Sen! Uzun Boylu, Bıyıklı Olan! Sen Kal Bakiim...
-Neydi adın senin?
-Tayyip Sir…
-Erdoğan Tayyip mi? Şu “Turkey” olan?
-Yes Sir…
“Barack Obama, G-20 liderlerini salondan uğurladıktan sonra Erdoğan’a seslenip başbaşa görüşmek istedi. İkili, açılım sürecini konuştu. ABD Başkanı Obama Pittsburgh kentindeki David L. Lawrence Convention Center’da ağırladığı dünya liderlerini tek tek yolcu etti.
Erdoğan, yerinden kalktığı sırada, Obama başbaşa görüşmek istediğini söyleyip Başbakan’ın yanına oturdu...”
Anadolu Ajansı’nın New-York’tan geçtiği haber böyle.
Yalnız, haber metninin sonundaki cümlede bir mantık sorunu var:
“Erdoğan, yerinden kalktığı sırada, Obama başbaşa görüşmek istediğini söyleyip Başbakan’ın yanına oturdu...” denilmiş..
Oysa haberin başında “Barack Obama, G-20 liderlerini salondan uğurladıktan sonra Erdoğan’a seslenip başbaşa görüşmek istedi” cümlesi yer alıyor.
Mantıksızlık şurada:
Obama eğer liderleri salondan uğurladıktan sonra Erdoğan’a “seslendiyse”, Erdoğan o sırada salondan ayrılmakta olan liderlerle birlikte ayağa kalkmış vaziyette demektir; çünkü oturmakta olan birine “seslenilmez”..
Ve gitmekte olan birine “seslenen” kişinin, Anadolu Ajansı’nın haberinde yazıldığı gibi, “seslendiği” kişinin gidip “yanına oturması” mantıken ve fiziken söz konusu olamaz.
Eğer “seslenmişse”, çağırıp yanına oturtmuş olması gerekir.
Belli ki Anadolu Ajansı, Başbakan’ı “huzura çağrılmış” konumunda göstermemek için böyle karmakarışık bir cümle kurmak zorunda kaldı.
“Yanına oturdu” şeklinde zorlama bir fiil ekleyerek, olayın mantığını tamamen tersyüz etmek pahasına, kendilerince Başbakan’ın “onurunu” kurtardılar…
Çünkü, arkadan seslenmek, “sen kal” demek, çağırıp yanına oturtmak “üst” konumunda olanın davranışıdır. Üst’ün ast’a yaklaşımının bütün unsurlarını taşıyan bu davranış, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’na lâyık görülmüştür.
Kısacası Obama, başbakanımızı “oturtmuştur”.
Bu haber Taraf, Zaman, Star, Yeni Şafak gibi “yandan çarklı” gazeteler tarafından övgüyle ve gururlanarak verildi. İnsanın böyle bir davranıştan “onur” duyması için zerre kadar milli bilinç ve haysiyet taşımıyor olmak gerekir ki bu da zaten bu tür manşetleri atanlarda yok. Milliyetçilik ve ulusalcılık kavramlarını ne zamandır terörizmle eşit gibi göstermeye çalıştıkları için de böylesi manşetler kendilerine pek yakışır.
Başbakan, kamuoyunun her şeye kendi sunduğu doğrultuda bakacağından, her şeyin kendi istediği gibi algılanacağından son derece emin.
Güya, “hesap vermeye giden başbakan” imajından sıyrılmak için önünde duran bayrağı eğilip yerden alarak “vatanseverlik” gösterisi yapıyor…
Oysa o bayraklar, “yere atılmış” falan değildir. Bütün uluslararası zirvelerde fotoğraf çekiminde aynı format kullanılır, her lider fotoğraf çekimi sırasında kendi ülkesinin bayrağı önünde dursun diye..
Yani bu durumda, önündeki bayrağı eğilip almadı diye, örneğin Fransa Devlet Başkanı Sarkozy, ülkesini Erdoğan’dan daha az mı sevmiş oluyor?
Hem siz, “Bayrak benim için bir bez parçasıdır. Bire kadının memeleri için vatanı satarım” diyen, ensestin “cinsel özgürlük” olduğunu savunan sapkınların “fikri önderliğinde” sözüm ona “açılımlar” hazırlayıp bin yıllık devleti ateşe atacaksınız; hem de eğilip bayrak alma gösterileriyle bizi kandıracaksınız…
Öyle mi?
Bu mizanseni hazırlayanların aklına şaşarım…
Gerçeklerden tamamen kopmuş, Millet’in hissiyatından zerre kadar haberi olmayan, uçuruma koşmakta olduğundan habersiz, yiyip içip gezmekten başka bir şey bilmeyen, kibrin ve megolomanizmin batağına batmış, hızlı zenginleşmenin sonucu aşı başı dağıtmış, şımarmış insan tipleri toplumların başına hep de çöküş dönemlerinde musallat olurlar.
Caligula da öyleydi;
Marie Antoinette de öyleydi,
Damat Ferit de öyle…
Muhtemelen onların etrafında da “Mükemmel gidiyorsunuz efendim” diyen dalkavuklar vardı. Milletlerin ihaneti “hazmedemeyeceğini” göremediler.
Gaddar, korkak ve hasta ruhluydular.
Sonları hüsran oldu, bedeli ağır ödediler.
Devlet bakanlarından birine bağlı olarak çalışan Anadolu Ajansı zannediyor ki, bir iki kelime ekleyip, bir iki harf çıkarınca biz her şeyi “istenildiği” gibi algılarız…
Salağız ya…
Başbakan, böyle bir psikolojiye formatlanmış durumda nice zamandır.
“Ben şimdi çıkar bir açıklama yaparım, millet hemen böyle düşünmeye başlar” şeklinde bir fikre kaptırmış kendisini.
“Demokratik açılım” kavramı tutmadı mı? “Bundan sonra ‘milli birlik projesi denile’ diye bir ferman yayınladıktan sonra gece yatıp rahatça uyuyor.
Azerbaycan’a gidip “Karabağ’ın işgaline son verilmedikçe sınırlar açılmayacak” teminatını mı vermişti? Bir ay sonra Azerileri “Ermenistan protokolü milli çıkarlarınızı zedelemez” tezine iknâ etmeye çalışıyor.
İçten içe bir şeylerin yoluna gitmediğinin de farkında. “Mektup yazarız, elini öperiz, zaten bizi Kevin Costner de destekliyor” gibi savrulmalar da işte bu psikolojiden kaynaklanıyor. Aslı, astarı, temeli olmayan, Türk Milleti’nin bilincinde karşılık bulma şansı hiç bulunmayan böyle kökü dışarıda bir yürüyüşün hangi durakta ve nasıl son bulacağını da kestiremiyor aslında. Bir korku, bir kaygı da yok değil…
Kampana çalıp da tiyatro perdesi kapandığında, Türk Milleti sahneyi terk edenlerin arkasından seslenebilir çünkü:
“Sen! Uzun boylu, sarı bıyıklı olan… Sen kal bakiim...”
Fatma Sibel YÜKSEK - 27 Eylül 2009, Açık İstihbarat