Yaz mevsiminin en kavurucu günlerini yaşıyoruz! Buna rağmen, mübarek Ramazan ayını karşılamanın; mağfiret ve bereket pınarlarının akacağı günlerin de doludizgin heyecanını taşıyoruz... Okuyucularımın yapacağı ibadetlerin yüce Allah katında kabul edilmesini diliyorum. Ramazan ayının ‘hayır'lara vesile olmasını temenni ediyorum...
Her zamanki gibi, Türkiye'nin olaylarında bir değişiklik ve yenilik yok. Sorunlar çığ gibi büyüyor. İktidar karabasan gibi insanımızın üzerine çökmüş durumda! Referandum eksenli politik rekabet doruğa çıkmış halde. Başbakan, kendisinin bile anlamadığı ve anlamlandıramadığı anayasa değişikliklerine 12 Eylül Referandumunda ‘evet' denilmesi için son kozlarını oynuyor. Ancak yapılan ve açıklanan kamuoyu araştırmaları, Referandumda daha çok hayır oyunun çıkacağına işaret ediyor...
Aslına bakarsınız benim değinmek istediğim konu tam olarak Referandum değil. Ama Referandumdan bağımsız ve ayrı da değil. Bu makaleyi kaleme aldığımda takvimler 10 Ağustos'u gösteriyordu. Ve bu tarihin milli düşünen ve geçmişini bilen vicdanlarda nasıl bir faciayı betimlediği malumunuzdur! Evet, hiç hatırınızdan çıkarmadığınızdan emin olduğum bu facia Sevr Antlaşmasıdır...
Diyeceksiniz ki, peki Sevr Antlaşmasının Referandumla nasıl bir bağı ve bağlantısı var? İlk bakışta haksız da sayılmazsınız... Ancak ikisi arasında özde çok yakın bir mana birlikteliği ve yakınlığı olduğu dikkatli okuyucunun gözünden kaçmayacaktır. Dün Sevr'e hayır diyenler, Türk milletini bağımsızlığa ulaştırmışlardı. Bugün de Referandumda hayır diyecekler, planlanan yıkıma engel olacaklardır. MHP lideri Devlet Bahçeli'nin de dediği gibi; dün Sevr'e hayır diyen ruh, bugün de Referanduma hayır kararını verecektir.
O halde Sevr Antlaşması üzerine biraz düşünmek sanıyorum doğru ve yerinde olacak. Antlaşmanın imzasının üzerinden tam 90 yıl geçmiş durumda. Türk milletinin 10 Ağustos 1920 tarihindeki defin töreni 433 maddeyle planlandı. Ama Anadolu'da büyüyen milliyetçi dalga ve kasırga; bu törenin mihmandarlarına, hazırlayıcılarına ve imzacılarına Türk'ün şamarını kararlılıkla indirdi. Ve Sevr uygulanamadan tarihin ihanet mahzeninde üst üste yığılan melanet belgelerinden birisi olarak kalmaya mahkûm oldu...
Biraz hatırlatma yapalım:
Birinci Dünya Savaşı'nın ardından mağlup devletlerle 5 barış antlaşması imzalandı: Almanya ile Versailles, Avusturya ile Saint-Germain, Macaristan'la Trianon, Bulgaristan'la Neuilly ve Türkiye'yle Sevr... Ve bu 5 anlaşmadan sadece biri uygulanamadı, biri yırtılıp atıldı. Onun da Sevr Antlaşması olduğunu biliyorsunuz...
Savaş'ın bitiminden sonra, Osmanlı haricindeki müttefik devletlerin barış antlaşmaları yapılmıştı. Osmanlı Devletiyle yapılacak barış sona bırakılmıştı. Barış görüşmelerini itilaf devletleri adına Fransa, İngiltere ve İtalya yürütüyordu. ABD Senatosu ise, Almanya ile yapılan Versailles Antlaşmasını 19 Kasım 1919'da reddettiğinden barış görüşmelerinden büyük oranda çekilmiş görünüyordu...
- Aralık 1919 ve Ocak, Şubat, Mart ve Nisan 1920'de İngilizlerle Fransızlar Londra'da baş başa verip Osmanlı'nın mahvının temellerini attılar. 18-26 Nisan 1920'de toplanan San Remo Konferansı daha çok İtalya'yı antlaşmanın içine dâhil edebilmek içindi... ABD'yi de sürecin içine sokmak için değişik planlar ortaya atıldı. Bunlardan bir tanesi, ABD'ye Ermenistan mandası ve Başkan Wilson'a da Ermenistan sınırlarını çizme görevi verilmesiydi.
ABD Senatosu mandayı reddetti. Wilson ise daha önceden belirlediği Ermenistan sınırlarını muhataplarına iletti. San Remo Konferansı, çalışmalarını son erdirmeden, bir Osmanlı heyetini barış şartlarını öğrenmek için Paris'e çağırdı! Konferansın sona erdiği gün (26 Nisan) İstanbul Hükümeti (IV.Damat Ferit Hükümeti) Osmanlı'yı temsil ve alınacak kararları imza etmek amacıyla bir heyeti görevlendirdi.
Ve 11 Mayıs 1920 tarihinde, Fransa Dışişleri Bakanlığı'nda barış şatları Osmanlı Devletinin temsilcilerine iletildi. İşte ihanet, rezalet ve felaketler dizisi böylelikle başladı. Burada Sevr Antlaşmasının ayrıntılarına girmeye gerek olmadığını düşünüyorum. Ama ne olursa olsun, bu antlaşma Türk milletinin ve Osmanlı Devletinin defin işlemini ifade ediyordu. Tıpkı bugünkü açılım projesi gibi...
11 Mayıs 1920 tarihinde Osmanlı heyetine dayatılan barış şartları, tarihin en ağır ve en vahim hükümlerini içeriyordu. Osmanlı Heyet Başkanı Tevfik Paşa'nın İstanbul Hükümetine çektiği telgraf aslında her şeyi özetliyordu. Ona göre, antlaşma taslağı istiklal ve hatta devlet mefhumlarıyla asla bağdaşmıyordu. Allah'tan bağımsızlığımızı gasp eden ve Türk milletini yok eden rezalet antlaşmaya yetersiz olsa da içten içe homurdanmalar vardı...
27 Mayıs'ta Padişah Vahdettin, İngiliz Kralı V.George'a barış şartlarını hafifletmek için başvurdu. Buna karşılık İngiltere Kralı cevabında, Türkiye'nin geleceğinin müttefik hükümetlerin elinde olduğunu, adil bir barış antlaşması oluşturmak için uzun ve sabırlı çabalar harcadıklarını ve bütün taraf ve çıkarlara adaletle davranacaklarına güvenilmesini istiyordu. İşte esaret prangalarını kafasına geçirmiş bir yönetimin zavallı hali!
- İtilaf devletlerinin hazırladığı barış antlaşması taslağına, İstanbul Hükümeti 25 Haziran 1920 tarihinde Sadrazam Damat Ferit imzalı bir cevap verdi. Bu cevapta tüylerimi diken diken eden ve şahsiyeti olan hiçbir devletin ağzına dahi alamayacağı ifadeler var. Bakın, Damat Ferit bu cevabi yazının bir yerinde ne diyor:
"...Müttefikler, Osmanlı'nın yaşamasını istiyorlarsa, ona yaşama ve sorumluluklarını yerine getirme imkânlarını vermelidirler. Ya da, Osmanlı'nın yok olmasını istiyorlarsa, bu durumda hükümlerini kendileri infaz etmeli ve bu konuda savunması bile alınmamış hükümlünün imza atmasını ve yardımcı olmasını beklememelidirler..."
Bu sözleri ancak ve ancak; bitmiş, tükenmiş ve iflas etmiş bir devletin acziyet içinde kıvranan ve ihanetle emel birliği yapan bir yöneticisi sarfedebilir!
Zaten Damat Ferit'te böyle bir kişidir.
Buna karşılık Ankara'daki milli hükümetin, antlaşma üzerine hazırladığı bir değerlendirme kitapçığı var. Başlığı ise Türk Muabed-i Sulhiyyesi ve Mahiyet-i Hakikiyesi(1920) Bugünün Türkçesiyle; ‘Bir Millet Nasıl Esarete Alınır? Yazarı belli değil. Bu kitapçığın detayını öğrenmek isteyen okuyucularıma Sina Akşin'in ‘İç Savaş ve Sevr'de Ölüm' isimli kitabını öneririm. İş Bankası Yayınlarından çıktı ve bu makaleyi yazarken bana çok katkı sağladı...
Devam edelim. Sevr, bağımsızlığımızı yok eden ve devleti infilak ettiren bir içeriğe sahipti. Aslında çoklarının ileri sürdüğü gibi, bir idam fermanı değildi. Daha önceden verilen idam kararının defin işlemiydi. Türkler Balkanlardan çıkarılmıştı ve sıra Anadolu'dan çıkarılmalarına gelmişti. Hesap buydu ve kökeni 1730'lu yıllara kadar giden, belki de Viyana bozgununa kadar uzatabileceğimiz tarihi Şark meselesine dayanıyordu.
Türk milleti lime lime ayrıldı. Sevr Antlaşması 433 maddeyle birlikte Türk'ü ve ona dair her değeri tarihin karanlığına göndermek üzere seferber edildi. Tıpkı bugüne benzer bir şekilde, etnik kimlikler yabancı devletler eliyle ayaklandırıldı ve devlet kurmalarının önündeki engeller ayıklandı. Türk milletinin mahvına kast etmiş düşman unsurlar, tıpkı 2003 yılında Süleymaniye'de olduğu gibi, esaret çuvalını kabul edenlerin başına geçirdiler!
Sevr Antlaşmasını 10 Ağustos 1920'de alçaklığın çukuruna düşmüş üç kişi imzaladı. Hadi Paşa, Rıza Tevfik ve Bern Elçisi Reşat Halis...
İmzadan önce, 22 Temmuz 1920'de Yıldız Sarayında bir Saltanat Şurası toplandı. Elliye yakın sözde devlet ve siyaset adamı bir araya geldi. Antlaşmanın imzalanmasına tek çekimser yaklaşım Topçu Feriki Rıza Paşa tarafından gösterildi.
Padişah Vahdettin; "antlaşmanın imzalanmasını kabul edenler ayağa kalksın, kabul etmeyenler otursun" dedikten sonra Damat Ferit hemen ayağa kalktı. Arkasından herkes ayağa kalktı. Rıza Paşa ise ayakta olduğu halde çekimser kaldı. İşte Sevr'in imzalanmasının arkasındaki hikâyenin özeti kısaca bu şekilde... Gerçekten de 21 Temmuz 1920'de İngiltere Parlamentosundaki konuşmasında Türkiye artık yoktur (Turkey is no more) diyen İngiltere Başbakanı L.George'un yaklaşımıyla, antlaşmaya göre devlet artık bitmiş ve millet ufalanmıştı.
Ama unuttukları milli güç Ankara'da bağımsızlık meşalesini inançla yakıyordu. İşgali defetmeye yeminli, hürriyeti kazanmaya azimli Türk milliyetçileri, Dumlupınar Zaferiyle Sevr'i bir paçavra halinde yerli ve yabancı tüm hain ve katillerin yüzüne fırlattılar. Ve Devlet Bahçeli'nin ifadesiyle; dün hayır diyerek Cumhuriyet'i kurdular.
- Ne Mutlu Türküm diyerek, Türk'ün kudretini muhataplarına ibret verici bir şekilde hatırlattılar. İşte dün Sevr'deki tehlike, bugün açılım denen yıkımla tekrar ortaya çıkmaya yüz tutmuştur.
Dikkat ederseniz, açılıma kim evet diyorsa, dün Sevr'e evet diyen zihniyetten farksız değildir. Bugünkü çağda, Türk milliyetçileri yine ayakta, yine teyakkuzda... Ve Türk milliyetçileri ve vatanseverler bir kez daha hayır diyerek, Türk milletinin haysiyetini ve şerefini koruyacaklar.
Sevr'den yıkım projesine uzanan sinsi oyunu bir kez daha bozacaklar...
Ulvi YÖNTER
10 Ağustos 2010