SEVR İDEOLOJİSİ:
"TÜRKİYE MİLLİYETÇİLİĞİ"*
Başbakan sayın Tansu Çiller, bir gazetenin yazdığına göre ,Türk milliyetçiliği yerine, "Türkiye milliyetçiliği"ni esas alacaklarını söylemiş bulunuyor.
"Türkiye milliyetçiliği" iki açıdan ele alınıp tahlil edilebilir: 1 ) Akademik, ) Siyasi. Akademik açıdan yaklaşılırsa, milleti ve milliyeti oluşturan unsurlara bakmak gerekir. Bu unsurlar dil, din, tarih, coğrafya ve dilek birliği olarak ifade edilebilir . "Türkiye milliyetçiliği" sadece coğrafyaya dayalı bir iddiadır. Sadece coğrafyaya dayalı bir millet olmadığı gibi, bir milliyetçilik de olamaz. Demek ki "Türkiye milliyetçiliği", boş bir iddiadan ibarettir. Peki neden böyle bir iddiada bulunulmuştur? Bu soru, akademik değil, siyasi bir sorudur ve cevabı da siyasi açıdan aranmalıdır.
Siyasi açıdan yaklaşıldığında, "Türkiye milliyetçiliği"nin pratik bazı çözümleri temsil etmek üzere ortaya atıldığı görülür. Bunu ortaya atanlara göre, Türkiye'de bir etnik sorun vardır. Türkiye'deki insanlardan bazıları farklı etnik gruplara mensuptur. Bunlar teröre başvurmuşlardır. Kendi dilleriyle okul ve televizyon istemekte, hatta ayrı bir devlet olmak istemektedirler. Devleti yönetenlerden bazıları, gelinen bu aşamada Türk milliyetçiliğinden vazgeçmek suretiyle bu soruna çözüm getireceklerini düşünmektedirler. Onlara göre, mademki biz aynı coğrafyada yaşamaktayız, öyleyse coğrafyayı esas alan bir milliyetçilik etrafında toplanabiliriz.
Bu, yeni bir görüş değildir; bütün Türk devletlerinde örneği görülebilir; şekli, zamana ve şartlara göre değişmiş, ancak esası hep aynı kalmıştır .
Sorunun sistematiği şöyle ortaya konabilir: Türk devlet politikasındaki cihangirlik, onları çeşitli etnik gruplarla bir arada yaşamak durumunda bırakmıştır. Bu cihangirliğin med (yükseliş-atılım) zamanlarında bünyesindeki etnik gruplar bütünleşmeye, "cezir" (gerileyiş) zamanlarında ayrılmaya çalışmışlardır. Bünyedeki bu farklı etnik gruplar, diş etkilerden hiçbir dönem uzak olmamışlardır. Med zamanlarında dış etkiler sonuçsuz kalmıştır. Dış etkilerin sonuç almaya başlaması, cezir dönemlerinde olmaktadır. Bu dönemlerde devlet, kendi bütünlüğünü korumak için, bünyesindeki azınlıklara yeni haklar vermeye, çoğunluğun da doğal haklarını kısıtlamaya başlıyor. Böylece Türkler, kendi kurdukları devlette ikinci sınıf bir konuma düşüyorlar. Bugün Türkiye Cumhuriyeti'nde de aynı süreç başlatılmak isteniyor. Peki bu politikalar geçmişte Türk devletinin bütünlüğünü koruyabildi mi? Bugün koruyabilecek mi?
Hiçbir devlet kendi bütünlüğünü taviz politikalarıyla koruyamamıştır. Tarihin en eski çağlarından bugüne kadar devlet şekli çok değişmiştir, ancak devlet olmanın ve devlet yönetmenin temel kuralları değişmemiştir. Mesela bir devlet bir isyanla karşılaştığında iki türlü davranışta bulunabilir: Ya isyancıların direktiflerini kabul eder, yahut da meydan okumaya yönelir. Birinci davranış çöküşün başlangıcı olur, devlet olmanın gereği ikinci davranıştadır. Nitekim Güneydoğu Anadolu'daki teröre karşı başarı kazanılması, daima devletin kararlı olduğu durumlarda görülmüştür. Demek ki, Güneydoğu Anadolu'da kan dökülmesini önlemek için, teröristlerle devletin barış yapmasını isteyenler, ya gaflet, ya dalalet, yahut da hıyanet içindedirler.
Türkiye'de hükümet zaman zaman bir zaaf içine düşmektedir; isyancıların isteklerini kabul etme eğilimi içine girmektedir. "Türkiye Milliyetçiliği" ile bu eğilim, belirgin hale gelmiştir. Bu, Türklerin kendi kurdukları devlette ikinci sınıf konuma düşmeleri sürecinin başlangıcıdır. Kısa vadeli çözümler, uzun yıllara yayılan kaoslara sebep olmaktadır. Çünkü devlet, bünyesindeki azınlıkların isyanlarını daima önlemeyi başarmıştır; önlemeyi başaramadığı tek isyan, kendini kuran milletin yani Türklerin isyanı olmuştur.
Türk devletlerinde yöneticiler, Türkleri kendi kurdukları devlette ikinci sınıf konuma sürükleme yanlışı yapmakla kalmamışlar, bu yanlışı kurumlaştırmışlardır. Selçuklulardaki gulam sistemi, Osmanlılarda devşirme sistemi olarak devam etmiştir. Devlet yöneticisi yetiştiren bir akademi olan Enderun ise, devşirmelere dayanmıştır. Türkler, bu düzene isyan etmişlerdir. Bu isyan, bir devleti kuranların kendi kurdukları devlete yönelik olması bakımından çok dramatiktir; benzerleriyle mukayese bakımından ise, tarihin kaydettiği en uzun, en sürekli, en fırtınalı ve en kanlı niteliklere sahiptir. Demek ki yöneticiler, Türklerin sükunetini bir zaaf olarak değerlendirmemelidirler; çünkü bu sükunet zaaftan değil, gücünden emin olmanın getirdiği bir güvenden, bir olgunluktan kaynaklanıyor.
Türkiye'de hükümetin isyancıların isteklerini kabul eğilimini belirgin hale getiren ikinci konu ise, mahalli idarelere ağırlık verilmesi görüşüdür. Bu görüşü münferit bir akademik spekülasyon olarak ele almak durumunda onun insana cazip gelen birtakım özellikleri bulunabilir; hatta onu uygulayan bazı ülkelerde de hoşa gidecek şeyler gösterilebilir. Ancak Anadolu coğrafyasındaki durum farklıdır. Bu coğrafyada yönetim merkezileştiği ölçüde insanlar huzura kavuşmuşlardır, mahallileştiği ölçüde ise kaosa sürüklenmişler, bölünmüşler, başka ülkelere oyuncak olmuşlardır. Mahallileşme isteğinin bölücülük isteği olduğu tarihen sabittir. Nitekim bugün de mahallileşmeyi en fazla savunanların, bölücüler olması, bu görüşü doğrulamaktadır. Bu sebeple Türkiye merkezileşmeyi esas almalıdır. Esasen mahallileşmeye gerekçe gösterilen hususların merkezileşme çerçevesinde gerçekleşmesinin yolları daima açıktır. Hatta mahallileşmenin en önemli gerekçeleri arasında yer alan merkezdeki aksaklıklar, mahallinde daha etkili olarak varlık gösterebilmektedir.
Türk devletinin çeşitli sorunlarından söz ediyoruz. Sorunları olmak sadece Türk devletine has bir durum değildir. Her devletin bir hedefe giderken önüne sorun olarak engeller çıkar. Burada bir devlet, ya şartları kendine uydurarak değiştirir, yahut da şartlara uyarak kendisi değişikliğe uğrar. Almanya ve Rusya birinci gruba giren devletlere örnek teşkil ediyorlar. Bismark'ın anılarında Almanya'nın nasıl kurulduğunu izleyebiliriz. Yeltsin de Rusya'yı yeniden imparatorluk haline getirmektedir. Türkiye ise, ikinci gruba giren bir devlettir; şartları değiştiren değil, şartlarla değişikliğe uğrayan bir görüntüye sahiptir. Yıllarca kendisinden olduğunu iddia ettiği insanların, bugün taşıdıkları söylenen başkalıkların realitelerini tanımaktan bahsetmeye başlamıştır. Bu bir ideoloji meselesidir. Hükümetleri aşan bir devlet ideolojisi olan ülkeler, şartları değiştirip hedeflerine yürümeye devam ediyorlar. İşte Almanya, işte Rusya...
Türkiye devlet olmanın gereğini yerine getirmelidir. Devlet olmanın evrensel kuralı, şartlara teslim olmak değil, şartları teslim alabilmektir; şartları değiştirerek onlardan hedefe giden mekanizmalar yaratabilmektir.
Yeni Hayat dergisinin 1994/Aralık sayısında yayımlanmıştır.
Mehmet OSMANOĞLU