SEVR, YENİDEN!
Dün Yeniden Yaşanıyor
Prof. Dr. Çetin YETKİN
“Tarih tekerrür eder mi, etmez mi?” Başka bir deyişle tarihsel olaylar yeni baştan yaşanır mı, yaşanmaz mı? Tartışmalı bir konu bu. Ancak, kuramsal olarak şunu kesinlikle söyleyebiliriz ki, bir ülkede geçmişte var olan ekonomik, toplumsal ve siyasal koşullar, şu ya da bu nedenle, pek benzer bir biçimde yeniden ortaya çıkarsa bunların sonuçları da benzer bir biçimde yeniden yaşama geçer. Ne var ki, bunun için tarihten hiç ders alamayacak denli bilgisiz olmak ya da geçmişte yaşananları bilerek ve isteyerek şimdiki zamana taşımayı istemek gerekir. İşin bir başka yönü daha var: Emperyalizmin boyunduruk altına almak istediği ülkelere karşı izlediği siyasa dünden bugüne özünde değişmiş değildir. Bu nedenle, emperyalist devletler, eğer planlarını gerçekleştirmekte bir engelle karşılaşmış iseler, ilk olanakta bu planlarını yeniden uygulamaya koyarlar. Bu durumda da bu çerçevede olaylar yeniden yaşanmaya başlar.
Bugün Türkiye’de yaşananlar tam anlamı ile budur. Sevr Antlaşması ile Türkiye’yi bölüp parçalayan, Osmanlı Devleti’ni bütünüyle buyrukları altında olan ve devlet demeğe bin tanık isteyen küçücük bir toprak parçasında tutsak kılarak sonunda amaçlarına ulaştıklarını sanan emperyalist devletleri Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğindeki Millî Mücadelemiz hüsrana uğratmıştır. Osmanlı Devleti’nin yıkıntıları üzerinde kurulan ve hızla gelişen Türkiye Cumhuriyeti Devleti ise, bu hüsranı onlar için daha da dayanılmaz yapmıştır. Ama emperyalistler engellenen Türkiye’yi bölüp parçalama planlarından vaz geçecek değillerdi. Uygun zamanı bekleyeceklerdi. Yalnız beklemek de yetinmeyecek, Sevr’e götüren koşulları yeniden yaşama geçirmek için ellerinden geleni yapacaklardı. İşte, onlara göre, gün bugündür; yeni bir Sevr için koşullar kotarılıp pişirilmiştir!...
Ne ki, içimizden kimileri tarihten ders almayacak denli cahil ya da tıpkı o günlerin kimi Osmanlı önde gelenleri gibi işbirlikçi olsalar da Türk ulusu bu dersi almıştır. Kaldı ki, izlememiz gereken yolu da bize Atatürk göstermiş bulunuyor.
SEVR GÜNLERİNDEKİ ORTAM VE GÜNÜMÜZ
Sevr’e giden yol, 1838 yılında önce İngiltere ile imzalanan, arkasından da başka Avrupa devletlerinin katıldığı Balta Limanı Ticaret Antlaşması ile çizilmiştir. Bu antlaşmayı izleyen gelişmeler ile Türkiye’yi bugünkü içler acısı duruma getiren gelişmeler arasında büyük bir koşutluk vardır. Bu gelişmeler üzerinde duracağım, ama önce Sevr Antlaşması’nın imzaladığı günlerde yaşananlar ile günümüzde olup bitenler arasında nasıl bir benzerlik olduğunu kısaca belirtmek aydınlatıcı olacaktır.
SEVR’E KARŞI ÇIKACAK AYDINLARA SÜRGÜN VE HAPİS
Ne ilginçtir ki, Sevr’e karşı çıkacak olan içlerinde gazeteciler, düşün adamları ve subaylar bulunan ve ayrıca Ali Çetinkaya gibi Yunan’a karşı silahlı direniş başlatan, Ali İhsan Sabis gibi komutasındaki birliklerin silahlarını teslim etmemekte direnen subaylar İngilizler’in emri ile önce tutuklanmışlar, sonra da Malta adasında toplanarak bir esir kampına kapatılmışlardır. Bu kişilerin kimileri de işbirlikçilerin, Ermeniler’in ve Rumlar’ın ihbarları ile belirlenmiş bulunuyordu. Sayıları 144’ü bulmuştu. Böylece, Vural Savaş’ın da belirttiği gibi, bu vatanseverler ülkeden soyutlanarak, ulusal bir direniş için herhangi bir girişimde bulunmaları engellenmiş oluyordu. Bir bölümü için ise Ermeniler’e karşı kıyım yaptıkları öne sürülmekteydi.
Önce Limni adasında esir kampına kapatılanlar ve arkasından Malta’ya gönderilenler arasında Ziya Gökalp de vardı. Bu tutsaklık süresince Ziya Gökalp eşine ve çocuklarına mektuplar yazıp göndermiş bulunuyor. Bunlardan 11 Ağustos 1919 tarihli olanında yer alan şu satırlar, bugün Silivri’de tutuklu bulunanların duyguları ile tam bir koşutluk gösterse gerektir:
“….Burada vakit kendi kendine geçer. İnsan yaşamasını bilirse, hayat zor bir şey değildir. Yaşamak için, önce insanın bir mefkûresi [ideali, ülküsü] olmalı! Mefkûre tükenmez heyecanların, ümitlerin kaynağıdır. Mefkûreler millî felaketler zamanında doğar. Bugün, Türkler’in en mefkûreli olacakları zamandır…. Mefkûreli nerede olsa vaktini duygu ve heyecan içinde geçirir. Dış etkenlerin hiçbiri, onu millî ümitten yoksun bırakamaz.”
BASINDA ULUSALCI SUBAYLARA KARALAMA KAMPANYASI
O günlerde basının büyük bölümü işbirlikçi ve mandacıydı. Bunların yayınlarında ulusalcı subaylara karşı bir kampanya başlatılmıştı. Örneğin, Hukuk-u Beşer gazetesinin (ne ilginç değil mi, gazetenin adı “İnsan Hakları!”) 24 Mart 1919 günlü sayısında ordu komutanlarına “haydutlar”, “sefiller” deniliyor ve komutanlara milyonlarca altın ve gümüş akçe verildiği öne sürülmüş bulunuyordu. Haklarında bu iftirada bulunan komutanlardan biri de Mustafa Kemal Paşa idi.
17 Nisan 1919’da bu kere İkdam gazetesi şu savı ortaya atacaktı: Hareket Ordusu 31 Mart isyanını bastırmak üzere İstanbul’a geldiğinde subaylar Yıldız Sarayı’na girmiş ve II.Abdülhamit’in mücevherleri ve parasına el koymuşlar ve bunları kendi aralarında paylaştırmışlarmış. Anımsatayım ki, Mustafa Kemal de Hareket Ordusu’ndaydı![3]
Boğazlıyan Kaymakamı ve Yozgat Mutasarrıfı Kemal Bey’in Ermenileri öldürttüğü savı ile 10 Nisan 1919’da idam edilmesi üzerine cenaze töreninde bu haksızlığa karşı duyulan tepki açığa çıkacak ve törendeki protestolara bazı subaylar da katılınca Alemdar gazetesinde Refi Cevat (Ulunay), devletin suçlu bulduğu bir “haydut”un cenazesine katılarak tepkilerini dile getiren ve devletin üniformasını taşıyan subayların yakalanarak Kemal Bey gibi yargılanmalarını isteyecekti.
Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açıldığı gün, 23 Nisan 1920’de, Peyam-Sabah gazetesinde şöyle deniyordu:
“Teşkilat-ı milliye sergerdeleri [önderleri] bir türlü idrak edemediler ve hâlâ edemiyorlar ki mütarekeden beri biz bu kûşe-i şarkta [Doğu’nun bu köşesinde] bir âmil-i sulh ve selâh [barış ve düzen etkeni] olma itibariyle beyneddüvel [devletler arasında] az çok muteber bir mevki kazanabilir ve mazideki siyaseti vesaire bütün hatalarımızı unutturabilirdik. Böyle yapmak tabiatı ile saçlarını harp ve darp değirmelerinde ağartan zorbaların elinden gelmezdi….. bu mahlûklar kadar başları ezilmek ister yılanlar tasavvur edilemez. Göze görünür, açıktan açığa düşmanlar onlara bin kere müreccahtırlar [yeğdirler].”
Refi Cevat, ayrıca Alemdar gazetesinde çeşitli yazılarında başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere ulusalcı subaylara ağır hakaretler savurup durmuştu. Bunlardan birkaç örnek:
“Para için memleketi satan bu herifler, para için babalarını bile satarlar.” “….dört baldırı çıplağın yaptığı bu delilik için memleketin tamamen mahvolmasına göz yummak doğru olmaz.” “….serseriler…. lânet olsun.”
Bu sözler bugün “yandaş medya”nın yayınlarından hiç de farklı değildi.
“SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİ”
Tıpkı bugün olduğu gibi o günlerde de yabancıların buyruğunda, onlardan beslenen ve ülkeyi bölüp parçalamak amacını güden dernekler, bugünkü deyişle de “sivil toplum örgütleri” vardı. Rum ve Ermeni Patrikhaneleri de bu amaçla hareket ediyorlardı.
Atatürk, Nutuk’da bu konuda şöyle der:
“….memleketin her tarafında, anasırı Hıristiyaniye [Hıristiyan unsurlar] hafî [gizli], celî [açık] hususî emel ve maksatlarının temini istihsaline, devletin bir an çökmesine sarfı mesai ediyorlar.
…..Ermeni Patriği Zaven Efendi de, Mavri Mira heyeti ile hemfikir olarak çalışıyor….”
Ama Atatürk’ün şu saptaması daha önemli:
“İstanbul’dan idare olunan Kürt Teali Cemiyeti vardı. Bu cemiyetin maksadı, ecnebi tahtı himayesinde [yabancı koruması altında], bir Kürt hükümeti vücuda getirmekti.”
Kürtler, aynı amaçla, Kürt kadın derneği gibi başka dernekler de kurmuşlardı.
Bu “sivil toplum örgütleri”inden biri üzerinde, günümüzde tıpatıp benzerleri bulunduğu için, ayrıca durmak gerekiyor: İngiliz Muhipleri Cemiyeti, yani İngilizleri Sevenler/Dostları Derneği!... Bu dernek, ister istemez, bugün Avrupa Birliği’ne âşık olanlarca kurulan dernekleri ya da vakıfları çağrıştırıyor.
Cemiyet’in ne olduğunu yine Nutuk’tan izleyelim:
“Bu cemiyetin iki cephe ve mahiyeti vardı. Biri alenî cephesi ve medenî teşebbüsatla, İngiliz himayesini talep ve temine matuf idi. Diğeri hafî [gizli] ciheti idi. Asıl faaliyet bu cihette idi. Memleket dahilinde teşkilât yaparak isyan ve ihtilâl çıkarmak, şuur-u millîyi felce uğratmak, ecnebi müdahalesini teshil etmek [kolaylaştırmak] gibi hainane teşebbüsat, cemiyetin bu hafî kolu tarafından idare edilmekte idi.”
İngilizce adı The Friends of England Association olan Cemiyet’in kuruluş tarihi, 20 Mayıs 1919. Yani, Mustafa Kemal Paşa’nın vatanı kurtarmak için Samsun’a çıkışından bir gün sonra! Kurucuları Sait Molla ile İngiliz rahip Frew. Bu rahip, İngiliz istihbarat ajanıydı ama padişah onu Osmanlı Devleti’nin nişanını vererek ödüllendirmişti.Tarık Zafer Tunaya, bu Cemiyet için şöyle der: “İngiliz parasıyla, İngiliz kontrolu altında İngiliz politikasının savunuculuğunu üstlenmiş Türkler tarafından kurulmuştur.[10] Demek ki, Avrupalılar’dan para alınarak sivil toplum örgütü kurmak yeni bir şey değilmiş!...
Fransız gazeteci Gaulis 1921 yılında İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin faaliyetlerini öyle özetliyor: “….Anadolu’da karışık unsurlar arasında taraftar bulabiliyor. Bu tahrikçi ajanlar birçok insanı öldürtüyor. Hadiseleri hep milliyetçilere mal etmek isteyecek, Adapazarı isyanını onlara karşı tertipleyecekler. Çerkesler nezdinde, Kürdistan dedikleri yerde, ayrıca feodallik ve klan rejiminin bulunduğu her yerde faaliyet gösterecekler.”
MÜTAREKE BASINI VE AYDINLAR = “YANDAŞ” MEDYA VE “AYDINLAR”
Bugün görüyoruz ki kendilerine her nedense “aydın” diyenler bağımsız ulusal devletlerin modasının geçtiğini, Türkiye’nin demokratikleşmesi için özellikle Avrupa Birliği’nin isteklerininin yerine getirilmesi gerektiğini yazıp çiziyorlar. Kimileri de açıkça Amerika’nın süper güç olduğu, ona karşı konulamayacağı, bu nedenle de onun dümen suyunda gidilmesi gerektiği görüşünde.
Avrupa Birliği’nin dayatmalarının ülkeyi ne duruma getirdiği ortada. Bu konuda ayrıca bir şey söylemeye gerek yok. Ne ki, Avrupa Birlikçilerinin düşleri bir gün gerçekleşecek ve bu arada AB de siyasal ve hukuksal örgütlenmesi tamamlayacak olsa, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin varlığının son bulacağını bir sır gibi saklıyorlar. Ama kimi zaman ister istemez bu gerçeği dile getirmek zorunda kaldıkları da oluyor. Örneğin; AKP’nin Ergun Özbudun başkanlığındaki kurula hazırlattığı Anayasa taslağının genel gerekçesinde “egemenlik yetkisi” için şöyle denilmektedir: “Türkiye’nin Avrupa Birliğine üyelik statüsü elde etmesi halinde, Türkiye Cumhuriyetinin sahip olduğu bazı yetkilerin Birliğin yetkili organ ve makamlarına devri kaçınılmaz olacaktır.” Bu, şu demektir: AB Parlamentosu tam anlamıyla bir yasama meclisi niteliğini kazandığı, oluşacak federal bir AB’nin de başkenti Brüksel olduğunda, bu parlamentonun çıkardığı yasalar, Türkiye’de doğrudan uygulanacak, Brüksel’deki iktidarın buyrukları ülkemizde geçerli olacaktır. Türkiye’nin bu parlamentoda nüfusu oranında temsil edilmesi de hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. Çünkü, Türk temsilciler her durumda Hıristiyan büyük çoğunluk karşısında azınlıkta kalacaklardır. Bunun adı, Türkiye’nin Avrupa’nın vesayeti, emir ve komutası altına sokulmasıdır. Daha açık bir deyişle, manda yönetiminden başka bir şey değildir, hatta ondan daha da ileridir.
Halide Edip Adıvar’ın Sivas Kongresi’ne Mustafa Kemal Paşa’ya yolladığı ve Nutuk’da yer verilen telgraftan okuyacağımız şu satırlar mandacı kafanın o günden bugüne özünde pek de değişmediğini kanıtlayacaktır:
“…. lâzım gelen para, ihtisas ve kudrete malik değiliz ….. Tarafgirlik, cehalet ve çok konuşmaktan başka müspet bir netice veren yeni bir hayat yaratamıyoruz….
….Filipin gibi vahşi bir memleketi bugün kendi kendini idareye kadir asrî bir makine haline koyan Amerika, bu hususta çok işimize geliyor….
….Kendimizi Amerika’ya müracaata mecbur görüyoruz….
….Sergüzeşt ve cidal [kavga] devri artık geçmiştir….”
Bu sözler Amerikan mandası yandaşlarının görüşüydü. Bir de İngiliz mandasını isteyenler vardı. Refii Cevat bunlardan biriydi ve o da örneğin şöyle diyordu:
“Hasta vücudumuzu iyileştirecek olan doktor, Anglo-Sakson ırkıdır, İngiltere’dir.”[12] “Türkler’in kendi güçleri ile adam olmalarına imkan yok, yatağımıza serilmeden önce bir kere daha ellerimizi İngiltere’ye uzatalım
Atatürk, Nutuk’da mandacıları şu sözlerle niteler:
“Esas, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas ancak istiklâl-i tamme [tam bağımsızlığa] malikiyetle temin olunabilir. Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun istiklâlden mahrum bir millet, beşeriyet-i mütemeddine [uygar insanlık] muvacehesinde [karşısında] uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye kesb-i liyakat edemez [hak kazanamaz.]”
Ne acıdır ki bugün de yabancılara uşaklık edenler var.
KÜLTÜR EMPERYALİZMİ
Amerikan ya da İngiliz mandasını isteyenler, bunu sağlamak için Amerika’ya başvuranlar, bir gerçeği ya görememişlerdi ya da gördükleri halde gizlemişlerdi. Oysa, bu gerçek çok açıktı: En başta Amerika, Anadolu’da bir Kürt ve bir de Ermeni devleti kurulmasını planlamış bulunuyordu. O zaman nasıl oluyordu da, kurulması planlanan bu kukla devletlerin harita üzerinde yerleri ve sınırları da açıkça gösterilmiş iken Amerika kurtarıcı olarak görülebiliyordu? Bu soruya yanıt vermeden önce bugün Amerikalılar’ın ve Avrupalılar’ın aynı doğrultuda çizip dağıttıkları haritaları, buna karşın düzlüğe çıkmayı yine Amerikalılar’ın ve Avrupalılar’ın isteklerine boyun eğmede gösterilenleri anımsamak gerekir!
Sorunun bir yanıtı, “kültür emperyalizmi”dir. Bir başka yanıtı ise, “hıyanet”tir. Hainler üzerinde durmaya değmez. Buna karşılık, Türk ulusunu Tanzimat’tan başlayarak Atatürk’e kadar hedefine alan kültür emperyalizmi, uzunca bir süredir yine etkisini yoğunlaştırmıştır.
Kültür emperyalizmi, emperyalistlerin kaba kuvvetten de öte en güçlü silahlarıdır. Amacı, hedef ülkelerin insanlarını kendiliğinden emperyalizmin çıkarlarına hizmet eder duruma getirmektir. Kültür emperyalizmi, Batılılar’ın yenilmezliği ve üstünlüğü düşüncesini, üstün Avrupalı karşısında aşağılık duygusunu, ulusun kendine özgü değerlerinin anlamsızlığını, Batılılar’a benzeme isteğini, onların her zaman haklı olduğu kanısını v.b. insanlara aşılamaktır. Hedef ülkenin dili ve dini yozlaştırılır, tarihine yabancılaştırılır, etnik yapılar ön plana çıkarılır. Bunun da yolu, açtıkları okullar, kültür merkezleri, misyonerlik faaliyetleri, öğrencileri kendi ülkelerinde eğitmek, okullarda ve üniversitelerde yabancı dilde eğitim yapmak ve emperyalistlerin bakış açısını kökleştirmek, her türlü kitle iletişim aracını kullanmaktan geçer. Günümüzde bunların tümünü yeniden yaşıyoruz.
Tanzimat’tan başlayarak Osmanlı Devleti, tıpkı bugünkü gibi, kültür emperyalizminin uygulama alanı olmuştu. Osmanlı’da Sevr ve Mütareke yılları bu uygulamanın ne denli başarılı ve can alıcı olduğunu ortaya koymuştur. Bugün eğer kültür emperyalizminin aynı uygulamalarına bir son verilmeyecek olursa, Mütareke yıllarını yeniden yaşayacağımız kuşkusuzdur.
YENİ BİR SEVR’E DOĞRU
Sevr Antlaşması uygulanabilseydi, antlaşmanın başlıca hükümlerine göre, Osmanlı Devleti’nin elinde kalan topraklar üzerinde Kürdistan ve Ermenistan devletleri kurulacak, İzmir ve yöresi Yunanistan’a verilecekti. Ayrıca, Osmanlı Devleti’ne bırakılan toprak üzerinde de İngiltere, Fransa ve İtalya’ya nüfuz bölgeleri tanınıyordu. İstanbul uluslararası açık kent olacak, Boğazlar kendi bütçesi, yönetimi ve silahlı gücü olan bir komisyon tarafından yönetilecekti. Azınlıklara ayrıcalıklar tanınacak, askerlik yapmayacaklardı. İsterlerse Osmanlı vatandaşlığından çıkabilecekler ama yine bulundukları yerlerde yaşayabileceklerdi. Ordu, en fazla 50.700 kişi olacak, ağır silahları, uçak ve denizaltısı olmayacaktı. Donanma ise 13 küçük gemiden oluşacaktı. Fransız, İtalyan ve İngilizler’den oluşan bir malî komisyon devletin gelir ve giderlerini denetleyecek ve düzenleyecekti.
Bilindiği üzere, TBMM bu antlaşmayı imzalayanları ve onaylayanları 19 Ağustos 1919’da “vatan haini” ilan ederek, antlaşmayı tanımadığını belirtecektir.
Bugüne gelelim.
Bir kere bir Kürdistan devletinin kurulma süreci başlamış bulunmaktadır.
Çıkarılan kimi yasalarla neredeyse Türkiye’nin tümü bir bakıma Avrupa Birliği’nin nüfuz bölgesi durumuna gelmek üzeredir.
Yeni yeni azınlıklar yaratılmakta ve bunlara ayrıcalıklar tanınması istenmektedir.
TSK’nın mevcudunun azaltılması gündeme getirilmiştir.
Devletin gelir ve giderleri IMF’nin denetimi altındadır.
Açıkçası, Sevr’in kapısı bir kez daha aralanmıştır!...
Ne var ki, AB’nin bazı dayatmaları, Sevr’de yer almayan yeni yapılanmaları da gündeme getirmiş bulunuyor.
Osmanlı Devleti, hangi süreçten geçerek yaşamını Sevr ile sonuçlandırdı?
Bu soruya verilecek yanıt, ibret verici olduğu kadar, son çeyrek yüzyıldır Türkiye’de yaşananlara da ışık tutacaktır.
BALTA LİMANI TİCARET ANTLAŞMASI
1838 yılına gelinceye değin, Osmanlı Devleti’nin daha da sömürgeleştirilmesini engelleyen bazı kısıtlamalar vardı. Bunların başında da Osmanlı toprakları üzerinde yabancıların iç ticaret yapamamaları, ithal edilen malların iç pazarda satışının ancak Osmanlı vatandaşlarınca yapılması geliyordu. Bir başka engel ise, “yed-i vahit” denilen tekel yöntemiydi. Buna göre bazı malların üretim, alım-satım hakkı yerli tacirlere bir tekel olarak verilmekte ve bu doğal olarak en başta İngiliz çıkarlarını engellemekteydi. Ayrıca, İngiltere gümrük resimlerinden de yakınmaktaydı. İşte, İngiltere’nin isteği ve Mustafa Reşit Paşa’nın çabaları ile 16 Ağustos 1838’de bütün bu engelleri kaldıran ve gümrük resimlerinde indirimler yapan ya da bazılarını kaldıran Balta Limanı Ticaret Antlaşması önce İngiltere ile imzalanacak, arkasından buna öteki Avrupa devletleri de katılacaktı.
AB’ne gireceğiz diye imzaladığımız Gümrük Birliği Antlaşması ile bu antlaşma fazlasıyla benzerlik göstermektedir.Sonuçları da hiç farklı olmayacaktır.
Bu antlaşma ile devlet ekonomik bağımsızlığını yitirmiş, devletin bağımsız dış ticaret politikası izlemesi olanağı ortadan kalkmış, sanayileşme engellenmiş, ticaret yabancı egemenliğine geçmiş, tarımsal üretim yabancı sanayi malları karşısında gerilemiş, işçi ve tüccar yoksullaşmış, hazine gelirleri azalmış ve dış borçlanmanın yolu açılmıştır.
Antlaşma sonrası yaşanan bu gelişmeleri doğrudan gözlemlenerek Eugene Morel tarafından yazılan ve 1866 yılında yazılan Türkiye Ve Reformları adlı kitapta durum şöyle dile getirilmiş bulunuyor: “1838 Antlaşması’nın sonucu üretimi felce uğratmak, çiftçinin gelirini azaltmak, kısacası tarıma zarar vermek oldu.”[16] Prof.Dr.Yusuf Kemal Tengirşek de, Osmanlı yöneticilerinin, “….bu muahedenin neticede memleketin sanayini belini doğrultamaz hale getireceğini, devletin başına Düyûn-u Umûmîye idaresi gibi bir bela musallat edeceğini” sezememiş olduklarını belirtmektedir Prof.Dr.Niyazi Berkes’e göre ise, bu antlaşma, “tarihimizdeki ilk satılık memleket vesikasıdır.”
Gümrük Birliği Antlaşması’nın Tansu Çiller’in Başbakan, Murat Karayalçın’ın da Dışişleri Bakanı olduğu dönemde imzalandığını belirtmeden geçmeyelim.
1839 GÜLHANE HATTI
Bilindiği gibi, Tanzimat adı verilen dönem 1839 Gülhane Hattı ile başlamıştır. Bu Hat’ta birtakım iyileştirilmeler yapılacağı bildirilmekte, ayrıca can ve mal güvenliği ile vicdan özgürlüğünün tanınacağı açıklanmaktadır. Müslüman olsun ya da olmasın bütün Osmanlı vatandaşlarının bu hak ve özgürlüklerden eşit olarak yararlanacağı da öngörülmekteydi. Vergilerin yükümlülerin gelirlerine göre alınacağı, kanunsuz vergi toplanmayacağı açıklanmaktaydı. Tüm Osmanlı vatandaşları da ayırımsız olarak askerlik yapacaklardı.
Hatt’ın metni okunduğunda bunun kişi hak ve özgürlükleri açısından son olumlu ve yerinde olduğu düşünülebilir. Ancak, bu Hat ile birlikte, bir kere bundan böyle yapılacak tüm “Islahat”ın Türk halkı için değil, gayrimüslim uyruklar için olmasının temeli atılmış olmaktadır. İkincisi, Hat, Avrupa devletlerinin İstanbul’da bulunan elçileri çağrılarak onlara okunmuş, bildirilmiştir. O kadar ki, Hat’ta eski düzenin değiştiğine ve Osmanlı uyruklarına yeni haklar tanındığına yabancı devletlerin elçilerinin tanık olmaları gerektiği açıklanmış bulunmaktadır:
“….düvel-i mütehabbe dahi [dost devletler de] bu usulün inşallah-ı Taalâ ilelebed bekasına şahid olmak üzere Dersaadetimizde mukim bilcümle süferaya [sefirlere / elçilere] dahi resmen bildirilsin.”
Yabancı devlet elçilerinin devletin kendi vatandaşlarına tanıyacağı hak ve özgürlüklere tanık olmaları istemek, devleti küçük düşürmek olması bir yana, devleti yabancı devletlerin ipoteği altına sokmak demekti.
Bugün ikide birde AB devletlerinin elçilerine ziyafet verip de AB yolunda Türkiye’nin ne güzel ilerlediğini anlatmanın bundan bir farkı var mıdır?
1856 ISLAHAT FERMANI
1853-1856 Kırım Savaşı bitiminde, başta İngiltere olmak üzere Osmanlı Devleti’nin bu savaştaki müttefiklerin isteği üzerine 1839’daki gayrımüslim Osmanlılar’a tanınan hakları pekiştiren ve dahası bunlara ayrıcalıklar ekleyen Islahat Fermanı ilan edilmiştir. Ferman’da:
“Devlet-i âliyyemizin şanına muvaffak [uygun] ve milel-i mütemeddine [uygar uluslar arasında] bihakkın [hakkı ile] haiz olduğu mevki-i âli ve mühime [yüksek ve önemli yere] lâyık olan hâlin kemale isâli [yetkinliğe / olgunluğa ulaştırılması] için şimdiye kadar vaz’ ve tesisine muvaffak olduğum nizamat-ı cedide-i hayriyenin [hayırlı yeni düzenlemelerin] ez ser-i nev tekit ve tevali [yeni baştan iyileştirip pekiştirmek….” için bu fermanın çıkarıldığı açıklanmakta ve hemen arkasından da, “….müttefik-i hass-ı bahir-ül-ihlâsımız olan [parlak kurtuluşumuzda öz müttefikimiz olan] düvel-i mufahhamanın [ulu / büyük devletlerin] himmet ü muâvenet-i hayırhâhaneleri eseri olmak üzere [hizmet ve iyiliksever yardımlarının eseri / sonucu olmak üzere] Devlet-i âliyyemizin bu kere binâyetillâhî Taalâ haricen hukuk-ı seniyyesi bir kat daha teekküt eylediğine [dışta yüksek hukuku bir kat daha pekiştiğine göre]….” ülke içinde de Osmanlı uyruklarının durumlarının daha da iyileştirileceği belirtilmekteydi.
1856 Fermanı’nın en dikkate değer yönü, Osmanlı Devleti’nin “Avrupalı sayılmak” isteğidir. Ferman’ın yukarıya alınan ilk bölümü bunu açıkça ortaya koymaktadır. Artık, bir Avrupa devleti olmak, Osmanlı yöneticilerinin başta gelen bir amacıdır ve bunun için de her türlü ödünün verilmesinden kaçınılmayacaktır. Tıpkı bugünkü gibi…
İkinci bir yön de, Osmanlı Hıristiyanları’na ve bu arada Yahudileri’ne tanınan ayrıcalıklar ve toplum olarak örgütlenme hakkıdır. Bir kere, patrikler görevlerini ölünceye değin sürdüreceklerdir. Bundan böyle, patriklere, ruhban sınıfından olanlara ve “cemaat başıları”na devletçe aylık bağlanacaktır. Ayrıca, bu cemaatlere devletçe uygun bir gelir sağlanacaktır. En önemlisi ise, Ferman’da gayrımüslim cemaatlerin cemaat işlerinin yönetiminin ruhbanı ve halkı arasında seçilmiş temsilcilerden oluşan bir meclise bırakılmış olmasıdır. Bu hak ve ayrıcalık, Türkler’e tanınmış değildi. Bu nedenle, Türkler ile Osmanlı Hıristiyan ve Yahudileri arasında tam anlamıyla bir eşitsizlik demekti. Bu nedenle, Sadri Maksudî Arsal, Tanzimat fermanları karşısında Türkler’in ve Osmanlı’daki öteki halklarının durumlarını karşılaştırırken Türkler’in resmen ikinci sınıf insan durumuna indirildiğini belirtir. Şunu da ekleyeyim ki, Osmanlı gayrımüslimlerine tanınan bu ayrıcalıklar onların ulus olarak örgütlenmelerini ve bilinçlenmelerini sağlamış, buna karşılık Türkler’e bu olanak verilmemiştir. Prof.Dr.Bülent Tanör, bu fermanı Osmanlı gayrımüslimlerinin “kendilerinin ilan etmediği bir ‘bağımsızlık bildirisi’” olarak nitelendirmektedir.[18]
Bugün kimi Kürt kökenli vatandaşlarımıza tanınan ayrıcalıklar ve henüz ne olduğunu bilmediğimiz “Kürt açılımı” da ola ki, bu vatandaşlarımızın kendilerinin değil, ama Türkiye Cumhuriyeti yöneticilerinin onlar adına ilan ettikleri bir bağımsızlık bildirisinin hiç olmazsa ön hazırlığı mıdır acaba!?
Tanzimat’ın mimarı Mustafa Reşit Paşa’dır. Bakın o bile kendi eserinden yakınacak ve diyecektir ki:
“Hıristiyanlar bir şey yapmamış iken bu kadar imtiyazata [ayrıcalığa] nail oldukları halde ben bu Millet’ten ve Devlet-i âliyyenin bunca senelik vükâlasından [vekilinden / bakanından] bulunduğum halde efkârımı [fikirlerimi / düşüncelerimi] serbest söyleyecek kadar imtiyazım olmasın mı?”
YABANCI DEVLETLERİN OSMANLI’NIN İÇİŞLERİNE KARIŞMALARI
Osmanlı Devleti’ni Sevr’ götüren süreçte önemli bir gelişim de Avrupa devletlerinin, devletin içişlerine burunları sokmaları, elçilerin devleti yönetir duruma gelmeleridir.
Bir kere Tanzimat döneminde elçilerin Osmanlı yöneticileri ile nasıl içli dışlı olduklarına ilk önemli örnek, dönemin ünlü devlet adamı Mustafa Reşit Paşa’nın birkaç kez görevden alınıp yeniden göreve getirilmesidir. Paşa’nın 1841’de görevden alınmasında İngiliz elçisi Ponsonby’nin, 1846’da yeniden Hariciye Nazırlığı’na getirilmesinde de o tarihteki İngiliz elçisi Canning’in belirleyici olduğu bilinir. En iyisi, bu iş nasıl kotarılmış Canning’in kendisinden dinleyelim:
“Reşit Paşa’nın işbaşına getirilmesinin bu bakımdan çok hayırlı olacağına inanıyordum. 1845’te Baltalimanı’nındaki görüşmelerimizde sık sık buluşmayı kararlaştırmıştık. Gelgelelim açıkta bir devlet adamı Türkiye’de ayağını denk almayı bilmeliydi; yabancı bir diplomatla münasebeti şüpheye yol açacağından başka birinin evinde gizlice buluşuyorduk. Bu görüşmelerin sonucu olarak kabinede değişmeler yapıldı….”
Canning, 1845 yılı içinde eşine yazdığı bir mektupta da şöyle diyordu:
“Paris’ten ayrılmadan bu mektup eline geçecek olursa, Reşit Paşa’ya bir haber yollayıver! Onun için elimden geleni yapıyorum. Son değişikliklerden sonra dönmesi mümkün olacak galiba. Şimdilik ihtiyatlı davransın.”
Canning’in 9 Temmuz 1853’te de yine eşine yazdığı mektupta şu satırlar yer alacaktı:
“Osmanlı hükümeti apansız değişiverdi. Reşit’le Sadrazam azledildi. O saat padişaha çıktım, yeniden vazifeleri başına getirildiler.”
Aynı elçinin 15 Nisan 1854 tarihli mektubundan:
“….iki paşanın cezalandırılmasında ısrar ettim, Vazifelerinden geri çağrıldılar, ceza da görecekler….”
Günümüzdeki değişiklik, İngiltere’nin yerini Amerika’nın almış olmasıdır!... Ama bu arada DSP, MHP ve ANAP koalisyonunda AB’nin dayatmalarına karşı çıktıkları için MHP’li iki bakanın görevlerinden ayrılmak zorunda kaldığını da unutmamak gerekir…
Elçilik ve konsolosluk tercümanlarının hemen tümü ya Ermeni ya da Rum’du. Bunlar, Osmanlı vatandaşı olmalarına karşın diplomatik bağışıklıklardan yararlanıyorlardı ve hizmetinde oldukları elçilerinkine yakın bir etkinlik kazanarak efendileri gibi Osmanlı Devleti’nin içişlerine karışır olmuşlardı. İş o kerte çığrından çıkmıştı ki, Ziya Paşa, 12 Temmuz 1869 günlü ve yurt dışında yayınlanan Hürriyet gazetesinde şöyle yazacaktı:
“….bir tercümanın saray-ı hümayuna gidüp birkaç söz söylemesi ile bir sadrazamın azledildiği ve diğerinin bir ifadesi ile aherinin Hariciye Nezaretine tayin olunduğu defaat ile vukubuldu. Bir tercümanın Hariciye Nazırının yazı tepsisi üzerinden kalemi alup nazırın eline vererek istediği kelimeyi yazdığı ….nice kere görüldü.”
Tercümanı böyle yaparsa efendisi elçi ne yapmaz ki: “….ve bir sefir sadrazamla görüşmek için Babıâli’ye gelerek sadarete [sadrazama] mahsus sandalyanın üzerine kurulup oturduğu ve sadrazam olan zat anın karşısındaki misafir sandalyasında ecnebi gibi büzülüp oturduğu….” da yine “nice kere” görülecekti.
Ne var ki, Avrupa devletleri ve onların yerli işbirlikçileri bu kadarla yetinecek değillerdi. Bu nedenle de, Tanzimat adlı kitabında Engelhardt’ın belirttiğine göre; Rus elçisi Prens Garçakof, 1856 Fermanı’ndan 10 yıl sonra bu ferman için “on yıl önce verilmiş ve hâlâ ödenmemiş bir çek” demiş bulunuyor. Üstelik, 29 Eylül 1869 günlü Times gazetesi, Osmanlı hükümetlerinin ancak yabancıların malî çıkarlarını korudukları sürece iş başında kalabileceklerini yazmakta hiçbir sakınca görmüyordu.
Tarih, işte böyle “tekerrür” eder.
YABANCILARA TOPRAK SATIŞI
Açıkça görüldüğü üzere, Osmanlı Devleti yöneticilerinin Sevr Antlaşmasını imzalamakta bir sakınca görmemelerine olanak sağlayan gelişmelerin ve mandacı kafa yapısını ortaya çıkaran sürecin temeli, 1839’da atılmış, 1856’da daha da kök salmıştır. Ancak, olumsuzluklar bu kadar değildir. Tanzimat’ta gerçekleştirilen “reformlar”ın hemen hemen tümü emperyalist devletlerin istekleri ve çıkarları doğrultusunda yaşama geçirilmiştir. Bunlardan biri de, yabancılara toprak satışı ile ilgili olan düzenlemelerdir.
Örneğin; İngilizler’in 1860’da Babıâli’ye verdikleri bir projeye göre yabancılara yerli halk için söz konusu olan yükümlülüklere bağlı olmaksızın hazine mallarını satın alabilmeleri hakkı tanınması istenmiştir.Fransa da 1867 Şubatında hükümete verdiği bir nota ile vakıf sisteminin kaldırılması ve özel mülkiyetin geliştirilip yaygınlaştırılması bildirilmiştir.12 Şubat 1856 günlü Times gazetesinde şu satırların yer almış olması döneme ayrıca ışık tutacaktır:
“Ecnebilerin arazi iştirası [satın alması] için mevcut bütün manilerin izalesi [kaldırılması] ve sağlam bir malî sistemle yollara ve limanlara yatırılan sermayenin temini için karşılık tesisi büyük neticelerini en seri elde ettiren siyasî faaliyetlerdir. Önümüzde zengin ve işlenmemiş bir memleket var, garp sanayi bunu elde edebilir.”
Bu ortamda Osmanlı Devleti 1858’de çıkardığı Arazi Kanunnâmesi ile toprak üzerindeki devlet mülkiyeti kaldırarak özel mülkiyeti getirecektir. Ancak, yine de yabancıların eskiden devlete ait olan topraklar üzerinde mülkiyeti tanımamıştı. Ne var ki, baskılar sonucu Kanunnâme’de yapılan değişiklikler sonucunda yabancılara bu hak da çok geçmeden tanınacaktır. Sonunda özellikle Ege bölgesinde geniş ve verimli tarım alanları yabancıların mülkiyetine geçecektir.
Cumhuriyet döneminde de yabancıların köylerde (kırsal kesimde) toprak satın almaları yasaktı. Ancak, Arazi Kanunnâmesi’nde sonradan yapılan değişiklikler gibi, AKP’nin yaptığı yasal değişikliklerle onlara bu hak tanınmış oldu.
DIŞ BORÇLANMA
1838 Balta Limanı Ticaret Antlaşması’nın uygulanması ve kötü yönetim, kaçınılmaz bir biçimde devletin Avrupa devletlerine borçlanması ile sonuçlanmıştır. Ancak, yine de 1854 yılına gelinceye değin bir dış borç yoktu. Kırım Savaşı’na denk gelen bu tarihten sonra ise dış borçlar çığ gibi büyüyecek; devlet, Abdülmecit döneminde 16.540.700, Abdülaziz döneminde de 97.708.820 olmak üzere toplam olarak 114.249.520 Osmanlı lirası borç altına sokulacaktır.
Böylece de, Osmanlı Devleti’nin toprakları üzerinde ve onun yanı başında ikinci bir devlet gibi ortaya çıkacak olan Düyûn-u Umumiye İdaresi’nin (Genel Borçlar İdaresi’nin) temelleri atılmış olacaktı. Bu kuruluş, alacağını tahsil etmek için devletin gelirlerine el koymuştu. İstanbul’daki genel merkez binası (bugünkü İstanbul Erkek Lisesi), başbakanlık binasından (bugünkü İstanbul valilik binası) daha büyük ve görkemliydi. Bu yolla devletin egemenlik hakkına da ortak olmuş bulunuyordu. Tütün üretiminden elde edilen devlet gelirine de el koyan Düyûn-u Umumiye, tütün kaçakçılığını önlemek için silahlı bir güç de oluşturacaktı.
Bugün Türkiye’nin dış borçlarının ne büyük boyutlara ulaştığını herkes biliyor. Bu açıdan bakılınca, devlete borç veren İMF ile Düyûn-u Umumiye İdaresi arasındaki benzerlik çok açıktır. Şu farkla ki, IMF, henüz devletin gelirlerine el koymamış, emrinde silahlı bir güç örgütlememiş bulunuyor!...
İŞ ÇEVRELERİ
Bu dönemde varlık kazanan iş çevrelerine de kısaca değinmek gerekiyor. Ki bunların çoğu işgal yıllarında karşımıza işbirlikçi olarak çıkacaklardır!...
Prof.Dr.Mümtaz Soysal, bunların niteliğini özlü bir biçimde belirtmiş bulunuyor:
“Fermanların hiçbirinde herhangi bir yatırım bulunmamasına ve hepsinin Padişahla yöneticilerdeki iyi niyete bırakılmış olmasına karşın, gerideki asıl zorlayıcı gücün dış baskı olduğu besbelli. Artık Osmanlı İmparatorluğu iyiden iyiye yarı-sömürge durumuna kararlı bulunan batılı devletler, sömürmeleri için istedikleri iç düzeni ve elverişli ticaret ortamını yaratmaya çalışmakta, batılı sermaye çevreleri, Osmanlı topraklarındaki yabancıların ve onlara bağlı yerli uzantıların güvenlikle iş görmelerini kolaylaştırmak için, en başta İngiltere’nin baskısıyla, çeşitli önlemlerin alınmasını istemektedirler. İlk bakışta birer ‘ıslahat’ önlemi gibi gözüken bütün bu adımların en önemli sonucu, çoğunlukla tatlısu Frenklerinden, Hıristiyan ya da Musevî azınlıklardan oluşan ve ‘komprador’luk yanı ağır basan, yani dış sermayenin yerli işbirlikçisi durumunda olan bir burjuvazinin yaratılması olmuştur.”
Prof.Dr.Gülten Kazgan, çok yerinde olarak, Tanzimat’la başlayan dönem için “Birinci Küreselleşme” demektedir.[30] Bugün küreselleşmenin ne anlama geldiğini artık yaşayarak öğrendik. O zaman, Tanzimat’la başlayan ilk küreselleşmenin de ne anlama gelmiş olduğunu kolayca kestirebiliriz.
1900’lü yıllara gelindiğinde sermayenin Osmanlı Devleti’ni oluşturan halklar arasındaki dağılımı yüzde olarak şöyle olmuştur: Türk 15, Rum 50, Ermeni 15, Yahudi 10, Yabancı uyruk 10.] Öte yandan, Levantenler (Osmanlı ülkesine sürekli olarak yerleşmiş bulunan Avrupalılar) ve Osmanlı Hıristiyanları banka, sanayi ve ticaret kurumlarının %80’ine sahip bulunuyorlardı.
Bugün ise sanayi kuruluşlarımızı, büyük işletmelerimizi ve bankalarımızı yabancılara devredip duruyoruz.
OSMANLI ÜST KİMLİĞİ VE BUGÜNKÜ ÜST KİMLİK SAVI
Bugün “Türk vatandaşlığı” yerine “Türkiyelilik” ya da “anayasal vatandaşlık” kavramının geçirilmesini isteyen ve bu kavramları bir “üst-kimlik” olarak ortaya atan çevrelerin bu girişimleri ile, XIX. yüzyıl boyunca ve XX.yüzyılın başlarında resmî ideolojisi olan “Osmanlılık” kavramı arasındaki koşutluk tartışmasız bir durumdur.
Çok etnik guruplu ve çok dinli bir devlet olan Osmanlı Devleti’ni yönetenler ve kimi eli kalem tutanlar, artık çöküş sürecine girmiş olan devleti ayakta tutmak amacı ile “Osmanlılık” ideolojisine sıkı sıkıya sarılmışlardı. Bu anlayışına göre; Osmanlı Devleti, çeşitli halklardan oluşmuştu ama, bunlar hep birlikte Osmanlı ulusunu oluşturuyorlardı. Osmanlı olarak çıkarları birdi. Hepsi, Osmanlı ulusunu oluşturan unsurlardı. Aralarında devlet açısından hiçbir fark yoktu. Başka bir deyişle, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Çerkesler, Boşnaklar, Araplar, Arnavutlar, Türkler v.b. hep birlikte Osmanlı idiler. Böylece, “Osmanlı” kavramının “Türk” demek olmadığı vurgulanmış oluyor, bu nedenle de bu etnik gurupların devletten kopmayacakları sanılıyordu. Ve eğer bir Türk ulusalcılığı ortaya atılırsa öteki halkların da ulusalcılık yapacakları düşünülüyor, bunun da devletin parçalanması ile sonuçlanacağı varsayılıyordu. Örneğin; İttihat Ve Terakki’nin önde gelenlerinden Tunalı Hilmi’ye göre, “Osmanlılık, Türklük demek değildir. Ne kimseye zarar verir ne de bir milliyete dokunur; böyle olunca, Osmanlı olmayacak kim bulunur?”
Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları kitabında Osmanlılık için şöyle der:
“Bu milletin yakın zamana kadar kendisine mahsus bir adı bile yoktu. Tanzimatçılar ona: ‘Sen yalnız Osmanlısın. Sakın başka milletlere bakarak sen de millî bir ad isteme! Millî bir ad istediğin dakikada Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmasına sebep olursun’ demişlerdi. Zavallı Türk vatanımı kaybederim korkusu ile ‘Vallahi Türk değilim, Osmanlılıktan başka hiçbir içtimaî zümreye mensup değilim’ demeğe mecbur edilmişti.”
Osmanlılık’ın ne anlama geldiğini işgal sırasında Divan-ı Harb-ı Örfi’de Türkçülük yaptığı suçlaması ile yargılanan Ziya Gökalp’e mahkeme başkanının yönelttiği sorular çok daha açık bir biçimde ortaya koyar:
“Bu anâsır-ı gayr-i müslimeyi [Müslüman olmayan unsurları] bazı gûna [değişik] hissiyata sürüklemez mi?”
“Osmanlılık birçok milletlerden teşekkül ettiği [oluştuğu] için onların beynindeki [arasındaki] rabıtayı takviye etmek icap eder. Yalnız içlerinden birini intihap edip de [seçip de] onların milliyetini meydana koymaya [yani, Türk ulusu üzerinde durmaya] say etmek [çalışmak] tabiîdir ki diğer anasırın [unsurların / halkların] hattâ Müslüman olan diğer unsurların [yani, Araplar, Kürtler gibilerinin] inkisâr-ı kalbini mucip olmaz mı? [kalplerini kırmaya neden olmaz mı?”
Oysa, Türkler dışındaki halklar Osmanlılık ideolojisini hiç de ciddiye almamışlardır, hatta alay konusu bile yapmışlardır. Kaldı ki, bu kavramı devletten kopmanın bir aracı olarak kullanmışlardır. Osmanlı Mebusan Meclisi’ndeki Rum mebuslardan Boşo Efendi’nin, “Benim Osmanlılığım Osmanlı Bankasının Osmanlılığı kadardır” sözü tarihe geçmiştir. Bilindiği gibi, Osmanlı Bankası bir Fransız bankası idi. Yine örneğin; Rum Patrikhanesi’nin Adliye Ve Mezahip [Mezhepler] Nezaretine gönderdiği bir yazıda açıkça, “Osmanlı milliyeti bir tabir-i lisanî [dilde bir deyiş] ise de hakikati halde gayrımevcuttur [gerçekte yoktur].” diyebilmiştir.[36]
Talat Paşa, anılarında Osmanlılık anlayışının sonucunu şu sözlerle belirtmiş bulunuyor:
“Bu prensibi temin maksadı ile Jön Türkler, Araplar, Yunanlılar, Arnavutlar, Türkler vesaire gibi yurttaki bütün milletleri birleştirmeyi başarabilecekleri zannediyorlardı. Fakat ihtilali [1908 devrimini] takip eden hadiseler maalesef bambaşka bir çehre gösterdi.”
Gerçekten de, Osmanlılık anlayışı devleti ayakta tutmak şöyle dursun, dağılmasında önemli bir etken olmuştur. Hele I.Dünya Savaşı sırasında “Osmanlı vatandaşı” Ermeniler’in, savaşın bitiminde işgal yıllarında “Osmanlı vatandaşı” Hıristiyanlar’ın başta Rumlar olmak üzere ihanetleri tarihin sayfalarına yazılmıştır. Türkler, ancak ulusal bir devlet çatısı altında varlıklarını sürdürebilirlerdi. Nitekim, öyle de olmuştur. Bugün ise, devletimizi yönetenler, tarihten hiç ders almamışçasına bir üst-kimlik anlayışını yeniden gündeme taşımış, Ne mutlu Türküm sözünden duydukları rahatsızlığı dile getirmiş, okullarda içilen anttaki “Türküm” sözcüğünün kaldırılmasını istemiş bulunuyorlar. Şu sözler ise, Recep Tayip Erdoğan’ın:
“Türkiye Cumhuriyeti’nde 27 etnik gurup yaşamakta. Bu 27 etnik gurubun da varlıklarının tanınması gerekmektedir. ‘Türkiye Türklerindir’ gibi tezler yanlıştır.”
Bu noktada anımsamak gerekir ki, Birinci Dünya Savaşı sırasında ordumuzu arkadan vuran ve Türk halkını katleden Ermeni çete reislerinden Pastırmacıyan ve Papazyan Osmanlı Mebusan Meclisi’nde mebus (milletvekili) idiler. Balkan Savaşı sırasında Osmanlı Devleti’nin Hariciye Nazırı olan Gabriel Nuradunkyan Efendi ise, Lozan Barış Görüşmeleri sırasında, Türkiye’den toprak isteyen Ermeni heyetinin başında İsmet Paşa’nın karşısına çıkacaktır. Onun içindir ki, Ziya Gökalp, Türk ulusalcılığının çarpıcı bir anlatımı olan ve Türk’ün vatanında “çarşısında dönen bütün sermaye”nin Türk’ün olmasının özlemini dile getirdiği şiirinde diyecektir ki:
Meb’usanı temiz, orda Boşoların yeri yok
Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın.
1876 ANAYASASI
“Osmanlı” üst-kimlik anlayışı, 1876 Anayasası’nda 8. ve 17. maddelerinde anayasal düzeyde anlatımını bulmuştur. Ayrıca, bu anayasa ile Osmanlı gayrımüslimlerine tanınan ayrıcalıklar da genişletilmiştir. Bu anayasa üzerinde ayrıca durmayacağım. Buna karşılık, Atatürk’ün bu anayasa için TBMM kürsüsünden 1 Aralık 1921’de söylediklerini, bugünlerde AKP’nin yeni bir anayasa yapmak istediğini de göz önüne alarak, burada anmakla yetiniyorum:
“Artık Avrupalılar bu Devlet-i Osmaniye’nin başlı başına kendisini idareye gayrı muktedir [iktidarsız / yeteneksiz] telâkki edilmesi lâzım geldiğini ve binaenaleyh taht-ı vesayete [vesayet altına] almak icap ettiğini kati bir surette beyan ettiler …. İşte o zaman, efendiler, bir paşanın taht-ı riyasetinde [başkanlığı altında] üçü Hıristiyan olmak üzere on altı memur, on ulema ve iki askerden mürekkep [oluşan] bir heyet Babıâli’de toplandı (Elindeki Kanun-u Esasî’yi [Anayasa’yı] irae ile [göstererek]) ve bu kitabı yazdı! Bu kitap milleti memnun etmek için milletin arzu ve âmal-ı hakikîyesi [gerçek emelleri] için müspet, maddî mâkes-i tecelli değildir [yani, bunları yansıtmamaktadır]. Efendiler bu kitap düşmanlarımızı muvakkaten [bir süre için / geçici olarak] olsun memnun etmek gayesini gözetmiş bir kitaptır …. bu kitabın mahiyetinin, millet ile, hâkimiyet ile, irade-i milliye ile hiç alâkası yoktur …. Efendiler, bu kitap, üstündeki unvan ile milleti senelerce aldatan ve aldattıkça girive-i izmihlâle [dağılıp çökme yoluna] sevk eden bir kitaptan başka bir şey değildir. (Paçavra sesleri) Bir paçavradır efendiler.”
AŞAĞILIK DUYGUSU
Kültür emperyalizminin hedef ülke insanları üzerinde nasıl bir aşağılık duygusu yarattığına daha önce değinmiştim. İşte, bu duygu, Tanzimat döneminde Osmanlı yöneticilerinde ve çoğu aydınında kendisini açıkça gösterir. Bu yöneticiler ve “aydınlar”, kendilerini Batılılar’dan aşağı ve değersiz görmeye, onlar karşısında eziklik duymaya, özgüvenlerini yitirmeye başlamışlardır. Bu duygu, üstün ve değerli gördüklerine boyun eğme, onlara elden geldiğince öykünme, onların biçtiği doğruluk, haklılık ve adalet ölçütlerine göre davranma, yaltaklanma v.b. biçimlerde günlük yaşamda anlatımını bulur. Üstün görülenlere teslimiyet içine girilir.
Günümüz açısından konuya bakarsak, Amerika “süper güç”tür, ona karşı konulamaz. Avrupalılar üstün bir uygarlığın temsilcisidirler, o nedenle de onların her dedikleri doğrudur, örneğin Amerikalılar ve Avrupalılar Irak’a saldırdıklarında haklı olan onlardır. Bizim tarihten kopup gelen ulusal kimliğimiz ilkeldir, Avrupalılar’ın değer yargılarına sahip olmalıyız. Batılılar ile aramızda bir sorun çıkacak olsa, suçlu olan biziz. Ermenilere karşı soykırım yaptığımızı söylüyorlarsa, doğrudur. Batı dünyası içinde yer almalıyız, yoksa yitip gideriz. Amerikalılar’ın ve Avrupalılar’ın emperyalist olduğunu öne sürmek büyük yanılgıdır, onlar sadece dünyaya barış ve düzen getirmek için çabalamaktadırlar, v.b..
Öncelikle, bu durum dilimize nasıl yansımış, onu anımsayalım. Tanzimat döneminde iki yeni kavram varlık kazanmıştır: Alafranga ve alaturka! Alafranga, Frenk gibi, alaturka da Türk gibi olmak demektir. Alaturka sözcüğünü, bir şeyi beğendiğimizde, övdüğümüzde, onun ne denli çağdaş ve ileri olduğunu anlatmak istediğimizde kullanırız. Alaturka sözcüğü ise, tam tersi anlam taşır. Açıkçası, Frenk gibi olmak “iyi”, Türk gibi olmak “kötü” bir şeydir! Bu sözcüklerin dilimizde bu anlamlara gelmesi, utanç verici olmalı.
Prof.Dr.Ziyaeddin Fındıkoğlu bu konuda şu saptamayı yapmış bulunuyor:
“….Tanzimat sıralarına gelinceye kadar, kolektif Türk ruhiyatında, imparatorluk ideolojisinin ve edebiyatının madûnluğu [aşağı olması] hissi henüz vazıh olarak belirmemişti.Tanzimat’tan önceki kanaat, yalnız teknikte üstün bir Avrupa ile karşılaşıldığı merkezinde idi. Tanzimat’la beraber ve daha sonraları hem teknikte, hem tefekkür [fikir / düşünce] ve tahassüs [duygu / algılama] tarzında üstün ve yukarı bir Avrupa hayali, gittikçe büyüdü ve genişledi. Bu hayal karşısında bir ‘parmak ısırma’ halet-i ruhiyesi [ruh hali / psikolojisi] kendini gösterdi…. Tanzimat’ın psikolojisi üzerinde yapılacak ikinci teşhis, edebî ve fikrî madûnluk duygusunun [aşağılık duygusunun] mevcudiyetini göstermektedir.”[40]
Tanzimat döneminde yaşananların tanığı olan Engelhardt, Tanzimat’ı “Avrupa’nın gerçekleştirdiği manevî bir fetih” olduğunu söyler.[41] Yine aynı yazara göre, birkaçı dışında Tanzimat dönemi yöneticilerinde “az çok belirgin bir aşağılık kompleksi” bulunmuştur.[42] Aynı olguyu Prof.Dr.Tarık Zafer Tunaya da, “Osmanlı Devleti, bu hat [1839 Hattı] ile, batının üstünlüğünü resmen tanımıştır. Hatta batı karşısında bir çeşit aşağılık duygusuna kapılmıştır.” diyerek dile getirmektedir.[43]
Tıpkı bugünkü gibi.
Bu söylenenleri bir örnekle biraz açalım. Tanzimat’ın ortaya çıkardığı “aydın” tipi, artık Türk yemeklerini bile küçümseyecektir. Bu nedenle de Mekteb-i Tıbbiye hocalarından Mehmet Kail Efendi, Melceüt Tevahin adlı bir yemek kitabı kaleme alacak ve kitabının önsözünde, geleneksel yemeklerimizin artık yetersiz kaldığını belirterek Batılılar’dan yeni bir “cuisine” (mutfak) almamız gerektiği için kitabını yazdığını belirtecektir.[43]
TARİH YİNELENİYOR…
Osmanlı’yı Sevr’e götüren son yüzyılı ile Türkiye’nin içinde bulunduğu zaman diliminde görülen koşutluklar çok belirgindir.
Osmanlı yöneticileri, Avrupalı sayılmak düşü ile ülkeyi sömürgeleştirmek pahasına ödün üzerine ödün verip durmuşlardı. Bugün de AB düşü ile aynı şey yapılıyor.
Batılılar, Osmanlı Devleti’ni oluşturan Türk ulusu dışındaki etnik guruplar için ayrıcalık üstüne ayrıcalık tanınmasını dayatıp sağlamışlardı. Bugün de aynı dayatmalar var.
Ermeni sorununda Batılılar’ın dünkü ve bugünkü tutumları arasında hiçbir başkalık bulunmuyor.
Osmanlı-Yunan uyuşmazlıklarında Batılılar hep Yunanistan’ın arkasında olmuşlardı. Bugün de öyle. O dönemde yaşanan Girit sorunu ve sonunda da Girit’in elden çıkarılması ile Kıbrıs sorunu ve buna ilişkin gelişmelerde Batılı devletlerin tutumu ile bugün yaşananlar bütünüyle koşutluk gösteriyor.
Dün de başında Halife olan sözüm ona bir dinci iktidar vardı, bugün de öyle. Tek fark, henüz bir halifemiz yok ama buna duyulan özlem açıkça dile getiriliyor. Ne var ki, dün iktidar, nasıl Hıristiyanlar’ın çizdiği yolda yürümüş ise, bugünkü dinciler de Hıristiyanlar’ın sözünden çıkmıyor.
Bu arada, dün Türkler dışında tüm etnik gurupların sözümona insan haklarının takipçisi olan Batılılar, Türkler’in de insan oldukları hiç uslarına getirmiyorlardı. Bugün de öyle.
Türk toprakları üzerinde bir Kürt devleti kurma planı ise, uygulanmaya konulmak üzere.
Bu aynılıklar neredeyse saymakla bitmez.
Ama kendimize şu soruyu sormalıyız: Neden? Bu sorunun en genel yanıtı, emperyalizmin, küreselleşmenin önünde bir engel oluşturan ulus-devletlerin parçalanıp bölünmesi isteğidir. Bir başka neden ise, Millî Mücadele sonucunda emperyalizme indirilen darbenin öcünün alınmak istenmesidir. Kuşkusuz, daha başka nedenler de var ama tümünü burada anmak bu incelemenin sınırlarını aşmak demek olacaktır.
Ama şu kadarını söyleyeyim ki, “modernize edilmiş” bir Osmanlı eyalet sistemi modeli geçerli kılınmak istenmekte ama bunun önündeki engelin de Atatürkçüler olduğu bilinmekte, bu arada da Osmanlı’nın çok ulusluluğunu ve etnik guruplara tanıdığı haklar ve ayrıcalıklar övülmektedir. Sanırım, bu kadarı bile, AB’nin dayatmalarının, BOP’un, yeni anayasa yapma girişimlerinin, çıkarılan ve giderek federal bir devlet altyapısını hazırlayan yasaların içyüzünü daha bir açıklıkla ortaya koymaktadır. Bu arada, ucu açık iddianamelerle “Atatürkçü engel”in de neden bertaraf edilmek istendiği bu açıdan da açığa çıkmaktadır.
Ne ki, unutmamalıyız: Yinelenen tarihin son aşaması henüz yaşanmamıştır, daha önümüzdedir. Bugün gerçi bir Gazi Mustafa Kemal Paşa’mız yoksa da, o, izleyeceğimiz yolu dünden bugüne aydınlatıyor.
mudafaaihukuk.com