Şemdinli-Çatalca'da Bir Komutanın Hatıratı - 1. Bölüm
Çatalca Seyyar Jandarma Karakolu Şemdinli / 1976
Çatalca Seyyar Jandarma Karakolu
Şemdinli / 1976
Bilgisayarımdaki fotoğraf arşivimi düzenlerken gözüm, askerlik görevimi yerine getirirken çekmiş olduğum fotoğraflara takıldı.
O tarihten bu yana, tam 30 sene geçmiş...
-!..
Fotoğraflara farklı bir duygu ile tek tek baktım.
Eminim ki; Silahlı Kuvvetler'in elinde benzeri pek çok fotoğraf vardır.
Ben yaşadığım o döneme ait anılarımı ve o tarihte çektiğim bazı fotoğrafları yayınlamak sureti ile "var olduğunu düşündüğüm" arşive, küçük de olsa bir katkı koymak istedim.
30 sene evvel hudutta görev nasıl yapılıyormuş!
"İmkanların" veya "imkansızlıkların" ölçüsü anlaşılsın istedim.
Bu görevi şimdi, yasa gereği 30 günde yapanlar olduğu gibi, geçmiş yıllarda 2-3 sene yapıldığını gayet iyi hatırlıyorum. Ben 18 ay yapmıştım.
Süre her ne olursa olsun, erkekler askerlik anılarını anlatmaya bayılırlar...
Ben, bu yazımda askerliğin avcılıkla ilgisini kurmaya çalışırken, bir yandan da "belge" oluşturmaya çalışacağım.
En azından "fotoğraf" anlamında.
Benim dönemimde askere "yedek subay" olarak gitmek, ağırlıklı bir tercihti... Bu hakkı sadece üniversite mezunları kazanabildiği için ite kaka da olsa, bir tek hedefimiz vardı.
Üniversite mezunu olabilmek!
Bir yandan yaşam kavgası verirken evlenmiştim de... 1975 senesinde üniversiteden mezun olduğumda, 4 yaşında bir oğlum, yeni doğmuş bir kızım vardı.
Ben de 30 yaşındaydım.
Askerlik şubesine müracaat ederek, bu görevimi tamamlamak istediğimi belirttim.
Bu arzum hızla kabul gördü!
Mülakat sonunda çıkan neticeye göre teslim olmam gereken birlik; Eğirdir Dağ ve Komando Okulu idi. Bir sabah şirketimizde çalışan, bizden yaşça büyük "Dilaver Pekdemir" adlı bir abimizle erkenden yollara düşdük. Eğitim alayına teslim olana kadar bana eşlik edecekti.
Hiç unutmam, rahmetli babam da yola çıkmadan evvel bana 2.000 Tl. cep harçlığı vermişti.
Ankara'dan ayrılmadan bir gün önce bana; "Asker ocağı, Peygamber ocağıdır. Sadakatle hizmet edilmesi gerekir. Onun malını, malın gibi koru. Allah yardımcın olsun" şeklinde konuşma yaparak bana nasihatler verdi. Onun bu tür söylemlerine alışkındım. Kışlayı evi gibi görür, gözü gibi korurdu.
Bizlere 1925 yılında Tokat Askeri Ortaokulu'nda yatılı olarak okuduğunu, gaz lambası altında ders çalıştığını sıkça anlatırdı. 1935' de Kuleli'den mezun olmuş, 25 sene içinde 10 ayrı il ve ilçede zor şartlar altında görev yapmıştı.
1960 ihtilalinde 45 yaşında albay rütbesi ile 5.000 den fazla arkadaşı ile beraber bir sabah (!) emekli edilmişti.
Askerlik hizmeti süresi içinde çok üretken, çok çalışkan ve çok disiplinli hayat yaşadı. Bu alışkanlığını tüm yaşamı boyunca da sürdürdü.
Ahmet Bora
Rahmetli babamın bu fotoğrafta görülen kılıcını, kuşandığı sırma kuşaklıkla beraber taktığı apoletini muhafaza ediyorum. Tabii ki 1930'lu yıllara ait çok değerli fotoğraflarını da...
Isparta üzerinden Eğirdir'e gelirken yol üzerinde bir çeşmede sakal traşı oldum. Bu "eli yüzü düzgün bir görünümüm olsun" şeklindeki arzumdan kaynaklanıyordu.
Öğleden sonra birliğime teslim oldum. "Merhaba" diyeni hemen berber koltuğuna oturtuyorlardı. Traş sonrası aynada kendini görenler kızarıp bozarırken, kuyruktakiler de tevekkül içinde bekleşiyordu. Çok daha evvel traş olanlar ise, hınzırca bir keyfi sürdürmekle meşguldü. Ben o işi bir gün evvel Ankara 'da "kökünden" hallettiğim için bu zevki (!) onlara yaşatmadım.
6 ay sürecek sıkı bir eğitim başladı. Ta ki dağcılık dersinde "ip yardımı ile bir tepeye nasıl çıkılır?" şeklindeki bir eğitime kadar.
İpi, komutanın istediği gibi tutmamışım!
Gürledi, esti, yağdı! Sonra da sordu.
- "Niye dediğimi yapmıyorsun?".
Ben de her iki kolumu ona göstererek bu durumun "doğuştan var olan fiziki yapı" ile ilgili olduğunu izah ettim. Yüzünü buruştururak "pöhhh" dedikten sonra hastaneye sevk ve kontrol edilmem yönünde öneride bulundu. O saate kadar herşey yolunda gidiyordu. Eleştirilen, benim ipi sıkıca tutup tutmadığım değil, görüntü açısından tutma şeklimin uygun olmadığı yönünde idi. Hem de çok kırıcı (!) bir şekilde. Şekil şartının zaman zaman da olsa her şeyden önemli olduğunu gördüm. Bu tavrın, tam aksi yönünde davranış sergileyenler de oldu.
144'üncü dönem / Eğirdir
O saate kadar gece yapılan nokta bulma eğitimini en kısa sürede yerine getirmem, bomba koşusunda neredeyse okul rekorunu kıracak kadar hızlı olmamın hiç de önemli olmadığını anladım. Çeşitli rahatsızlıkları bulunan 11 arkadaşımla beraber Tuzla Piyade Okulu'na sevk edildik.
Yanlış hatırlamıyorsam Eğirdir'de 2 ay geçirmiştim. Kalan 4 aylık temel bir eğitimi de tamamladıktan sonra 1976 yılının sonbaharında Tuzla Piyade Okulu'nda her piyade asteğmen adayı gibi, kurra çekmeye hazırlanıyorduk.
Derslerin bitimine doğru atış poligonuna gittik. Takım komutanımız yemek için atışlara ara verildiğinde, "silah nöbeti" tutmam için bana emir verdi. Doğal olarak "emredersiniz" diyerek silah kuşandım. Aradan kısa bir süre geçti. Askeri araçlarla gelen tayın kokusu etrafı sardı. Bana göre yeryüzünde askerde pişirilen ekmeğin kokusu kadar güzel ikinci bir koku yoktur.
Bir süre sonra da büyük kazanlarla gelen kuru fasulye, benim için eziyetin son noktası oldu. Ağzımdan şapur şupur sular akıyordu. Bir saate yakın bir süre nöbette kaldım.
Onlar yedi, ben baktım.
Atışlara kaldığımız yerden devam edecektik. Komutan bana "tamam nöbeti bırak sende sıraya geç" dedi. Hayatımda ilk ve son defa yüzümü kızartarak "Ben yemek yemedim" demek zorunda kaldım. Komutan da yemek dağıtan ere "yemek verin" şeklinde bir emir verdi. Aldığı cevabı ben de duydum. "Yemek kalmadı komutanım." Komutan da bana doğru dönerek ve gülerek (!) "kalmamış" dedi.
Bu sahneyi ölene kadar unutmayacağım. İstenmeyen bu durum, bana çok önemli bir hayat dersi verdi. 12 ay boyunca kimi, nerede nöbete gönderdiysem, önce karnını doyurdum. Bunun, komutanın öncelikli görevlerinden biri olduğunu düşündüm.
Silah Nöbeti
Dersler bir kaç gün evvel bitmiş, imtihan yapılmış bir kişi hariç hepimiz başarılı sayılmıştık. Lakabı yanlış hatırlamıyorsam "dingil" di. İçtimaya vaktinde gelmez, neden geç kaldığını soran komutana da "Bir taraftan o (!) çağırıyor, bir taraftan sen, hangisine gideceğim!" şeklinde cevap vermek sureti ile her gecikmede aklı sıra inancının "kavi" olduğunu sergilemeye çalışırdı. Herkesi bıktırmıştı, çalışmanın hele hele askerlik görevinin ne denli kutsal bir görev olduğunu hiç anlamamıştı. Yanlış bilmiyorsam askerliğini rütbe takmadan bitirdi.
Okuldaki son gecemizi yaşıyorduk. Ertesi sabah merasimle kurra çekecek ve küçük bir yol izninden sonra da yeni görev yerlerimize gidecektik. Heyacanlıydık...Yat saatine kadar vakit geçirmenin yollarını arıyorduk.
Soldan sağa: Mehmet Emin Bora - Sn. Yavuz Aydar
Aklıma gelen parlak (!) bir fikri sınıftaki yakın arkadaşlarımla paylaştım.
"Bir piyango düzenleyelim ve 'en zor' kurra yerini çekene, bu piyango çekilişine katılacaklardan toplanan parayı verelim, ne dersiniz?" demiştim. Bu teklif, son birlikteliklerini yaşayan arkadaşlarım tarafından hızla kabul gördü. Tek sorun "zor yerin neresi olduğu" konusundaki fikir farklılıklarından doğsa da neticede bir tespit yaptık.
30 senedir dolabımda özenle sakladığım alttaki listeyi oluşturduk.
Para topladığımız arkadaşların yaka numralarını da bu listenin yanına ilave ettik. Örneğin, 6360 yaka numarası Hamil Alnıaçık adlı çok sevdiğim bir arkadaşıma aitti. Torbadan Mardin'i çekmişti. Oradan da hudut üzerinde olan "Dolan Karakolu"na verilmiş. Görevde bulunduğum süre içinde bana mektup yazar, PTT idaresinden şikayetçi olurdu! Ona göre, gönderdiğim mektuplar önce "Madrit"e gidiyormuş.
Aramızda 600 km. vardı ama mektuplar ancak 1 ayda elimize ulaşırdı. Hamil'in mektuplarını hala saklarım. Bunlardan birinde, karakol civarında pamuk tarımı yapıldığı için aşırı ölçüde sivrisinek olduğunu ifade ediyordu. Geceleri uyuyamadığından, kendini sanat müziğine adamış ve ;
"Ateş-i suzanı firkat yaktı cism-i canımı, şu sinekler emdi bütüm kanımı" şeklinde güfte çalışmaları yapmıştı.
İki fakülte bitirmiş olan bu değerli arkadaşım, hudut karakolunun kendisine verdiği gücü kısa sürede idrak etmiş ve kendini "Dolan Kralı" ilan etmişti!
Bana yazmış olduğu mektupların sonuna "Dolan Kralı insan (!) güzeli" diye imza atardı.
Hudut karakollarının böyle bir avantajı var!
Ne olduğunuzu siz tanımlıyorsunuz!
Şimdilerde Milliyet Gazetesi'nde gerçekten kralmış.
Liste
Bu piyangoya katılmak isteyen her adaydan da yanlış hatırlamıyorsam 15 Tl civarında bir para aldık. Toplanan bu para ertesi gün kurrada en zor yeri çekene -bize göre- "en talihsize" verilecekti.
Bu bağlamda "hudut karakol görevi"ni de listenin en başına özel bir konum olarak tarif ederek oturttuk. Diğer iller üzerinde hepimiz hemfikir olmuştuk. Dolayısıyla Hakkari ile başlayan liste genel kabul gördü. 225 Tl. para toplanmış yed-i emin olarak bana teslim edilmişti.
30 sene evvel aklımız, gecenin bir saatinde buna yetmişti.
Hudut karakolu diye bir görev yerinin torbada olmadığını, sonradan öğrenecektik.
Ertesi sabah erkenden kalkıp çantalarımızı hazırladık. Doğruca kurraların çekileceği alanlara gittik. Heyecandan yerimizde duramıyorduk. Benim gibi evli olan pek çok arkadaşım vardı. Sorun ise ortaktı!
Nereyi çekeceğim?
Çoluk çocuk ne olacak?
Uzunca bir kuyruğun sonlarındaydım. Nihayet sıra bana geldi.
Elimi torbaya sokup bir iki kere çevirdim ve "Bismillah" diyerek torbadan elimi çıkardığım an, Seyyar Jandarma olmuştum.
30 sene önce kura sonunda torbadan çekmiş olduğum görev yerini belirten kağıt.
Hala saklarım.
Çıkan küçük kağıtta görev yerim "118. Sy. Jandarma Alayı - Hakkari" olarak belirlenmişti.
Öğlenden evvel herkes görev yerini öğrenmişti. Bu sonuç (!) aynı zamanda, ceketimin sağ iç cebinde sakladığım emanet paranın, bir anda "irtifa" kaybederek, pantolonumun sağ cebine girmesini sağlamıştı.
Kazanmıştım!
Bir süre yüzüme, "sırıtma ile gülme arası" bir mana düşse de bu anlamsız bakışım kısa sürede değişti.
"Ne olacak şimdi?" sorusu acilen yanıtlanmayı bekliyordu. Ama yine de sevinçli ve gururluyduk.
Yaygın tabirle "demirleri takmıştık" ve artık bizlerden "rütbeli" diye bahsedeceklerdi.
İhtiyaçlarımızı temin ettiğimiz kantindeki erler bize "sıraya geçin" diye bağıramayacaklardı.
İçimize ne kadar oturmuş ki... 30 sene sonra bile hala aklıma bu geliyor.
Demirleri takar takmaz koşarcasına kantine giden arkadaşlarımız da olmuştu!
Görevli erler ise çoktan demir almış, yelken şişirmişlerdi!
Bu durum hep yaşandığı için idare de tedbirini almış.
Eşyalarımı alıp Tuzla'dan ayrıldık. Merasimi izlemek için gelen aile fertleri ile Kanlıca'ya gittik!
Kutlamak için!
-!..
Ben iyi hatırlıyorum. Hava serin olmasına karşılık buz gibi bir yoğurt yemiş, "ferahlarım" diye düşünmüştüm.
Çay faslından sonra muhabbet "iyi olur inşaallah"a döndü. Küçük teselli arayışlarını içeren bir sohbetten sonra İstanbul'a veda ederek Ankara'nın yolunu tuttuk.
Kısa bir izin süresi vardı. Hazırlık yapmalıydım. Yola çıkmadan birkaç gün önce fotoğraf makinası almak için Kızılay'a indim. O tarihlerde Refo Color Kızılay'da küçük bir dükkandı. "Askere gidiyorum, bana fotoğraf çekeceğim uygun bir makina verin" dediğimde COSINA /HI–LİTE 402 model bir fotoğraf makinasını önerdiler. Bir çok da filitre ve slayt. 1972 yılında İstanbul'dan aldığım Mamiya C 330'u da götüreceğim için, artık huzurluydum. 6x6 olan bu makina o devrin en iyileri arasında kabul edilirdi.
Yaklaşık olarak 8 seneden beri, avcılığın yanısıra fotoğrafçılığa da merak salmıştım.
Görev yerimi kime söylesem tepkileri "Allahhhh yaşadın yavvv... Tam av cenneti"
veya
"Uf beee... Kimbilir ne fotoğraflar çekersin" şeklinde oluyordu.
Yola çıkmadan önce her iki konuda da fena halde gazdaydım.
Browning A5 ve Winchester, M 70 / 30-06 yivli silahım da gidecekler arasında çoktan yerlerini almıştı. Kasa kasa 12 çap av fişeği, kamp malzemeleri, okumak için onlarca kitap...
Kendimi seyyar market gibi hissediyordum.
Jeep'in içinde, tasalarımın ve kaygılarımdan arta kalan yerlerde, bunlar vardı!
Zaman su gibi akıp geçti. Ayrılık vakti geldi. Kurrada benim gibi Doğu illerini çeken 3 asteğmen arkadaşımla beraber evvelce planladığımız gibi buluşup bir sabah erkenden Ankara'dan ayrıldık.
O tarihlerde 1974 model uzun şase 6 silindirli bir Jeep kullanıyordum. Portakal renginde çok sevimli bir arabaydı.
Yüksekova Jandarma Taburu
Şimdiki gibi ithalat mithalat yoktu!
Arazi arabalarının sayısı Ankara'da bile sınırlıydı.
Hakkari'ye arabamla gitmeye karar vermiştim.
Adana üzerinden, Antep - Urfa - Diyarbakır - Bitlis - Van - Hakkari güzergahını takip edecektim.
Urfa'ya geldiğimizde 2 arkadaşım bizden ayrılarak, Mardin'deki görev yerlerine intikal edeceklerdi.
Neresinden bakarsanız bakın 2000 km. den daha fazla bir yol...
Evden ayrılırken çok şey hissettiğimi söyleyemem...
Tuzgölü civarına geldik... Adana'ya gidiş istikametine göre yolun kuzey doğusuna düşen Paşadağı'nı görünce içime inceden bir acı düştü.
Deresinde tepesinde, o kadar çok yattım ki...
Farkında olmadan bu dağa sevdalanmışım.
Anlatılır gibi değil.
Sevdiğim her şeyden ayrılıyordum.
Ailemden, evimden, dağımdan...
Çaresizlikten mi isyan etmiştim yoksa isyan edince mi çaresizliğimi fark ettim bunu, tam bilemiyorum.
Bir anda "çocuklarımı bir daha göremeyeciğim" yönünde bir hisse kapıldım.
"Askerlik şimdi başladı" diye düşündüğüm ilk an bu oldu.
Adana'yı durmadan geçtik, vakitlice Antep'e varmak istiyorduk, öyle de oldu. Gece burada konaklayacaktık da nerede? Hava kararmış, yalnızlık duygusu saklandığı yerden çıkmış, bana sorsalar, bizi arıyordu...
Saat 18:00 gibiydi. Arkadaşlarımızdan biri "Orduevinde kalabiliriz" şeklinde bir fikir üretti. Doğru ya, biz de artık subaydık. Sora sora orduevini bulduk. Resepsiyondaki asker, kesin bir lisanla yerlerinin olmadığını söyledi.
Aidiyet duygumuz ilk günden derin bir yara almıştı.
Zaman içinde, özellikle büyük yerleşim yerlerinde hep benzeri hallere şahit oldum.
Kendimizi kent merkezine attık. Bir otel bulup yerleştik. Otele çok yakın bir yerde de yemek yedik. Elimi sürdüğüm her şeyden tiksinti duymaya başlamıştım. Bu duyguyu beynimin arka planında yatan çaresizlik duygusundan kaynaklandığını tahmin ediyorum. Suratım asılmış, tabir-i caizse "çekilmez" olmuştum. Yorgunluktan erken bir vakitte yattık.
Ertesi sabah üstünkörü yapılan bir kahvaltıdan sonra Urfa istikametine doğru yola çıktık. Urfaya vardığımızda şehrin ünlü çarşılarını dolaştık. Görev yerlerimize ulaşmadan önce son bir kere daha, olası ihtiyaçlarımızı buradan giderdik. Mardin'e gidecek olan Hamil Alnıaçık'la (Dolan Kralı) yemekten sonra vedalaşarak ayrıldık. Şimdi 2 kişi kalmıştık.
Hemen yola koyulduk, her geçen saat ortam daha ürkütücü bir hal alıyordu.
Biz de kuvveti çeneye verdik.
"Bak şu dağı gördün mü?"
"Şu tepeye bak!"
"Ben bir gün avdaydım... Aynı şu dere kenarı gibi bir yerden tam geçerken, o anda..." şeklindeki ağırlıklı olarak coğrafi tariflerle dolu gevezeliklerin, aslında bizim varolan korkularımızı bastırmak için ürettiğimiz boş sözler olduğunun her ikimiz de farkındaydık.
Gözünüzün gördüğü her yer karla örtülüydü. "Lastik patlarsa ne yaparız?" diye ilk defa burada düşündüm. Tubless lastik şimdiki gibi yaygın değildi. Ankara içinde bile, bu onarım işini hakkı ile yapabilecek tamirci sayısı sınırlıydı. Her ihtimale karşı sürekli olarak yanımda iç lastik taşırdım.
Bitlis üzerinden Van'a giderken Tatvan'a geldiğimizde, gücümün tükendiğini hissettim. Orada bir gece konaklamaya karar verdik.
Tatvan, o tarihlerde çok küçük bir yerleşim yeriydi. Orduevinin Van Gölü kenarında olduğunu hatırlıyorum. Antep'de bir gün evvel görmüş olduğumuz davranışı gözardı ederek yine resepsiyona müracaat ettik. Çünkü, ikinci bir seçeneğimiz yoktu.
- Bir gece kalmak istiyoruz, yeriniz var mı?
- Var komutanım. Hemen odalarınızı hazırlatayım. Eşyalarınızı almak için de bir görevli çağırayım.
- !..
Bu sıcak ilgiden o kadar çok hoşlandık ki,tarif bile edemem. Odalarımıza yerleştikten sonra tesisin lokantasında da yemek yedik. İnanılmaz ölçüde bir güven duygusu hissettim.
Ertesi sabah erkenden yola düştük. Van'dan Yüksekova istikametine ayrıldıktan sonra işin rengi iyice değişti. Değişmeyen tek renk karın beyazlığı idi.
Yol boyu, in cin top oynuyordu.
Zaman zaman yol kenarında durup içine gireceğimiz vadiyi seyrediyorduk. Yol boyu ne bir tabela ne de yolu soracağımız bir Allah'ın kulu vardı. Arabamda yedek olarak 20 Lt. benzin de olsa, bu yeterli güveni bize sağlamıyordu. Aşağıdaki fotoğraf karesini her gördüğümde arkadaşımla aramızda geçen konuşmalar aklıma gelir. Bana "Doğru yolda olduğumuzdan emin misin? diye sorduğu anda yüzündeki, ifadeyi hiç unutmayacağım.
Uzun ince bir yoldayım...
Hoşap Kalesi
Gürpınar - Güzelsu - Başkale üzerinden Bağışlı yol ayrımına geldik. Buradan sonra yol doğruca Hakkari'ye gidiyordu. Dilimize dolanan tekerleme, bizi her geçen saat daha da düşündürüyordu.
"Burası Hakkari, buradan öte yok gari"
Yol boyunca fotoğraf çekiyordum. Gördüğüm manzaraların beni heyecanlandırdığı tartışılmaz da olsa kafamdaki bazı sorular hala yanıt bulamamıştı.
Evden çıkalı 3 gün olmuştu ve ben hala yoldaydım!
Hakkariye yaklaşırken fotoğraftaki gibi -yanlış hatırlamıyorsam- 2 geçitten geçtik. Buraya ilk defa gelen yabancılara "Hakkariye gelirken, geçite vardığında aklını oranın tavanına asacaksın, kısmet olur da geri dönersen alıp gidersin" şeklinde bir espri yaparlarmış.
Aklımı tavana hiç asmadım ama, hala aklım oralarda!
Kısmet olursa önümüzdeki sene tekrar Hakkari'ye gitmeyi düşünüyorum
Zapsuyu, kimi zaman yanımızdan akıp giderken, kimi zamanda onu sadece çok yukarılardan görmemize müsaade ediyordu.Yol o zaman tamamen topraktı, ama manzara gerçekten müthişti.
İlerledikçe pekçok insan tarafından ürkütücü diye nitelendirilebilen bu yol, bana büyük bir keyif veriyordu. Her gördüğüm tepeye çıkıp avlanmak istiyordum.
Ta ki o çığı görene kadar.
Daha sonra öğrendiğime göre, çığın sürükleyerek beraberinde getirdiği kar kütlesi o kadar büyük olurmuş ki, kısa süreli de olsa Zap Suyu'nu durdururmuş. Daha sonra kardan oluşan bu set su basıncı ile aniden yıkılınca, Zap Suyu, zaptedilmez bir hale gelir, önüne ne gelirse silip süpürürmüş.
Çığ, iki ayrı noktada karayolunu kesmiş.
Sarı çerçevenin içinde ayakta duran bir şahıs var
Zapsu'yunun ne zaman, ne yapacağı belli olmaz.
Akşama doğru nihayet Hakkari'ye vasıl olduk. Nöbetçi subayı bize yatmamız için dar derin bir yatakhanede yer gösterdi. Yorgunluktan bitap bir şekilde uyuduk.
Sabaha doğru çok erken bir saatte birinin telefonda "Bora Bora" diye bağırdığını duyunca çok sevindim. "Beni Ankara'dan arıyorlar" diye hoplaya zıplaya yataktan fırladım. Yandaki oda telsiz odasıymış. Burnumu sokup baktığımda, telsiz operatörünün sürekli "Bora Bora Bora" diye bağrıştığını bir kere daha duydum da, karşı tarafın "Ankara" olduğu yönünde şüpheye düştüm!
Kısa bir süre sonra bunun saat başı yapılnan bir "haberleşme" askeri adı ile "çevrim" olduğunu kavradım. Alay, kendisine bağlı taburlarla irtibat kurarak bir vukuatın olup olmadığını öğreniyordu.
Alayın kullandığı kod adı "Bora" imiş.
Sizce, hangisi daha acılı ve zor bilmiyorum ama şimdilik (!) "eşekten düşmüş gibi oldum" diyelim.
At için, bir süre daha beklemem gerekecekmiş!
Sabahın buz gibi havası yüzümü yalarken kar yanıbaşımda, Sümbül Dağı ise karşımdaydı.
Saat 10:00 gibi alay komutanının bizi çağırdığını söylediler, doğruca odasına gidip önce "esas duruş" gösterdik. Daha sonrada kendimizi takdim ettik. ".....Mehmet Emin Bora, emret komutanım". Komutan son derece babacan bir tavırla önce hal hatır sordu. Bizlerle uzun uzun sohbet ederek mesleğimizi ve ilgi alanımızı öğrendi.
Sıra bana gelince "Hem avcı hem de fotoğrafçı, çok güzel seni Şemdinli'ye verelim, oraları çok seveceksin, yeşilin 40 ayrı tonunu gözünle bile ayırd edebilirsin, hadi bakalım görev başına" dedi.
Selam vererek odadan çıktık. Arkadaşım peyzaj mimarı olduğu için alayda kalırken, bana da Şemdinli yolu göründü. Benden önce gelen bir asteğmenle beraber Şemdinli'ye gitmek için yola koyulduk. Önce Yüksekova'da bulunan Seyyar Jandarma Taburu'na gidecektik. 80 Km. civarında olan yol toprak olduğu gibi aynı zamanda taşlıydı. Kısa süre sonra arka lastiğim patlamış, korktuğum da başıma gelmişti. Sadece patlasa iyi, yarılmıştı. Yedek lastiği takıp yola devam ettik. Yüksekova'ya gelince içime bir korku düştü.
Ya bir daha lastik patlarsa!
Arabayı, izin alarak tabur içinde bulunan kapalı bir garaja koydum. Tabur komutanı olan yüzbaşı bize yatacak yer verilmesini emretti. Dr. Asteğmen, yatacak yer olarak sadece hastaların bulunduğu koğuşta yer olduğunu ancak buradan bir kaç yatak ayırabileceğini söyledi. Öyle de oldu.
Şemdinli'ye gitmek için uygun bir durumun doğmasını beklemeye başladık. Bir haftaya yakın bir süre orada kaldık. Hastaların inlemeleri zaten zor geçen gecelerin tuzu biberi olmuştu.
Bizim dışımızda Şemdinli'ye acemi er sevkiyatının olacağını duyduk.
Bir sabah taburun bahçesine 5-6 tane Unimog sıralandı. Arkasında sıra sıra erler oturuyordu. Bizler de bu araçların ön tarafına oturduk. Yüzbaşı bizim için "Bunlar da acemi, araç komutanlığı yapamaz" diyordu ve haklıydı. Daha sonra bizim yanımıza gelerek, gerekirse askere müdahale etmemizi sıkıca öğütledi. Daha kıdemli bir asteğmen de konvoyun başındaki araca bindi.
Şemdinli'ye gidiyorduk.
Yolun çok bozuk ve karla kaplı olduğunu gördüm. Ben bu tür yollara, avcılıkla olan ilişkimden dolayı fazlası ile alışkınım ama, şu an için direksiyon zorunlu olarak bende değildi!
Harita üzerinden Yüksekova-Şemdinli arasına bakarsanız 50 km. civarında bir mesafe olduğunu görür ve yolculuğun 1 saat gibi bir zaman alacağını düşünürsünüz. Ama gerçek, hiç de düşündüğünüz gibi değildir. Çünkü Şapatan Geçidi'nin o an size ne hazırladığını bilemezsiniz.
Unimog'lar son derece yavaş bir hızla yol alıyordu. Yolun çok kötü olmasının bunda büyük bir payı vardı. Ayrıca kaza riskini sıfıra indirmek amacını taşıyan bu halden ötürü Şemdinli'ye varışımız 3 saati aşkın bir zaman aldı.
Tabii ki Şapata Geçidi'nin bize yaşattığı zor anlar işin tuz biberi oldu.
Geçide geldiğimizde Şemdinli'ye mal götüren bir kamyonetin geçidin hemen başında çamura saplanmış vaziyette kalmış olduğunu gördük. Çaresizlik içinde ikinci bir aracın gelmesini bekliyorlardı. Bizim geldiğimizi görünce çok sevindiler. Önde oldukları için yolda kalmaları artık olanaksızdı! Hep beraber çamura saplanan bu aracı ite kaka tekrar yola soktuk. Bu işlem, geçit bitene kadar da devam etti.
Şapatan Geçidi
Balçık haline gelen çamurda, çok zor ilerliyorduk.
Şapatan Geçidi hakkında, yıllar sonra Sn. Uğur Dündar bir program yapmış, kış şartlarının burada ne denli zor geçtiğini, Şemdinli'den Van'a gidecek tek yolun bu olduğunu, dolayısıyla yaşanan zorluğunu uzun uzadıya anlatmıştı.
Öğleden sonra Şemdinli Seyyar Jandarma Taburu'na vasıl olmuştuk. Taburun içinde, garaja yakın bir yerde asteğmenlerin yattığı bir barakada yer gösterdiler. "Nerde yatacağım?" diye sorduğumda "Nereyi boş bulursan orada" şeklinde bir cevap aldım!
Ankara'dan yola çıkalı nerdeyse 13 güne yakın bir zaman geçmişti.
Nihayet görev yerime gelmiştim...
Daha doğrusu ben böyle zannetmiştim.
Sabah 09:00 gibi tabur komutanlığına vekaleten bakan üsteğmenin odasına çağrıldık. Yanlış hatırlamıyorsam 3 asteğmen aynı anda odaya girdik. Sırayla "Esas duruş" gösterip künyemizi seslendirdik. Yavuz Göksel ve Sadık Ercan üsteğmenlerle ilk defa karşılaşmamız bu şekilde oldu.
"Rahat" komutu ile bu duruşa geçtik. "Nasılsınız, dün gece iyi uyuyabildiniz mi?" diye sorunca arkadaşlarım başladılar anlatmaya, "şöyle yattık böyle yattık" gibi... Ben "şrrraaak" diye topuk selamı ile tekrar "esas duruşa" geri döndüm. İkinci bir emirle de gösterilen yere oturdum.
Eğirdir'de böyle öğretmişlerdi.
Bir müddet sohbetten sonra arkadaşlarımdan ikisini güney doğuda bulunan hudut karakollarında görevlendirirken, beni de Çatalca Seyyar Jandarma Karakolu'nda takım komutanı olarak görevlendirdiler. Dışarı çıktığımızda görev yerimizi nihayet anlamıştık.
Arkadaşlarımla daha sonra haberleştiğimde görev yerlerine "atla" ve 2-3 gün süren bir yolculuk sonunda gittiklerini öğrendim.
Ben şanslıydım!
Bu şansımın, "esas duruş"dan kaynaklandığını ise 2 sene sonra öğrenecektim.
Arabam hala Yüksekova'da lastik bekliyordu. Bana bir jeep verdiler. Çatalca Takım Komtanlığı'ndaki görev yerime bu şekilde gittim.
Çatalca, Şemdinli ile Yüksekova arasında ve Van'a doğru gidildiğinde yolun kuzey doğusuna düşen bir yer. Ana yoldan içeriye doğru 4-5 km. girilmesi gerekiyor. Şemdinliye de 20-25 km. civarında bir uzaklığa sahip.
Karakolda beni bir assubay karşıladı. Yarım saat kadar bir süre bana genel bilgi verdikten sonra, "Şimdi bir tutanak tutacağız, burada ne var ne yoksa size teslim edeceğim, tutanaklar burada, ben bunu siz gelmeden önce hazırlamıştım, herhangi bir problem de yok" dedi.
Bu arada beni getiren aracın, onu geri götüreceğini de satır arasına sıkıştırdı.
Okuldaki eğitim sırasında, böylesi durumlarda ne yapılması gerekir şeklinde bir eğitim almadık ki!..
E araç da bekliyor!
Karakol sayılır mı?
- !..
Sayılırsa nereleri sayılır?
- !..
Ne bileyim ben!
Önemli olsa gerek ki, assubay "şu kadar mermi var ben saydım, isterseniz bir de siz sayın" diye koca bir sandık G3 mermisini daha içeri girerken önüme koymuştu. Bir tane 45 kalibre toplu tabanca ile bir de MP5 teslim aldım. Bunlar da kişisel silahlarımmış.
Uzatmayalım, bastık imzayı aldık karakolu!
Senedin mürekkebi bile kurumadan assubay çoktan gitmişti bile...
Ortada görünen 40 er 3 onbaşı 3 çavuş bir de ben vardım.
Bol miktarda dağ, pek çok temiz hava, buz gibi akan dere, bu envantere dahil değildi.
Aklıma Tuzla Piyade Okulunda oynadığımız oyun geldi. Başa "hudut karakolu" yazmıştık ama ben Hakkari'den kazanmıştım. Şimdi ödülü son kuruşuna kadar hakettiğimi düşündüm. "Hudut Karakolu" şartı da oluşmuştu.
Eski adı "Diman Seyyar Jandarma Karakolu"
Erdal SARIZEYBEK, 17 Kasım 2010