorunluluktu.

O zaman, bizim oyun da bozulacaktı!

Bu riski göze alamazdım.

!..

Siz, bu durumda, benim yerimde olsanız ne yapardınız?

- !..

Ben de aynen sizin düşündüğünüz gibi yaptım!

-!..


Kış ayları bitince, hayvancılıkla uğraşan köylüler, köyden yavaş yavaş uzaklaşarak yaylalara çıkarlardı. 2-3 adet kıl çadırdan oluşan barınma mahallerine "zoma" diyorlardı. Çevredeki otlak, sürüyü gerektiği kadar beslemezse, bu çadırları söküp takriben 400-500 metre daha yüksekteki yeni bir alana kuruyorlardı.

Kıl çadırlar onları sıcaktan ve soğuktan en iyi şekilde koruyordu ve alternatifinin hala olmadığını düşünüyorum.

Resim
Bu zoma'da yediğim mantarı hiçbir zaman unutmadım.
Askerlerim çadırın önünde oturarak bu fotoğrafı çekmemi beklediler.


Koyun sütünden elde ettikleri yağı ve peyniri önce keçi tulumlarına basıyorlar, sonrada çadırların içine eştikleri çukurlara gömmek sureti ile de uzun süre saklama şansları doğuyordu.

Resim

Resim
Zoma da yağ çıkaran kız

Beni zaman zaman Şemdinli'den çağırırlardı. Komutanlara, çevremle ilgili olmak üzere bilgi aktarırdım. Şemdinli'nin yakın çevresinde araziye çıkılıp kontol çalışması yapılacakmış. Benim de gelmemi emrettiler. "Emredersiniz" dedim. 30 dakika kadar Jeeple gittikten sonra yakındaki bir yerden at temin ettik. Bu duruma zaman içinde kolaylıkla (!) alışıyorsunuz.

Tek yapmanız gereken şey atı kendi haline bırakmak olmalı. Bu hayvanlar nereden geçilir veya geçilmezi, sizden bin kere daha iyi bildikleri gibi güzergahı da iyi tanıyorlar. Siz düşmeyin yeter.

Resim

Resim

Benim kayıtlarımda gittiğimiz yerin adı "Nehrü" olarak yazılmış. Uzun zaman önce burada muhteşem bir saray varmış. Daha sonra yağmalanarak yıkıldığını anlatmışlardı.

Resim

Resim
Yol boyunca gördüğüm güzellikler hiç aklımdan çıkmadı

Resim

Resim
Saraydan arta kalanlar. Şimdi ne kaldı, onu da bilemiyorum

Resim
Belki de çekilen son fotoğrafları bu oldu...

Resim
Bu keşif gezilerinde boynumda fotoğraf makinası ile ata bindiğimi unutmayın!

Not: Nehru'ya
ait herhangi bir bilgiye internet kanalı ile ulaşamadım. En kısa sürede bu eksikliğimi tamamlayıp doğru bilgileri yerine koyacağım. Hiç şüpheniz olmasın.

Dönüşte Şemdinli'ye oldukça yakın olan Hazne Seyyar Jandarma Karakolu'na uğradık. Kenarından büyükçe bir dere geçen bu karakolun yeri çok güzeldi. Bizm bölüğe bağlı bir diğer karakolun adı da Helena idi. Yolu yılın 7-8 ayı kapalı olan bu karakolu görmem nasip olmadı.

Orada görev yapan bir asteğmenin kışın ortasında "apandisit"i patlamış, onu kızakla Rızaiye'ye götürmüşler ve orada ameliyat olmuş. İyileşince Esendere Gümrük kapısından yurda giriş yaptığında "Hudut" kanununa muhalefetten, hakkında soruşturma açılmıştı.

Şemdinli'de her şey sıradışıdır.

-!..

Gözbebeği gibi korunmalıdır.


Resim
Hazne Seyyar Jandarma Karakolu

Takıma geldiğimde çocuklarımın 2 gün sonra Van'a geleceklerinin kesinleştiğini öğrendim.



Erdal SARIZEYBEK, 23 Kasım 2010
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!

Re: Şemdinli-Çatalca'da Bir Komutanın Hatıratı

İletigönderen Oğuz Kağan » Cum Ara 03, 2010 12:37

Şemdinli-Çatalca'da Bir Komutanın Hatıratı - 5. Bölüm

Çatalca Seyyar Jandarma Karakolu Şemdinli / 1976


6 Haziran sabahı yataktan silah sesi ile fırladım!

Kafamda çeşitli senaryoları daha önce canlandırdığım için başucumda asılı duran MP5'i alarak kapıya temkinlice yaklaştım. Kartal istikametindeki dereden, karakola doğru bir sürü koyun geliyordu. Arkasında da bizim askerler...

Karakola yaklaştıkça havaya silah atıyorlardı.

Bu görüntünün anlamı belliydi. Askerler kaçak koyun sürüsü yakalamış.

Çok keyiflendim.

Başta Kartal Karakolu'nun çavuşu olmak üzere, hepsini kucakladım ve yanaklarından tek tek öptüm.

Daha sonra da telsiz başına geçip, taburu bilgilendirdim.

Yavuz Göksel üsteğmen kısaca, "Geliyoruz" dedi.

Karakolun bahçesi bir anda koyun pazarına dönmüştü. Askerlerin bir ellerinde silah, diğer ellerinde söğüt dalı ile koyunları gütme çabaları bir ironi oluşturuyordu.

Çavuşu yanıma çağırarak olayı bana anlatmasını istedim. (Sulakyurt'lu olan bu çavuşun adı Mustafa idi. Seneler sonra o civara ava gittiğimde kendisini bulunca çok şaşırmıştı.)

Gece pusu atmışlar! (Böyle tabir ediliyor).

Kaçakçılar da üzerlerine gelmiş. Çatışma çıkmış ve kaçakçılar gün ağarmaya yakın koyunları bırakıp kaçmışlar. Onlar da koyunları alıp buraya gelmişler.

Bir saat sonra Şemdinli'deki taburdan Yavuz ve Sadık üsteğmen Jeeple geldiler. Yanlarında 2-3 Unimog ve 5-6 tane de erle beraber.Yanlış hatırlamıyorsam bir de sivil memur vardı.

Onlar da çavuşu yanlarına çağırıp aynı benim yaptığım gibi soru sordular.

Çavuş, öyküsünü bir kera daha seslendirdi.

Koyunlar tek tek sayılarak Unimoglara yüklendi. Bunlar, hazine adına açık artırma ile satılıp devletin kasasına gelir olarak kaydedilecekmiş. Memur da, kaymakamlıktan gümrük adına tespit yapmaya gelmiş. Usul buymuş.

Sivil memur zabıt tuttu ve olayı çavuşun bize anlatıldığı gibi zapta geçti. Daha sonra da bu hadiseye adı karışan askerlerin adlarını tek tek yazmaya başladı. Bir anda bana dönerek sordu.

- "Siz de oradaydınız değil mi?"

- "Hayır ben orada değildim"
dedim.

"Oradaydım, ben de falan yerde pusudaydım" veya benzeri bir şeyler söylersem, zabıtta benim de adım geçtiği için bir miktar ikramiye alacakmışım!

-!..

Kesin bir dille "Ben yoktum, o gece merkez karakolunda uyuyordum" demek sureti ile ifademi herhangi bir yoruma açık bırakmayacak şekilde netleştirdim.Zabıt da bu şekilde tutuldu.

Komutanlar bizleri kutladılar ve Şemdinli'ye döndüler.

Askerler de muzaffer bir komutan edası ile tekrar Kartal Karakolu'na...

Van'a eşimi ve çocuklarımı karşılamak için gitmem, gidebilmek için de taburdan izin almam gerekiyordu. Cumartesi veya pazar diye adlandırdığımız tatil günleri, hudutta bu anlamını tamamen yitiriyordu.

Sadece bununla kalsa iyi...

Çalışma zamanı da 24 saat!

Neyin, ne zaman olacağını, doğal olarak bilemiyorsunuz.

Bilinen tek bir şey var! Sizin her an orada olduğunuz gerçeği.

Gecenin herhangi bir saatinde bir vukuat olsa; "Tamam, sabah gelir bakarım" demek gibi bir şansınız yok.

Bir tek seçenek var.

- Görev başına!

- Emredersiniz.

Hudut görevi yapan Seyyar Jandarma'nın yaşadığı zorluklar, anlatılmayla bitmez.

-!..


İzin verdiler de Van'a öyle gidebildim.

8 saatte

Van, o tarihte yörenin en büyük kenti idi. Uçağı beklerken çarşıda alışverişe çıktım.

Av malzemeleri satan bir yer aradım. Küçük bir dükkanı tarif ettiler. Buldum, içeride kapı kilidinden at nalına kadar ne ararsan hepsi var!

Saçma almak istediğimi söyleyince önüme koca koca şevrotinler çıkardı.

Saçmadan anladığı buydu. "Küçük küçük" diye sızlandım. Bulabildiği en küçük saçma numarası 4 oldu. Kekliğe 4 numara saçma atıyorlarmış! Doğuda, hatta çoğu yerde yaygın kanaat hala bu.

Gösteri (!) yapa yapa malzemeyi tüketmiştim. Mecburen birkaç kilo aldım.

Takımda banyo sorunu vardı. Eskimiş olan kazan yer yer delinmiş, su kaçırdığı gibi, ısınmıyordu da... Paraya kıyıp bir adet bakır termosifon aldım ve Jeep'in üzerine bağladım. Elimdeki ihtiyaç listesine göre eksikleri giderdim.

2 tane de tüp aldım. Tabii ki aydınlatma başlığını ve bol miktarda da gömlek...

Gaz lambası altında oturmaktan içim kararmıştı.

Resim
Kendin bak, kendin çek!

Bazı günler Mamiya C 330'u otomatik çekim moduna getirir karşısına geçerdim!

Ruhumun aydınlığı nasıl da yüzüme vurmuş!

Uçağın geliş saatine yakın bir zamanda da havaalanına gittim.

Uçaktan inen eşimin elindeki bavulları, çantaları görünce ağzım bir karış açık kaldı.

Pasta tenceresi getirmiş!

-!..

Gerisini yazmasam da olur.

Bir gece Van'da kaldık. Ertesi sabah da düştük yollara..


Merkezde 7-8 erin dışında kimse kalmamıştı.

Küçük barakaya ailece yerleştik.

Hanım yemek yapıyor tek kazandan, askerler de dahil hepimiz yiyiyorduk.

"Ayşekadın fasulye kabusu" bitmişti.

Hanım işe dört elle sarılmış, yufka yemekten bıkmış askerlere gözleme yapmayı öğretmişti. Her yeni tad, bayram sevinci ile eş değerdi. Bazı geceler, askerler acıkıp uyanınca, gözleme yapıp yemeye başladılar. Onlar da memnundu.

Sabahları çadır karakollarını kontrole gitmek için askerler bana at hazırlardı. Atı gören kızım otomatiğe bağlanmış gibi başlardı ağlamaya!

Önce o biner, bir ileri bir geri gidince sıra oğluma gelirdi. Hemen hemen her gün bu sahneyi 5 dakikalığına da olsa yaşardık.

Güzel günlermiş...

Pek fark edememişim!

Kızım Pınar Özdemirci, şimdi evli ve 32 yaşında.


Resim

[img]http://www.arpacik.net/images/jpg/guncel/askerlik_ve_avcilik/at1.jpg[/img]

Resim
Ümran Bora - Pınar Özdemirci - Tolga Bora

Yüksekova'dan askerlere aldığım lastik ayakkabıdan, çocuklara da pay düşmüştü!.. Hanım da, basmadan diktiği entari ile dolaşıyordu.

Bugünün tabiri ile, sosyalleşmiştik!

Yemekler bozulmasın diye bir düzenek kurmuştum. Dağdan gelen buz gibi erimiş kar suları, hemen yanıbaşımızdan geçen bir dere ile aşağı doğru akıyordu. Bu dereden oluşturduğumuz bir kanal marifeti ile su almıştık.

Resim

Karakolun yoluna paralel akıp gidiyordu. 60-70 cm. genişliğindeki bu kanalın üzerinde 1 metre çaplı bir daire oluşturduk. Göllenen suya indirdiğimiz, yemek dolu tencerelerin üzerine taş koymak sureti ile yarı bellerine kadar suya batırıyorduk.

Bu suretle bozulmadan uzun süre saklanabiliyordu.

Akan suyun debisi, zaman zaman hızlanınca tencereler de bizi terk ediyorlardı...

Onları, yol boyunca bir çalıya takılmış vaziyette bulabiliyorduk.

Ayrıca güneş ısıtmasın diye, bu düzeneğin üzerini çalı çırpı ile kapatmıştık.

Çok uzun sürmedi. Tencereden yayılan süt kokusuna yılan gelince, eşimle aralarında paylaşım konusunda anlaşmazlık çıktığını ben zar zor hatırlasamda...

Eşim iyi hatırlıyor!

O da, karakola şikayetçi oldu!


Bir gün yanıma -ismini şimdi yanlış hatırlamıyorsam- Musa Geylani geldi. Yörenin önde gelen bir ailesinden geliyordu. Yaptığımız sohbet sırasında bir sıkıntısı olduğunu anlamıştım.

Resim
Musa Geylani

Çok sürmedi!

Oğlunu evlendirecekmiş!


Ben de "Ne güzel hayırlı olsun" dedim.

"Hayirli olacak, olacak de lakin gomutan yani sen bilirsin!" dedi. Artık yeterli deneyimim vardı.

"Yani!" dedim.

Kız dağın öte tarafında (!) akrabasının kızı imiş.

Lafı uzatmak istemiyorum.

Kız geldi, bizi de düğüne çağırdılar.

Düğün sabahı kapıya süslenmiş bir at geldi. Başına tülbentler sarılmıştı. Düğün sahibi göndermiş!

Ailecek ata yerleştik.

Resim

Gittik...

Resim
Gelin, ortada uzun boylu olan...

Resim
Zenube - Halime Leo'nun kızı, Haziran 1977

Bu fotoğrafta, yukarıdaki karede bulunan ve fotoğrafın en sağındaki küçük kız

Bir saat kadar düğünde kaldık, eşim geline bir altın taktı. Bunu, burada yazsam ne olur, yazmasam ne olur! Ama anlatmak istediğim şey başka. Orada geçici bir süre için de olsa bir gücü temsil ediyordum. Bu görevin usulünce yapılması gerekiyordu.

Varlıktan değil, gerekliliğine yürekten inandığım için yaptık.

Ayrıca çok hoş insanlardı, keşke daha da fazlasını yapabilseydik.

1981 veya 1982 senesinde, Ankara'ya evimize kadar gelen, bu aile mensupları bize yeniden teşekkür ettiler.


Erdal SARIZEYBEK, 1 Aralık 2010
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!

Re: Şemdinli-Çatalca'da Bir Komutanın Hatıratı

İletigönderen Oğuz Kağan » Pzr Ara 05, 2010 23:50

Şemdinli-Çatalca'da Bir Komutanın Hatıratı - 6. Bölüm

Çatalca Seyyar Jandarma Karakolu Şemdinli / 1976


Atmaca Karakolu'nun çevresinde kontrol çalışması yapacaktık. Ama bu karakola gitmek, başlı başına bir işti. Yol uzun ve arazi şartları kötü idi.

Takımda ulaşım aracı olarak bir at, bir de katır vardı.

Ata ben, katıra da Veli Çavuş biniyordu.

Dolayısıyla erler, yaya olarak bize refakat etmek mecburiyetindeydi. Bu hem komik, hem de çirkin bir görüntü oluşturuyordu.

Çirkindi, çünkü onca yolu siz atla giderken, birileri sizin yanınızda bu yolu yürüyerek kat edecekse! Bu durumdan hoşnut olmak imkansızdı.

Komikti, çünkü ben önde atla giderken, Veli Çavuş'un arkamdan katırla gelmesi, bana Don Kişot - Şanso Panso ikilisini hatırlatıyordu.

Resim
Atmaca Karakolu'na giderken

Takım merkezinden kuzey batı istikametine doğru yönelince bir saatlik bir zamandan sonra şimdi ismini hatırlayamadığım bir köye geliyorduk. Yaya olan erler, burada benden izin alarak köye gidiyorlar ve o köyden emanet at alarak bize iştirak ediyorlardı. Çözüm olarak sadece bu seçenek vardı.

Kıyamet de bu saatten sonra kopuyordu.

Resim
Jandarma erleri tezkere alana kadar jokey oluyorlardı

Köylülerden emanet olarak aldığımız atlar, yörenin yollarına alışkın oldukları için çok hızlı koşuyorlardı. Kadrolu atımın ve tabii ki Veli Çavuş'un katırının bunlara yetişebilmek için sarf ettiği gayret, cidden görülmeye ve takdir edilmeye değerdi.

Sadece atımı değil, beni de izlemeniz lazımdı!

Kovboy filmlerinin etkisinde kalmış olacağım ki, hızla giderken yapılması gereken tüm hareketleri becerebiliyordum.

Beni gören kırk yıllık Jokey zannederdi...

İşin bilinemeyen tarafı, düşmemin an meselesi olmasıydı!

Çünkü "kadrolu" "dur" deyince durmuyordu! Komuta, ben de gibi görünse de, işin aslı başkaydı.

Ben, sadece grup çalışmasının bir parçasıydım!

Ata çok çok iyi binen erlerin atı durunca, benimki de duruyordu.

Askerler bir yön tayin edip de, "dehhh" der demez... Oldu! Hadi artık tut tutabilirsen...

"Biz de gidecek miyiz? Gitmeyecek miyiz!" tövbe Allah, bir kere bile kararıma itibar ettiğini görmedim!

Dıgı dıg, dıgı dıg...

Uçuyoruz!


Üstelik, en arkada olan da benim!

Dışardan bakıldığında, hepsini önüme katmış gibi görünüyorum ama...

Şekil yanlış...

Ordusunu kovalayan komutan durumlarındayım...

!..

Görüntü, sürekli bu...


Bir vadiye geldik. Kar yolları kapamış, su, kardan oluşan bir köprünün altından, deli deli sesler çıkararak akıyor. Müthiş bir manzara. Her faniye nasip olmaz.

Dinlenmek için mola verdik, atların burnundan çıkan buharlar zaten gizem dolu ortama başka bir hava veriyor.

Havadan yana zenginiz!

Karşı kıyıya da geçmemiz şart.

Veli Çavuş köylülerden aldığımız atlardan birinin üzengisini çekerek, kardan oluşan köprünün yanına getirdi ve atın arka tarafına geçti. Ne yapmak istediğini sorduğumda bana "At, köprünün yıkılıp yıkılmayacağını bilir, hisseder" dedi.

At!

-!..

At bilirkişi konumunda!


Seyretmekten başka çarem yoktu.

Gerçekten de at köprünün başına geldi, ön ayağı ile bir iki eşindi, bir düşündü, ölçtü biçti ve geçti!.

Gözlerimle görmesem inanılır gibi değil...

Şimdi "kardan köprü nasıl olur" diye düşünüyor olabilirsiniz.

Bu sahneleri fotoğraflayamadım. Çünkü hava kapalı ve yeterli ışık yoktu. Çekilemez miydi? Hayır bunu demek istemiyorum. O anda bunu ben çekemezdim. Fotoğraf makinesi taşımak çok zordu. Halis isimli bir erin boynunda asılı olarak duruyordu. Her an, "al-ver" ile uğraşacak zamanımız da yoktu.

Bu sene Artvin'de benzeri bir köprü gördüm ve onun fotoğrafını çektim. Asla Şemdinli'dekilere benzemez. Ama size en azından bir fikir verebilir.

Resim

Ortası yıkılmış!

Daha sonra sizlere Şemdinli hakkında anlatacağım bir öyküm daha var. Şimdi bu öykünün kahramanı 1964 yılında Şemdinli'de benzer bir fotoğraf çekmiş. Arkadaşlarım, benim adıma rica ederek aldı.

Bu kare, belki "kardan köprü" hakkında şimdi bir fikir oluşturur!

Resim
Sn. Sadi Uysal, Sürünüs Vadisi - Tisi Deresi - Diman Yolu, 1964 / Şemdinli

Neyse, tek tek sırayla köprüden geçerek bir süre dinlendik. Daha sonrada Atmaca Karakolu'na gittik. Tespit çalışmaları yaptık. İz sürdük, vakit bir hayli geçmişti. Alaca karanlığa kalmıştık. Dolayısıyla hızla dönmemiz gerekiyordu. Ben "dönüyoruz" der demez, askerler de "dehh" dedi.

-!..

Seçme şansım hiç olmadı!

-!..


Yol dar olduğu için atlar ister istemez birbirini takip ediyordu. Hasbel kader bu sefer önlerdeydim.

İte kaka, en azından "plase" durumunu muhafa ediyordum. Bir düzlüğe geldik. Grup birbirinden iyice koptu. İlk virajı geçince (!) sayıca azaldığımızı fark ettim. İster istemez durduk. Arkadan gelen giden yoktu! Hemen geri döndük. 100 metre geride at tökezlenmiş Halis de fena halde yere düşmüştü. Doğruca yanına koştuk.

Omuzuna el sürdürmediği gibi "böğrüm ağrıyor" diyordu!

Hızla karar vermem lazımdı. Toplam 5 kişiydik. Halis'in yanına 2 kişi bıraktım.

Veli Çavuş'la atlara bindik ve uçtuk...


Bunun başka bir adı olamazdı. Gecenin zifir karanlığında atların gemini saldık.

Başımızı da, atın boynuna doğru olabildiğince eğdik. Çünkü atlar zaman zaman ağaçların altından geçiyordu.

Gözümü sık sık kapadığımı dün gibi hatırlıyorum. Hatta şapkamı çalılardan birine astım!

Kısacası, ata emanettik!

Takriben 1 saat sonra takıma ulaşabildim. Bol miktarda battaniye ve gerekli sıhhi malzemeyi Jeep'e koyduktan sonra bir de asker alarak kaza mahaline gitmek üzere yeniden hareket ettik. Arabamı oraya götürmenin büyük faydasını gördüm.

Atla 1 saatte geldiğimiz yere, araçla 2 saate yakın bir zaman içinde ulaşabildik.

Halis'i arabaya alıp takıma döndüğümde saat gecenin 03.00 olmuştu.

Takım ayaktaydı. Ne yapacağız diye düşünürken erlerden biri, kırık çıkık işlerinden anladığını söyledi.

Yeni yüzülmüş bir hayvan postunun sırtına sarılması gerekirmiş!

Gecenin o saatinde bir hayvan keserek bu işlemi uyguladılar. Ben Halis'e ağrı kesici verebildim.

Yanlış hatırlamıyorsam kolu çıkmıştı, o gece ite kaka yerine yerleştirdiler. Halis 20 güne yakın tek kolu askıda dolaştı.

Sabaha doğru 05:00 gibi yatağa girebildim. Bu sefer manen de yorulmuştum!

Ertesi gün öğlene doğru uyandım. İlk işim Halis'in yanına gitmek oldu. Ağrısı vardı ama dün geceye göre daha iyiydi. "Anlat bakalım nasıl oldu" diye sordum. O da köylüden aldığımız atlardan birine binmiş!

Viraja girince dengesini kaybetmiş. Omuzunda asılı duran fotoğraf makinası da ister istemez savrulunca Halis bir anda kendisini yerde bulmuş...

Yere düşünce de fotoğraf makinesi altında kalmış!

Böğründeki ağrının sebebi bulunmuştu. Vücudunun altında kalan fotoğraf makinesi, kaburgalarını ezmişti.

Bu arada makinenin üst kısmı tamamen çökmüştü. 3-4 sene öylece kaldı. Sonra bir tamir gördü, hala saklarım!

Bence görevini fazlası ile yaptı.

İnsanın insana vefa duygusunun kalmadığı bu ortamda, eşyaya duyulan bu yakınlığımı manasız da görseniz, hoşgörü ile karşılayacağınızı umud ediyorum.

Bir fotoğraf karesi ne çok şey anatıyor değil mi?

Resim

Zaman zaman, "keşke ben de gamsız bir çoban mı olsaydım acaba!" diye düşünürüm!

Günler geçiyor, havalar ısınıyordu. Çocuklar karakoldaki yaşama intibak etmişler, hatta sıra dışı bu yaşam bir ölçüde de olsa onları cezbetmişti.

Şemdinli'nin ünlü karakovan balını zannedersem duymayan yoktur. Bir sabah karakolun çok yakınında bulunan bir araziye, Adana'dan geldiklerini söyleyen 2-3 kişi ve bir kamyon dolusu arı kovanı geldi. Kovanları araziye yerleştirdiler, çadırlarını kurdular. Yere bir kazık çakarak bir de ayı yavrusu bağladılar!

Resim

Beni, son derece rahatsız eden bu durumdan, çocuklar çok memnundu.

Resim

Ata biniyor,

Resim

ayıyı seyrediyorlardı.

Resim

Zaman içinde bu ayıyı müsadere ederek dağda bulunduğu mağaranın önüne bıraktırdık.

Çok uzun bir süre geçmedi. Önce Tolga yatağa düştü, ardından da Pınar.

Biz "nasıl olsa geçer" desek de yüksek ateş her ikisini de perişan etti.

Taburun doktoru yıllık izindeydi. Şaşkına döndük. Hakkari'deki alayda görevli doktordan ne yapmamız gerektiğini öğrenmek için telsiz başına geçtim. Gel gör ki, ben onun sesini kesik kesik de olsa duyuyordum, ama o beni hiç duyamıyordu!

Aramızdaki dağlar muhaberatı aksatıyordu. Bir garip durum yaşıyorduk.

Araya yardım maksadı ile Şemdinli'deki taburun telsizcisi girdi.

Ben Şemdinli'ye söylüyorum, o Hakkari'ye aktarıyor. Aynı yoldan da geriye dönüyor. Ama anlaşmamız mümkün değil.

Çünkü zaman zaman da olsa aynı sorun Şemdinli ile Hakkari arasında da var!

Ben "Çocuk ateşden yanıyor" derken,.

Hakkari "Ne sucuğu! Sucuk ateşte mi yanıyor! Tam anlayamadım tekrar et" diyordu.

Çıldırmak üzereydim. Yarım saate varan konuşmadan hiç bir sonuç çıkmayıca bölük komutanına "Ben Van'a gitmek istiyorum mümkünse gerekli yazışmayı dönüşte yapalım, dayanamıyacağım" demem üzerine Yavuz üsteğmen "tamam git" der demez hemen yola düştüm.

Vana gelince ara tara bir doktor bulduk. Doktor bize "birşey olmaz, kola içirin" dediğinde tükendiğimi hissettim. Eczaneden kendi bildiğimiz ilaçları alıp, tedaviye başladık. Bir gece Van'da yatıp ertesi gün takıma döndüm.

Sabahtan akşama kadar kimi zaman yürüyerek kimi zaman da atla sürekli olarak çevreyi dolaşıyordum. Bahar yavaş yavaş yüzünü göstermiş her taraf çiçeklerle dolmuştu. O güne kadar allerjik bir bünyem olduğunun farkında olamamıştım. Burnum sürekli akıyor, gözlerim kaşınıyordu.

Resim

Ben bu durumu soğuk algınlığına bağlayarak, bu akıntıları kesen bir ilacı sürekli olarak kullanmaya başladım.

Burnun aktı! Yut...

Hapşırdın! Yut...

Tıksırdın! Yut...


Bu arada "kadrolu" ile arayı düzeltmiştim. O da bana daha sıcak bakıyor, komutlarıma uygun tepki veriyordu. Tek sıkıntısı boynuna konan kocaman at sinekleri oluyordu. Sinek kovucuları boynuna sıkmamın verdiği ferahlık en fazla 5 dk. sürüyor daha sonra sineklerin biri gidiyor bini geliyordu. O kadar kötü ısırıyorlardı ki atın boynundan kan aktığına şahit olurdum.

Benim çaresizliğimi, gören Siso (Hüseyin Çelikbaş) ;

"Gomitan ben sana diyeyim ki bi şey yapasan!.. Vallah bi daha sinekler heç gelmiyrrr." deyince ben de patladım.

- Biliyorsun da niye söylemezsin be adam!

Siso köye gitti, elinde bir kağıt ile de geri döndü. İçinde kreme benzer beyaz bir şeyler vardı. Onu atın boynuna sürdü.

Sinekler toz!

İçimden, "tamam ilacı varmış, biz de alır süreriz" diye düşünürken Siso sordu;

- Bilirsen bu nedir!

- Nedir?

- Vallah tereyağdir...

-!..

Tereyağı düşünülenin tam aksine, sineklerin atın boynuna yapışmasına mani oluyormuş! Ben şahidim.

Son durumdan "kadrolu" da memnundu.


Atla haşir neşir olmam takımdaki erlerin de hoşuna gidiyordu.

Bir akşam üstü mesai saati sonunda takıma gelen yolun ağzındaki bariyerin önünden başlamak kaydı ile, takım çıkışına kadar olan 50-60 metre için bir yarış düzenledik.

Ben atla, erlerden biri de katırla, yarış yapacağız.

Katırla, beni geçeceğini iddia ediyor.

Ne biçim bir kanaat hasıl oluşmuşsa!


Hodri meydan dedik. Ben ata, o da katıra bindi. Bekliyoruz, start alacağız!

Bir anda üzengiler elimden kaydı. Ben de tekrar elime almak için öne eğildim...

Ondan sonrasını hatırlamıyorum.

-!..

Bayılıp attan tepe üstü yere düşmüşüm.

Tabi eşim feryat figan, çocuklar ağlaşır, erler koşuşturur ama bende hiç tepki yok.

Yatağa yatırmışlar ağzımdan sarı sarı köpükler gelmiş. Telsizle Şemdinli'den Dr. çağırmak istediklerinde ise, olacak ya akü bitmiş!

Allahtan benim arabanınki var. Onu söküp telsize takmışlar. Doktorun gelmesi benim gözümü açmam tam üç saat sürmüş. Sebep aşırı ilaç yüklemesi ve ilacın ikaz edilen yan etkisi..

En nihayet attan düşmeyi becermiştim...


Erdal SARIZEYBEK, 4 Aralık 2010
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!

Re: Şemdinli-Çatalca'da Bir Komutanın Hatıratı

İletigönderen Oğuz Kağan » Çrş Ara 08, 2010 0:30

Şemdinli-Çatalca'da Bir Komutanın Hatıratı - 7. Bölüm

Çatalca Seyyar Jandarma Karakolu Şemdinli / 1976


Zannedersem Haziran ayının başlarıydı. Takımın sağlıklı bir tuvaleti yoktu. Doğru dürüst bir tuvalet yaptık. Kanalizasyon sorununu çözmek için de yanımızdan akan dereden, bir kol daha aldık. Tuvalet taşını, akan bu suyun üzerine oturtmak sureti ile sağlıklı bir sistem kurduk.

Sifon çekme derdi olmayan tek tuvalet olarak tarihe geçeceğini umud ediyorum!

Elimizden geldiği kadar çevremizi düzgün ve temiz tutma gayreti içindeydim. Karakol binasının yanına bir çardak yaptık. Ankara'dan beklediğim lastiklerin gelişi 2 aydan fazla bir zaman almıştı. Üstelik ebadları da var olanlarla benzer değildi! Arabayı da çardağın yanına koyduk.

Karakolun yanındaki düzlüğe "TÜRKİYE" yazarak, olası çatışmada bizim uçaklara kimlik gösterdik.

Resim

Bu çalışmalara takımdaki tüm erler canı gönülden katkı koyuyorlardı.

O sıralarda 5- 6 kişinin terhis tarihi gelmişti.

Onlar sevinçli, geride kalanlar da hüzünlüydü.

Birbirimize çok alışmıştık!

Ayrılmadan bir gece evvel benim yanıma geldiler, uzun uzun sohbet ettik.

Bölük onlar için bir ünimog gönderecek ve terhis olan askerleri yanlış hatırlamıyorsam Yüksekova'ya kadar da götürecekti.

Ertesi sabah çavuş yanıma gelerek; "Komutanım bugün terhis olacak askerlerin sizden bir ricası var" dedi.

"Nedir" diye sorduğumda da "Sivillerini giymek için izin istiyorlar" dedi.

Hiç düşünmeden evet dedim. Çok emekleri geçmişti ve en fazla 2-3 saat sonra aramızdan ayrılacaklardı.

Çavuş gitti, ben de diğer askerlerle yeni bir çalışma başlattım. Karakolun içinden geçen yolun bir tarafında kullanılmayan telefon direkleri vardı. Üzerinden teller sarkan bu direkler büyük ölçüde çirkinlik arz ediyordu.

Bu direkleri yerlerinden söküp bir kenara istifleyecektik. Var gücümüzle çalışmaya başladık. Direkler derine dikildiği gibi, dipleri de taş ile sıkıştırılmıştı. Söküyorduk ama yorucu bir işti.

Direğin biri, çürük diş gibi sallanıyor ama inatla direniyordu.

Ben de direğe sarılarak bir o yana bir bu yana sallayarak çıkması için kan ter içinde uğraşıyordum.

Sivil elbiselerini giyen erler tahta bavullarını ellerine almış yolun bir tarafına birikmişlerdi.

İçlerinden biri "Komutanım sen kenara çekil, ben onu çıkarırım" dedi. İri yapılı babayiğit bir gençti. Gerçekden de direği öyle bir salladı ki direğin dibi yerinden çıktı.

Tam o sırada bu erden "Ahhhh" diye can hıraş bir ses çıktı.

Ne olduğunu bile anlayamadık ama o, eli ile gözünün birine bastıyordu.

Olduğu yere çöktü ve öylece kaldı.

Direğe baktığımda, üst ucundan sallanan bir bakır tel olduğunu gördüm.

Telin açık ucu da kıvrılmış (L) şeklindeydi.

Bir süre sonra anladık ki, ucu kıvrık olan bu tel, sallama esnasında göz merceğine girmiş!

Dünya başıma yıkıldı desem yeridir.

Hemen telsizle taburu arayarak doktor istedik.

Bir saate yakın bir süre geçti. Gelen doktor durumun ciddi olduğunu, erin acilen Van'da buluna askeri hastahaneye sevk edilmesi gerektiğini ifade etti.

Bir süre sonra gelen ünimoglar terhise gidenleri Yüksekova'ya götürüken, Mevlüt'ü de Van'a yolcu ettik.

Aradan 30 sene geçmiş!

-!..

Şu anda bile ağlıyorum desem, inanır mısınız?

-!..

Takımın, ne tadı kalmıştı ne de tuzu...

Çaresizliğin ne demek olduğunu iyi bilirim...

Bitirir insanı.


Bu durumu yaşıyordum. O an için yapabileceğim tek şey taburdan bilgi almaktan öte değildi.

Ertesi günü zor ettim. Sabah uygun bir saatte telsizle taburu arayarak sordum.

- Komutanım Mevlüt'ün durumu nasıl oldu?

- Dün yatırmışlar bugün gözcüler bakacaklarmış, yarın belli olur.

-!..

24 saat nasıl geçti, gelin bana sorun.

Ertesi sabah tekrar telsiz başına geçtim ve tabii ki aynı soruyu sordum.

- Komutanım Mevlüt'ün durumu nasıl oldu?

- Göz merceği yırtılmış, ameliyata alıp dikmişler ama bu sefer de perde inmiş. Ama, askerlik süresi bittiği için, artık bu ameliyatın askeri hastahanede yapılması imkansız! Bugün taburcu edilecek....

-!..

Birkaç gün ne ben ağzımdan ne çıktığını anladım ne de dinleyen!

Barut fıçısı gibiydim!

Bir süre sonra bunun hiç bir faydası olmayacağını anladım. Çözüm üretmeliydim. Öneri getirdim.

Bu ay taburda az maaş alanlardan 10 Tl, çok alandan da 100 Tl keselim! Ameliyat parasını bu şekilde toplayıp gönderelim!

Ve daha aklınıza gelmeyecek onlarca yol...

Bir tek olumlu tepki gelmedi.

Yılmadım. Ankaraya mektup yazdım. Saklamışım! Okuyalım.

Resim

Resim

Mektupta "Azmi Bey Amcam" diye bahsettiğim kişi eniştemdi ve doktor olarak Sağlık Bakanlığı Tedavi Kurumları Gn. Md. Muavini olarak görevini sürdürüyordu. Allah gani gani rahmet eylesin çok iyilik sever bir adamdı. Ratip Dayım'da Edirne Sağlık Müdürü idi. Yaşları uygun olup da bu kurumlarda görev yapmış meslektaşları, her ikisini de çok iyi tanırlar. (Dr. Azmi Kalaycıoğlu - Dr. Ratip Kazancıgil)

Sonra ne oldu!

Yanlış hatırlamıyorsam Mevlüt, gelmedi... Sivas'ta veya İstanbul'da ameliyat oldu diye hatırlıyorum...

Bu anı, benim için unutulmazlar arasındadır. Olacağın önüne geçilemeyeceğinin somut bir kanıtıdır...

Sakınan göze, çöp de batar tel de...

Temmuz ayı içinde İstanbul'da görevlendirildiğime dair bir emir geldi. Aynı zaman dilimi içinde tabur ve bölük komutanlarının de çeşitli görev yerlerine atamaları gerçekleşiyordu. Bizim bölük komutanlığımıza da genç bir teğmen tayin edimişti.

Mustafa Uygun!

Teğmenin doğal olarak merkezi ve merkeze bağlı karakolları tanıması zaman alan bir işlemdi. Dolayısıyla benim ilişiğimi kesmem de buna bağlı olarak erteleniyordu.

Bir sabah karakola genç bir teğmen geldi. Yüzünden enerji fışkırıyordu. Mutad merasimden sonra; "Hadi bakalım bana karakolları gezdir" dedi. Karakolların merkezden uzak olduğunu, ancak bir kaç gün içinde gezebileceğimiz ifade ettim.

"Olur" dedi.

Kartal Karakolu'ndan başladık.

Atmaca
'ya giderken Kula'da bir gece yatma kararı aldık.

Ertesi sabah erkenden Atmaca yollarına düştük.

Yine at tedarik ettik ve teğmen köylülerin atlarından birine bindi!

Ben de içimden "Yandı... Şimdi, çok sürmez düşer" diye geçirdim.

Askerler yine öne düştü! Gerisini sizler biliyorsunuz!

"Dehhh"


Komutan önde, bizler arkada, başladık dar patikada at koşturmaya...

Ben, merakla o sahneyi bekliyorum. Gözüm komutanın üstünde...

Bana sorarsanız "ha düştü ha düşecek..."

-!..

Bir anda ne oldu ise oldu, yavaş, yavaş eğerin üzerinden tabir-i caizse sıyrılmaya başladım.

Burası eğerin arkası!

Bu atın kıçı!

Bu atın kuyruğu

ve....

Beni kucaklayan toprak ana!

Anaaa! Ben yine düştüm....


Gördün mü alışkanlık haline geldi....

Konvoy durdu. Ben ayağa kalktım. Bir iki silkindim, toz içindeyim de, yara bere yok..

Komutan da "geçmiş olsun, olur böyle şeyler" dedi.

Tabi diyemedik ki "hep oluyor,yabancısı değilim" diye...

Bindik ve devam ettik...

Teğmen Atmaca'dan önce karakola, oradan da tabura döndü.(1) Kısa bir süre sonra da tayin emrim bana geldi.

Bu emri getiren assubay tuturdu mu karakolu tek tek sayacam diye...

"Nuh" diyor da "Peygamber" demiyor.

Neyini sayacaksın?

-!..

Konu bu değil, o da herkes de biliyor ki aldığımdan daha fazlası var, eksiği yok.

Yol uzun, vakitli çıkacağız ki bir büyük kente kadar ulaşalım. Eşyaları toplamışız, çoluk çocuk arabada...

O hala "sayım 3-4 gün sürebilir" diyor!

-!..

2 saate yaklaşan bir gerginlikten sonra tutanak tuttuk ve karakolu teslim ettim.

Bu tutanakların bir kopyasını 30 seneden beri muhafaza ediyorum.

Bu yazı dizisinin bitimine ek olarak koyacağım!

Belki bir gün birileri, bir araştırma yapar; "Jandarma'nın dünü, bugünü ve yarını" diye...

Yapılmış ise; dilerim ki ek bilgi olsun.

Yapılmamış ise de bir küçük kaynak...

Tutanağı aldım. Askerlerle vedalaşmak için dışarı çıktığımda, gözlerime inanamadım.

Merasim mangası düzenlemişler. Silah kuşanmışlar. Başlarında da Veli Çavuş!

Bana esas duruşta selam veriyorlar....

Hepsi ağlıyor...

-!..

Tabi ki ben de...

Arabada da eşim.

Yol boyu bir süre ağlaşıp durduk.

Tıpkı şimdi olduğu gibi...

-!..


Van üzerinden Malatya'ya kadar gidebildik. Şimdi rahmetli olan dayım Av. Fahrettin Kazancıgil'in evinde bir gece misafir kaldık. Ertesi sabah Ankara'ya doğru yola çıktık.

Yol izninden sonra İstanbul Balmumcu Asayiş Bölge Komutanlığı'nda vekaleten bölük komutanı olarak göreve başladım. Bu görevim 1 ay kadar sürdü. Görevimi yine Hakkari'den gelen bir yüzbaşıya devrettim.

Bölge komutanımız Albay Hulusi Sayın idi. Daha sonra Tuğ Generalliğe terfi eden Rahmetli Hulusi Sayın'ın emrinde görev yaptım. Ne acıdır ki o da 1991 de teröristler tarafından evinde uğradığı alçakça bir saldırı sonunda şehit oldu.

30 Ağustos 1977 de Zafer Bayramı kutlamaları çerçevesinde bana bir görev verilmişti.

1960 yılında Genel Kurmay Başkanı olan Em. Orgeneral Rüştü Erdelhun'u Fındıklı'daki evinden alıp Boğaziçi'ndeki Kalender Orduevi'ne götürecek, ve verilecek kokteyl sonrası evine getirecektim.

Çok heyecanlandım!

"Niye"
diyenler için bilgi vermem lazım.

Orgeneral Rüştü Erdelhun'u tanıtmak için en doğru bilgiye doğal olarak Genel Kurmay Başakanlığı'nın web sitesinden ulaşabilirdim. Ben de öyle yaptım.

Resim
23 Ağustos 1958 - 27 Mayıs 1960

MUSTAFA RÜŞTÜ ERDELHUN
ORGENERAL
Top.1330(1914)-b-10


Orgeneral ERDELHUN; 1894 yılında Edirne'de doğdu. 1914 yılında Topçu Asteğmen rütbesi ile Harp Okulu'nu bitirdi. Topçu birliklerinde batarya takım komutanlığı ve yaverlik görevlerinde bulundu. İzmir Silah Komisyonu'nda görevli iken 2 Nisan 1921 tarihinde Anadolu'ya geçerek Milli Ordu'ya iltihak etti. 1923 yılında girdiği Harp Akademisi'ni 1926 yılında bitirerek kurmay oldu. 1945 yılına kadar çeşitli karargah ve birlikler ile Tokyo, Roma ve Londra Ataşelikleri'nde görev yaptı. 1945 yılında Tuğgeneral, 1947 yılında Tümgeneral, 1952 yılında Korgeneral ve 1956 yılında Orgeneralliğe yükseldi. Tuğgeneral rütbesi ile 15'nci Tugay Komutanlığı ve Genelkurmay Eğitim Yarbaşkanlığı, Tümgeneral rütbesi ile Genelkurmay Eğitim Daire Başkanlığı, 6'ncı ve 51'nci Tümen Komutanlığı, MSB İstanbul Tetkik Kurulu Üyeliği, Korgeneral rütbesi ile Tokyo İrtibat Heyeti Başkanlığı, 18'nci Kolordu Komutanlığı ve Genelkurmay II'nci Başkanlığı görevlerinde bulundu. Orgeneral rütbesinde 2'nci Ordu Komutanı iken, 1 Ağustos 1958 tarihinde Kara Kuvvetleri Komutanlığı'na atandı. 23 Ağustos 1958 tarihinde atandığı Genelkurmay Başkanlığı görevinden 3 Haziran 1960 tarihinde emekliye sevk edildi.

İngilizce, Fransızca ve Japonca bilir. Evlidir.

1'nci Dünya ve Kurtuluş Savaşları'na katıldı.

9 Kasım 1983 tarihinde vefat etti. Ankara Cebeci Asri Mezarlığı'nda toprağa verildi.


Öğleden sonra saat 18:00 gibi rahmetlinin Fındıklı'da bulunan evine gittim. Dar cepheli mütevazı bir apartmanın en üst katı olduğunu iyi hatırlıyorum. Küçük bir daireydi. Kapıyı kendisi açtı. İçtenlikle davrandı. Elbisesini giymiş son hazırlıklarını yapıyordu. Ona ben de yardımcı oldum. Bir süre sonra ona tahsis edilen arabaya bindirdim. Doğruca Kalender Orduevi'ne giitik.

İneceğine yakın bana; "Evladım, sen benim göz mesafemden fazla uzaklaşma, bakarsın yorulurum, dönmem icap eder, olur mu?" dedi.

"Emredersiniz komutanım" diye cevap verdim.

Zafer Bayramı dolayısı ile verilen kokteyl'e katılan Emekli Orgeneral Rüştü Erdelhun'u yakın takibe aldım. Sürekli onu izledim. Başını her çevirdiğinde kendimi ona gösterdim. Kutlamada bir saaten biraz fazla kalan komutan en nihayet gözü ile son emrini verdi. "Dönüyoruz".

Hemen yanına giderek yol gösterdim. Arabaya binerek orduevini terk ettik. Tarabya Bayırı'ndan Barboros Bulvarı'na çıkarken dayanamadım ve önce iznini almak sureti ile özel bir durumu kendisine açtım.

"Komutanım benim kayın pederim 1960 yılında, o zamanın başbakanı olan rahmetli Adnan Menderes'in koruma müdürü idi. Yasıadaya gönderildi. Birinci duruşma sonunda da beraat etti. O günler için siz ne düşünüyorsunuz?" dedim.

27 Mayıs İhtilali'nde Emekli Orgeneral Rüştü Erdelhun usulünce görevden uzaklaştırılıp emekli edilmişti.

Sonderece sakin bir sesle konuşan Em.Orgeneral Rüştü Erdelhun, "Her olayı, o zamanın ölçüleri ile değerlendirmek lazım" diye söze başladı. Mensubu olduğu kurum hakkında en ufak suçlama şöyle dursun, sitem dahi etmedi. Son derece hoşgörülü bir tutum sergiledi. Çok etkilenmiştim. Evine getirip dairesine kadar çıkardım. Bana nezaketen teşekkür ederek gönlümü aldı.

Allah rahmet eylesin.

İyi ki, onunla çok kısa bir an için de olsa, beraber olma fırsatım oldu.

Askerliğimin son bir ayını da Jandarma Genel Komutanlığı'nda Ordonat Daire Başkanlığı'nda geçirdim.

18 ay bu minval üzerine bitmişti.

Aradan 5-6 sene geçti. Yaz tatili için her yıl Side'ye gidiyordum. Öğrendim ki, Jandarma Binbaşı Yavuz Göksel Alanya İlçe Jandarma Komutanı olmuş.

Çok sevindim. eşimle beraber Alanya'ya gittik kendisini makamında ziyaret ederek eski günleri yad etme fırsatımız oldu.. Şemdinli'de onun evinde yediğim biber dolmasını bir kere daha anlattım.

O zaman nasıl da özlemiştim ev yemeklerini...

O güzel ve heyecan dolu günleri konuşarak, dostları bir kere daha andık.

Onu bir kere daha görme şansım olmadı.

Bir sabah gazeteyi elime aldığımda, donup kaldım.

"Siirt- Pervari yolunda teröristlerin konvoya silahlı saldırısı sonunda Binbaşı Yavuz Göksel görev başında şehit oldu"
diye yazıyordu.

Tarih; 29.07 1990

-!..

Allah gani gani rahmet eylesin.

Sözün tükendiği yer işte burası...

Kısa süren askerlik görevi sırasında çok şey öğrendim.

Rahmetli babamın nasihatleri kulağımdan hiç çıkmadı.

Üzerimdeki üniformanın şeref ve haysiyetini kendi şeref ve haysiyetimden daha yüce tutmağa çalıştım.

Boğazımdan bir kuruş dahi haram geçmedi.

Hudut görevi yaptığım süre içinde, seslendirmekten büyük gurur duyduğum Hudut Yemini'ne ,

halen gönülden bağlıyım.

Ölene kadar da bağlı kalacağım.


Resim

Ben Jandarma Asteğmen Mehmet Emin Bora,

Asil Türk Milletinin Namus ve Şerefini,

Vatanın bölünmez bütünlüğünü; 491 ve 499 numaralı hudut taşları arasını

korumakla görevli birliğim, vatan ve millet uğruna seve seve can vermeye

hazırdır komutanım.

Bitti...

Mehmet Emin Bora

17 Ocak 2007

Ankara

Not:

*(1) Musatafa Uygun Teğmen'imi 2001 yılında Van'da gördüğümde Tuğ General olmuştu. Şimdi emekli olan bu değerli komutanımla halen görüşüyoruz.

* Bazı köy isimlerini tam hatırlayamadığım için "118 bilinmeyen telefonlar" servisinden "Siso"nun telefonunu öğrendim. Hatlar arızalı olduğu için halen temas kuramadım. En kısa sürede onunla da görüşeceğim. Hiç bir sözün boşlukta kalmasını istemiyorum.

* Bugün için hatırlayamadığım bazı isimleri, evdeki notlarımı karıştırırken bulduğum oluyor. Böylesi durumlarda ana yazıya dönerek orada yazıldığı tarihte bilinmeyen olanı kaldırıp, öyküyü bilinen isimle yeniden düzenliyorum. Tabii ki gözümden kaçan yazım ve imla hatalarını da düzeltiyorum. Bu durumdan dolayı özür diler, hoşgörünüze sığınırım.

Ek:


Resim

Resim

Resim

Resim

Resim


Erdal SARIZEYBEK, 6 Aralık 2010
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!


Şu dizine dön: Erdal SARIZEYBEK

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x