Siyâsetçinin Hiç Mi Suçu Yok? [1]
Dünden Bugüne Bir Üçleme
- II -Türkiye’de insanlar 27 Mayıs 1960 tarihine rastlayan bir Cuma sabahına TSK içindeki bir avuç muvazzaf subayın emir-komuta zinciri dışında yaptığı bir askerî darbeyle uyanmışlardı. Ama darbeciler cuntalarda görülmeyen bir davranışla da Türk toplumuna hem yeni siyasal, sosyal ve ekonomik haklar getiren hoşgörülü yeni bir anayasa, hem de genel seçimlerle ülkeyi iki yılda yeni bir parlamento ve yeni kurulmuş bir senatodan oluşan iki bölümlü bir yasama meclisine teslim ettiler.
Bu tutum askerin el koyduğu yönetimlerde alışılmış bir durum değildi. Değildi ama o iki yılda Türkiye, birey ve toplum olarak yine de büyük acılar çekmiş, maddi manevî şiddetli bir sarsıntı geçirmişti.
Kapatılmış Demokrat Parti’nin (DP) hazır küskün tabanı da varken, onun süreği olan Adâlet Partisi (AP) kurulmuş ve sağ eğilimli bir iktidara karşı yapılmış darbeye rağmen 1961 seçimlerinde yine sağ eğilimli AP 450 sandalyelik parlamentoya 158 milletvekili göndermiş, 150 senatörlükten de 71’ini almıştı. CHP 173 milletvekiliği ile 36 senatörlük kazanmıştı. Bölükbaşı’nın Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) ile Ekrem Alican’ın Yeni Türkiye Partisi (YTP) de sırasıyla 54 ve 65 milletvekili ile parlamentoya girdiler. Bu durumda meclis aritmetiği CHP ile AP arasında bir koalisyon kurulmasını gerektiriyordu.. O koalisyon son yüz yıllık yakın tarihimizin bölünmez parçalarından biri olan rahmetli İsmet İnönü’nün Başbakan’lığında kuruldu. Aydınların baskısını ve özellikle de sürekli muhafazakâr politikalarla yönetilmiş ülkenin gereksinimini dikkâte alan İnönü
“ortanın solu” politikasına yönelmişti. 1961 ile 1965 yılları arasında ülkeyi bu politikayla üç İnönü hükûmeti yönetti.
Türkiye’de halkın çoğunluğu sol sözcüğünün siyâsi anlamını o yıllarda henüz gereğince ve yeterince bilmediği için sol, ikiye bölünmüş dünyada kapitalist batıya meydan okuyan Marsizm, Leninizm ve sonunda teorik olarak Komunizm’e çıkacak Sosyaliszm
[2] ile aynı kaba koyuluyordu. Böyle bir dönemde CHP’yi
“ortanın solu”’na taşımak muhafazakâr kökenli İnönü’nün siyâsetteki medenî cesaretini kanıtlar.
Birkaç yıldan beri sahnede yeni bir oyuncu vardı: Bülent Ecevit!
Gazetecilik, şâirlik ve yazarlığından başka 1954 yılından Hakk’ın rahmetine kavuştuğu 2006 yılına kadar tam 52 yıl süreyle Türk siyâsetinin en etkili kişiliklerinden biri olmuş, “ortanın solu” siyâsetini benimsemekle beraber zamanla
“evet ama yetmez” söylemiyle tanımlanabilecek bir duruş da sergilemiştir.
Söz konusu İnönü hükûmetlerinin üçünde de Çalışma Bakanlığı’nı üstlendi ve işçilerle çok iyi ilişkiler kurarak Grev, Lokavt ve Toplu Sözleşme gibi sağ eğilimli hükûmetler zamanında çıkartılmaları güç yasaların gerçekleştirilmelerini sağladı. Ateşli ve cesur, genç bir siyasetçi idi. Hızlıydı da!
***Bir anı: Okullarda bize uygar bir millet olduğumuz öğretilmişti. Öyle öğrenmiş ve buna inanmıştık. Siyâset yüzünden insan asmak gibi Türkiye Cumhuriyeti’ne asla yakışmayan bir vahşetle pek çoğumuz gibi ruhen derinden sarsıldığım için Türkiye’den çıkıp gittiğim Almanya’da ben DW’nin Türkçe ve Kuzey Amerika İngilizce yayınlarında bir radyo gazetecisi/spiker, rahmetli Ecevit de Çalışma Bakanı olarak karşılaşıp tanışmış, temaslarını izlemekle görevlendirilmiştim. Kendisinin de gazetecilik mesleğinden geldiğini söylemek gibi nazik bir davranışla görevimi yapmama yardımcı olmuştu.
Kuzey Ren-Vestfalya eyaletinin Çalışma Bakanı ile Düsseldorf’ta randevusu vardı. Müsteşar ve yardımcısı ile bir sekreter hanım kapıda karşıladılar. Müsteşar,
“Bakanın âniden yapılması gereken bir toplantıya katılmak zorunda kaldığı”’nı ve “on dakika kadar gecikeceği için Sayın Türk Bakanı’nından özür dileyip herhâlde bağışlanacağını umduğunu” söyleyerek “lütfen” dedi, “dinlenmelerini sağlamamıza Ekselensları izin versinler. Gecikme on dakikayı geçmez, eminim daha da kısa olacaktır. Lütfen…”O da ne? Rahmetli Ecevit olduğu yerde dönerek hızla kapıya doğru yürümeye başlamıştı. Arkasından koştum.
“Efendim…” dedim ama lâfım ağzımda kaldı. Hiç beklenmediğim bir hiddetle
”bir Türk Bakan beklemez!” dedi ve kapıdan çıktı. Üzerime vazife değildi ama omuzumda ağır Nagra cihazı, arkasından koşarak o eyâlette yaşayan onbinlerce Türk işçisinin Alman Bakan ile herhâlde konuşulacak sorunlarını hızı bir dille hatırlatmaya çalıştım. Nafile! Kendisine refâkat eden Bonn’daki Türk Çalışma Ateşesi de şaşırmıştı. Çaresiz o da çıktı. T.C. Büyük Elçiliği’nin kendilerini bekleyen otomobiline binip gittiler
[3] .
Dona kalmış, afallamıştım. Müsteşar ve yanındakiler de şaşırmışlardı. O anda mahcubiyetimden pek kendimde olmadığım için kulağıma derinden müsteşarın
“ne oldu, bir hata mı yaptık?” sorusu çalındı. Kızara bozara özür dileyip utanç içinde vedâlaştım. Dönerken arabamda düşünüyordum: Nerede Ankara’da Bssın Yayın’dan tanıdığım şâir ruhlu, nazik ve sakin Ecevit, nerede az önce bir garip azamet havasına bürünmüş, biraz da narsist bir görünüm yansıtan Ecevit?
“Demek ki” dedim kendi kendime,
“politika böyle bir şey; insanı değişitiriyor. Herhâlde insafsız denilebilecek kadar şiddetli rekabetten olacak ki insan bencilleşip belki de farkına varmadan başkalaşabiliyor.” İster idealizmden kaynaklansın ister de erişilmiş olan ikbalden, söz konusu bencilleşme ve başkalaşmaya toplum son haftalarda CHP’nin yönetim kadrosunda bir kez daha tanık oldu. Her ne kadar yadsınırsa yadsınsın, sonuçta kabul edilmelidir ki güç ve iktidar cazip olduğudan ikbal arzusu bütün siyâsîlerde derece derece vardır. Nihayet onlar da insandırlar ve güç ile iktidar kadar ikbal arzusu da neticede insan tabiatındandır.. Yeter ki ölçü kaçırılmasın!
Esasen az ya da çok, zamanla hepsinde oluşmuyor mu o gün ilk kez görmediğim bu bir tür kendini beğenmişlik? Meselâ bir alt dosyası Irak’ta 1 milyon günâhsız insanın canına mal olmuş saldırgan bir sözde
“demokrasi projesi”’ BOP’ta
“eş başkanlık”’la öğünüp böbürlenmek gibi! Neyse ki epeydir işitilmiyor. Ama bu suskunluk projeden vaz geçildiği anlamına gelmez! Hele de ABD’deki son ara seçimlerden kuvvetlenerek çıkan Cumhuriyetçi’ler içindeki yeni muhafazakârlar tekrardan söz sahibi olurlarsa ki olacaklardır da!
***Nerede kalmıştık? 1961-1965 arası…
İnönü 1961 anayasasının sağladığı özgürlük ortamında yükselen sol eğilimin gençlik içinde en uç noktalara kadar yayılmasından endişeleniyordu. Böyle bir gelişimin Maoizm’den sosyal demokrasiye kadar türlü akımları içeren sol gibi, pusudaki gerici ögeleri barındıran aşırı sağı da salıncak etkisiyle kamçılaması kaçınılmazdı. Bu nedenle İnönü, CHP’nin disiplinli yönetimi altında uygulanacak ılımlı bir
“ortanın solu” politikasını savunuyordu. Haksız da değildi! Çünkü, emekçiler dahil tüm çalışanlar gibi yıllardır kendi kaderine bırakılmış geniş yoksul kesim de yüksek sesle âdil gelir dağılımı kadar daha geniş ekonomik ve sosyal haklar da istiyor, başta özellikle gençlik olmak üzere ABD ile onun güdümündeki NATO’ya duyulan güven gittikçe azalarak II. Menderes hükûmeti zamanında yaşanmış üniversite öğrencilerindeki husursuzluk Ankara ve Istanbul’da yine gözlemleniyordu. Sınırları saptanmamış
“ortanın solu”, tansiyonu çoktandır zaten yüksek toplumda patlamaya yol açabilirdi.
CHP için politik yelpazede artık yerini belirlemenin zamanı gelmişti. Tek parti döneminden kalma geleneksel buyurucu ve bürokratik kimliğinden kurtulup altı temel ilkesinden biri olan
“halkçı”’lık yönünde acaba gerçekten de toplumla özdeşleşebilecek miydi?! Hâlâ geçerli olan bu soru uygulamada bugün de lâftan öteye yanıt beklemektedir. CHP yönetiminde “monarşistler = kralcılar” diyebileceğimiz “tek erk”’çiler ile “halkçı”’lar arasında yaşanan son olayların nedeni budur. Ama gerçek erkin ülkenin birincil sahibi olan halkta toplandığını Türkiye’de bütün siyâsetçiler bir gün elbet öğrenileceklerdir. Ne var ki sonuçta bir daha yerine konulamayacak, paha biçilmez zaman kaybetmiş olmakla kalacağız.
“Ortanın solu” siyâseti parti içinde önemli görüş ayrılıklarına yol açıp toplumda da şiddetle tartışıldığı bir ortamda 1965 seçimleri yapıldı. Süleyman Demirel başkanlığındaki AP 240 milletvekili çıkartarak birinci parti olmuştu. 134 milletvekiyle ikinci olan İnönü yönetimindeki CHP muhalefete döndü.
O yıllarda kapitalist batı ile komunist doğu blokları arasındaki soğuk savaş nedeniyle Türkiye’de çoğunluk, solun en ılımlısına bile âdeta bir öcü gözüyle bakıyordu
“Ortanın solu”’na karşı çıkanlarla mücâdele ve tartışıyı muhalefetteki CHP’nin 1966 yılında Genel Sekreterliği’ne seçilmiş olan henüz 41 yaşındaki Ecevit üstlendi ve bütün ülkeyi gezip parti teşkilâtını öğrenerek yöneticilerle tanıştı. Atatürk’ün yurt gezilerinden sonra Türkiye’de bu, o zamana kadar bir ilk idi. Ülkenin gerçek sahibi halk sanki yeniden keşfediliyordu. Ecevit çalışkanlığı, etkili konuşması ve kararlı demokratik duruşuyla toplumun sevgisini kazanmış, parti içinde hızla yükselmişti.
***Yakın geçmişteki Türk siyâsetini etkilemiş bir ikinci isim de hiç kuşkusuz Süleyman Demirel’dir.
“Refah ve yükselme yolunda yurtdaşlara eşit şans” anlamına gelen
“Amerikan rüyası” gibi bir rüya, diyelim ki bir
“Türk rüyası” şayet bizde de olsaydı, Demirel için bu rüyayı görmüş, yaşamış ve bir fırsatını bulup o rüyayı kendine göre gerçekleştirmiş insan denilebilirdi. Altı ahır üstü ilkokul olan köyündeki kerpiç bir yapıda başladığı yaşam yolculuğunda türlü güçlüklere göğüs gererek İstanbul Teknik Ünüversitesi’ni inşâat mühendisi olarak bitirmiş, Fullbright ve Eisenhower vakıflarından verilen burslarla barajlar, sulama ve elektrifikasyon konularında birerden iki yıl (1949-1950 ve 1954-1955) Amerika’da ihtisas yaparak henüz daha 31 yaşında iken rahmetli Menderes tarafından DSİ Genel Müdürlüğü’ne atanmıştı.
Bir anı daha: DP’de ileri gelen bir başka büyüğümün evinde bir akşam yine yemekte idik. Sofrada kimler yoktu ki? Büyüğüm dahil, hepsi de rahmetli olmuş devrimci Kadro dergisinin kurucu ve yazarları Yakup Kadri Karaosmanoğlu ki bir başka büyüğüm idi, Şevfket Süreyya Aydemir, Vedat Nedim Tör, İsmail Hüsrev Tökin’den başka Necip Fazıl Kısakürek ile dönemim de birkaç ünlü bürokrat ve siyasetçisi...
Misafirlerden çoğunluğun sol eğilimli, yalnızca birinin islâmcı bir bakış açısına sahip olmasına rağmen, ülkenin konu ve sorunlarını uygarca konuşup tartışan ama yılların dostluğunu da kıskançlıkla koruyan bir gerçek aydınlar topluluğu - çok ihtiyacımız var!
Benim gibi bir genç için bulunmaz bir nimet olan, günümüzde yazık ki yitirilmiş nitelikli bir dille geçmişin konuşulduğu nefis sohbet sırasında kapının zili çalındı ve az sonra içeri giren hizmetkâr, büyüğümün kulağına birşeyler fısıldadı. Yeni gelenin çalışma odasına alınmasını isteyen büyüğüm de bir iki dakika bekledikten sonra misafirlerinden izin isteyip kapısı buzlu cam olan bitişikteki odaya geçti. Sofrada ilginç anıların da anlatıldığı leziz sohbet devâm ederken yan odanın geçirgen cam kapısından büyüğümün birdenbire yükselen sesi işitildi:
“Siz bu devleti ne zannediyorusunuz?! Bizleri ne sandınız?” Sofrada herkes şaşırmış,
“ne oldu?” gibisinden birbirinin yüzüne bakıyordu. Şiddetle açılıp kapanan kapı sesleri işitildi ve apartımanın kapısı yankılanarak kapandı. Bir süre sonra büyüğüm sofraya dönmüş, bembeyaz yüzünün hatları gergindi. Misafirlerinden özür diledi. Yıllar yılı arkadaşı Şevket Süreyya Bey zaman zaman kısılıp hafifçe inceldiği için zaten çekici konuşmasına bir başka renk katan o ilginç ses tonuyla sordu:
“......’cığım, bir mahzuru yoksa söyler misin lütfen, niye bu kadar sinirlendin, mesele nedir?” Davet sahibi büyüğüm sakinleşmek için limonlu votkasından bir yudum aldıktan sonra
“yahu” dedi,
“genç yaşta adam Devlet Su İşleri’nin başına getirildi. Şimdi de kalkmış, elinde bir karton sigara ile bir şişe viski, sıkılmadan falanca akrabasının filanca yere tayin edilmesini istiyor. Hakikaten, gümüş palan da para etmezmiş!..”Davetsiz misafir, 1962 yılında AP Genel Kurul Üyeliği ile başlayan siyâsî yaşamının henüz ikinci yılı gibi kısa bir zamanda, 1964’te, AP’nin Genel Başkanlığı’na seçilmiş ve 1965 seçimlerinde tek başına iktidara gelerek Başbakan olmuştu.
On yılda hızlı bir yükseliş!
Bir önemli sorunumuz da bu galiba: Devlet kuşunun olmadık başa âniden konması! Kazara kondu mu? Yapış ömür boyu, kaçmasın!
***Rahmetli Ecevit de 1955 ve 1957 yıllarında iki kez bursla Amerika’da bulunmuştu. Ama demokratik sola içten inanmış, anti-emperyalist bir politikacı olan kendisi dışında, 1949’dan beri ABD vakıflarından burs alanlar ile ABD organları ya da yönetimleriyle ilişki içine giren ya da çekilenler Türkiye’de hızla yükselmiş, kimisi ülkenin kaderi üzerinde yıllarca etkili olmuştur. Atatürk’ün
“tam bağımsızlık, millî egemenlik ve millî siyâset”’ ilkesinden zamanla uzaklaşılacağının ilk işâretleri daha o yıllarda belirmiş ve günümüzde tüm açıklığıyla ortaya çıkan siyâsî bilinç altındaki
“Amerika’sız iktidar olunamaz!” düşüncesi yine aynı yıllarda filizlenmeye başlamıştır. İlişkilerdeki bâzı şiddetli dalgalanmalara rağmen ABD bunun meyvasını kaç zamandır usul usul alıyor zaten. Kanıtı mı?
Yapılan resmi ziyaretlere bakmak yeter! Meselâ Bayar resmî davetli olarak bir ay süreyle gezdiği ABD’ye bir kez gitmiş, Menderes, İnönü ve Ecevit birer kez, Özal sekiz yılda iki kez Başbakan ve dört kez de Cumhurbaşkanı olarak toplam altı kez, Demirel dört kez, Çiller üç kez ve şimdiki Başbakan Erdoğan da son sekiz yılda altı kez Beyaz Saray’ı ziyaret etmişlerdir. Sayın Erdoğan ilk ziyâretini henüz daha milletvekili bile ol(a)madığı bir sırada yalnızca AKP’nin Genel Başkanı sıfatıyla 2002 yılında yapmış ve eski Başkan George W.Bush tarafından kabul edilmişti. Yalnızca siyâsî parti başkanı olan bir kimsenin Beyaz Saray’a davet olunması gerçekten ilginçtir. Hele de bir yıl sonra, 2003’te Irak’ın bir sıra asılsız bahanelerle işgâl edildiği düşünülürse. Şu hâle göre sözde dostluk, müttefik olma durumu ve NATO’ya üyelik kisvesi altında Türkiyeden o gün ya da günler ile ilerisi için acaba ne istenmiş olabilirdiki? Bush’un
“Decesion Points = Karar Noktaları” adlı kitâbında öfkeyle karışık bir hayal kırıklığıyla da itiraf ettiği gibi Türkiye’nin savaşta ABD’nin maşalarından biri olması! Bereket, TBMM
“...yabancı silâhlı kuvvetlerin Türkiye'de bulunması için Hükümet'e yetki verilmesi...”ni öngören Başbakanlık tezkeresini 1 Mart 2003 tarihindeki gizli Genel Kurul toplantısında reddederek ABD’nin emperyalist çıkarları uğrunda Türkiye’nin gayrimeşru bir savaşa ortak edilmesine izin vermemiştir. Kimi hükûmet dışarı vurup belli etmeden, çoğu zaman sürekli kafasının ardındaki gelecek seçim düşüncesi ve ondan kaynaklanan iktidar ve ikbal endişesiyle hareket eder. Zaman ısrafıdır; o hükûmetten pek fayda gelmez. Buna karşılık devlet denilen, millet adına örgütlenmiş tüzel varlık millî çıkarları korur. Tezkerenin parlamentodan geçmemesi karşısında
“generaller desteklemediler” diyen ABD istediği kadar TSK’yı suçlasın, Türkiye Cumhuriyeti Devleti de millî çıkarları korumuştur. O kadar! Keşke hep öyle olsa...
***CHP’nin
“ortanın solu” politikasına karşılık Demirel devlet ve özel sektöre ortaklaşa yer veren, izlediği
“karma ekonomi” politikasıyla
“yedi defa gidip altı defa geldiği” [4] , aralıklarla yaklaşık 12 yıl sürmüş başbakanlık görevinde GSMH’yı yılda ortalama %7 oranında yükseltmiş, dış borçla barajlar, köprüler ve sulama projeleri gibi Türkiye'nin kalkınmasına yönelik çeşitli hizmetlerde bulunmuşsa da soğuk savaşa ilâveten biraz da köy kökenli kendi yaşamındaki muhafazakâr dokudan kaynaklanan sağa eğilimi yüzünden Deniz Gezmiş ve arkadaşları gibi hayal gücü geniş, heyeceanlı ve devrim yanlısı gençlerin önderliğindeki solcu hareket ivme kazanmış ve ülke, Paris’teki Sorbonne Üniversitesi’nden yayılan
“1968 öğrenci olayları”’ nedeniyle adamakıllı sarsılmıştır. Nitekim, kimi zaman belki de farkına varılmaksızın maksadını aşan, özellikle kendisine özgü bir konuşma üslûbuna sahip Demirel’in sokaklara dökülen gençliği kastederek,
“bırakın olaylar oluyor, bir takım hareketler var, bunlar oluyor diye asabınız bozulmasın, sokaklar eskimez...” [5] sözü ile daha pek çok benzerleri, aslında o yılların toplumsal olayları karşısında siyâset kurumuna egemen çaresizlik ve tükenmişliğin resmi ve teslimidir.
Anımsayalım: Mustafa Kemal ile O’nun kuşağı, devletleri Osmanlı İmparatorluğu’nun elim çöküşüne tanık oldu. Yetmedi, üst üste iki Balkan faciası ile I. Dünya Savaşı’ndaki fecî yenilginin ardından Sevr zilletini yaşadı. Rumeli ve Mezopatamya kaybedilmiş, Anadolu da galip devletler tarafından işgâl edilerek dokuz parçaya bölünmüştü. Istanbul’da işgalciler için
“bize medeniyeti getirdiler” diyenler mi istersiniz, kurtuluşu Amerikan mandasında görenler mi? Hani şu Senato’su Lozan Antlaşması’nı sinsi emperyalist niyetleri yüzünden imzalamamış, dolayısıyla da tanımamış Amerika!
Vatan nedir?, millet nedir?, devlet nedir?, bu kutsalları hakkıyla bilen Mustafa Kemal ve arkadaşları yokluk içinde kıvranan ülkede tepeden tırnağa silâhlı emperyalizme karşı sırtındaki mintanı ve ayağındaki çarığından başka birşeyi olmayan, yarı aç yarı tok ama yedisinden yetmişine imanlı tüm halkla birlikte emsalsiz bir Kurtuluş Savaşı verip yıllar boyu horlanmış o zamanki, bu zamanki ve ilerideki Anadolu Türk’ü için gurur duyulacak bağımsız, özgür ve saygın Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurdular.
Ama kurucular kuşağından sonra gelip de ülkeyi yönettiklerini zennedenler gerçek bir damla ter dökmeksizin önlerinde hazır buldukları devlete zahmetsizce konarak oy avcılığı yüzünden gericiliğe ram ettikleri, çağdaşlığı sağlayacak devrimler yolunda yürümek yerine ileriyi görebilme yeteneği isteyen siyâseti birbirlerine niteliksiz lâf yetiştirmek sanıp gittikçe düzeysizleşen demagoji ve polemiğe çevirdiler. Çünkü, Türk’ün kötü günü için Tanrısal bilgelikten özenerek yaratılıp da yaşamın ateş çemberinden ve 57 yıllık ömrünün 11 yılı kesintisiz ateş ve kan içindeki cephelerden geçip gelmiş Atatürk’ün ender siyâset ve devlet adamı nitelikleri ile ileriyi gören o engin ufkundan hepsi de yoksunlar! 1950’lerden başlayarak sıkıntımız da bu ya zaten! Geriye doğru şöyle bir bakalım:
İktidarın muhalefet hazımsızlığı Bayar ile İnönü arasındaki talihsiz küskünlük ve Menderes’in de İnönü ile giriştiği gereksiz ve yersiz çekişmeyle daha 1950’lerde başlamıştı. 60’lı ve 70’li yıllarda Demirel-Ecevit çekişmesiyle devam etti. O kadar ki artık el sıkışamayacakları bir noktaya gelmişlerdi. Bu yakışıksız tahammülsüzlük yazık ki bugün de gittikçe şiddetlenerek devam ediyor. Oysa, Cumhuriyet rejiminde iktidar kimsenin tapulu mülkü değildir. Eğitimli toplumların harcı ve kârı olan demokrasilerde partiler gelirler, giderler. Böylece dışarıdan herhangi bir müdahaleye başından itibaren gerek bile yoktur. Bir parti ikinci ve belki de bir üçüncü dönem daha iktidarda kalabilir. Ama bu, yönetenlerin de içinden çıktıkları toplumun yüzlerce yıllık evrensel eğitim sürecinde giderek gelişip serpilen demokratik yaşam birikimiyle olur. Batıda toplumlar yaşamın merkezine insanı koyan rönesans ve ardından matbaanın keşfi ile kilisenin de sultasını kıran dinde reformdan, yani insanın fikren ve vicdanen özgürleştirilmeye başlanmasından bu yana -tarihsel olayların da baskısıyla- yüzyıldan yüzyıla sürekli eğitilegeldi, aydınlanma ile onun meyvası olan bilimi baş tacı yaptı. Bizde ise Osmanlılar’ın duraklama döneminden itibaren tersi oldu, batıyı kopyalarak sorunları çözebileceğimizi sandık ve bir dünya işi olan siyasete ahiret yaşamını ilgilendiren din girdi. Oysa, İslam peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v) bile din ile dünya işlerinin birbirlerine karıştırılmamalarını öğütler;
"Din űzerine emirleri size bildirdiğim zaman onlara uyunuz. Fakat, dűnya yaşamı ile ilgili işler sőz konusu olup da kişisel dűşűncemle tavsiyede bulunduğumda, benim de bir insan olduğumu anımsayınız. Söz de fanidir. Siz, kendi dűnya işlerinizi daha iyi bilirsiniz." [6] ***Adalet Partisi 1969 seçimlerinde %48 oy alarak yine tek başına iktidara gelmekle beraber bütçe müzakerelerinde güven oyu alamayıp da düşen II. ve hemen onu izleyen III. Demirel hükûmetleri gittikçe tırmanan kanlı sağ-sol olaylarının önüne geçemedi. Dediği gibi, yollar yürümekle eskimiyordu ama kardeş kanı dökülüyor, devlete güven gittikçe azalarak yavaş yavaş da yitirilip tükeniyordu. Bu gerekçeyle darbe yapacak bir cuntanın haber alınması üzerine TSK’nın komuta kademesi daha önce davranıp Demirel hükûmetine 12 Mart 1971 muhtırasını verdi. Yönetime el koymuş, ancak parlamentoyu kapatmadığı gibi anayasayı da feshetmemişti. Ama Ecevit’e göre asıl amaç
“ortanın solu”’nu engelleyip CHP’nin iktidara gelmesini önlemekti. Oysa TSK siyâsetçilerden Türkiye’nin çoktandır gereksinim duyduğu ciddî ekonomik, sosyal ve yönetimsel reformları yaparak ülkeyi yararsız polemik yerine nihayet etkin icrâatla yönetecek bir hükûmet istiyordu. Ecevit’in biraz da demagojik bir üslûpla muhtıracıları suçlaması yüzünden İnönü ile arası açıldı ve 1972 yılındaki olağan kurultayda yaşanan sert mücadelede İnönü’nün çekilmesiyle de CHP Genel Başkanlığı’na seçildi. Her nasılsa İnönü
“ya ben, ya Bülent” demiş, delegeler de bu resti görmüşlerdi. Genel Başkan’ın parti içi mücadeleyle değişmesi Türkiye’de bir ilkdi! İnönü senatör oldu.
Bu arada ortalık bir türlü durulmuyor, kanlı sağ-sol çatışması şiddetlenerek tırmanıyordu. Bir hukukçu olan ve parlamentoda CHP Kocaeli milletvekilliğini bırakarak tarafsızlaşan Prof. Dr. Nihat Erim bir yılda birbiri peşine partiler üstü iki hükûmet kurduysa da bir süre sonra birincisinden 11 bakanın çekilmesi, ikincisinden de kabine içindeki anlaşmazlılar yüzünden sağlık gerekçesiyle istifa etti. Güvenlik güçleri tarafından 1972 yılında vurularak öldürülen Mahir Çayan’ın Marsist-Leninist Devrimciler Cephesi’ne karşı uygulamaya koyduğu önlemlerin intikamı olarak Dev-Sol militanları tarafından 1980 yılında evinin yakınında ve sokak ortasında infaz edilmesi ülkenin o yıllarda içine düştüğü güçsüzlüğü fazla söze gerek bırakmadan bütün çıplaklığıyla gözler önüne serer.
Bundan sonra Ankara’da hükûmetlerin biri gelmiş, biri gitmiştir. Ülkede istirardan söz edilemez. Örneğin;
Ferit Melen (11 ay), Naim Talu (8 ay), I. Ecevit (zıt kutuplar CHP + MSP koalisyonu, 10 ay, Kıbrıs harekâtı) , Sadi Irmak (4 ay), IV. Demirel (3 ay), II. Ecevit (1 ay), V. Demirel (gensoruyla düşürüldü, 5 ay), III. Ecevit (20 ay), VI. Demirel (10 ay) hükûmetlerinden her birinin ömrü 1965’den 1980’e kadar Türkiye’nin yaşadığı gerilim ortamı ile siyâsî dengesizliği açıkça ortaya koymaktadır.
Bu yıllarda sağ-sol çekişmesi hızla anarşiye dönüşüp silâhlı biçimde sokağa dökülmüş, 6 binden fazla yurtdaş hayatını kaybetmişti. Dönemin sol eylemleri içinde yetişerek pek çokları gibi ABD ve NATO’dan tam bağımsız, özgür bir Türkiye isteyen ve bozuk, yerleşik düzene karşı çıkan Türk Halk Kurtuluş Ordusu THKO’nun kurucu ve yöneticisi genç Deniz Gezmiş (25) ve arkadaşları Yusuf Aslan (25) ile Hüseyin İnan (23) 1971 yılında Sıvas kırsalında yakalanıp 1972 yılında Ankara’da idâm edilmişler, sonradan ne yazık ki kimi sorumlu
“zaman öyle gerektiriyordu” diyebilmiştir. Demirel de Menderes, Polatkan ve Zorlu’yu anıştırarak irisinden pırıl pırıl bir başka incisi olan
“üç bizden, üç onlardan” sözleriyle acımasız ve sağduyuya muhtaç, egemen siyâsi mantığı gözler önüne sermiştir.
Deneyimsizlik ve heyecanlarından ötürü kimi odaklar tarafından kullanılabilmiş olsalar dahi hiç sorulmaz henüz daha yirmilerindeki bu gencecik insanlar o günlerde niye sokağa döküldüler diye? Ya da şimdilerde işçiler! Neredeyse heves, istek ve zevkle hemen biber gazı sıkıp kıyasıya copla vurmak ve arkadan insanların boğazına sarılıp hasta, kadın, kız, yaşlı demeden onları yerlerde sürüklemek yerine, hani nerede kaldı iktidar ya da muhalefetteki siyâsetçinin işine geldiği zaman dilinden düşürmediği dialog? Toplumu koruyan ve onun davranışlarından sorumlu olan,
“veli” mesabesindeki devlet sabır ve sevecenlikle hele ilkin bir konuşsun, sonrasında sertliğe nasıl olsa yeterince zaman var! Ama önce sabır ve sebâtla bir öğrenilsin bakalım şikâyet nedir, nereye kadar haklıdır?
Yurt dışındaki günlerimden bir gün, artık köşeyi dönmüş ama zamanında eli silâhlı bir sözüm ona “milliyetçi sağcı” ile laflıyor, o kendine ben de kendime göre uzaklardan memleketi kurtarıyorduk. Söz idamlara geldiğinde,
“efendim” demişti cahilâne,
“bu Marksist, bu komunist çocuklarla konuşulmaz. Onların aklı da başkadır, dilleri de! Siz bakmayın milliyetçi lâfına.” Ne o gün ne de sonrasında anlatabildim, kolay kolay hele de genç yaşta Marsist ya da komunist olunamayacağını. Olmak için Hegel’i, Engels’e layıkıyla bilmek, Marx’ın “Das Kapital”’ini beyinde özümsemek gerektiğini ve bunun da yıllar, belki de bir ömür alacağını. İyi de, kitap okuma oranının %4,5 olduğu 73 milyonluk Türkiye’de nasıl olacak bu iş?
Gençlik yıllarımdaydı. Ankara’daki evinde geçen bir konuşmamızda rahmetli Şevket Süreyya Aydemir
“eğer” demişti,
“ben bir komunistsem, bu memleket için, Türkiye için komunistim. Başkası için değil! Bu da, meselelerin halline müteallik, milliyetçi, bir başka düşünce tarzıdır!” Can kurban kendilerini vatan ve millete adamış böyle dava adamlarına? Ama kaldı mu artık onlar?
Bir kurumlar dizgesi olan devlete, onu yönetenler hayat verir. Bir yönetim ve de yönetenler nasıl toplumun aynası iseler, devlet de onu yönetenlerin aynasıdır!
Boşuna dememiş Ziya Paşa:
Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz,
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.
Yanlış mı?
1950’den 1980’e Türk siyâseti
Kadro’cular (soldan sağa) Vedir Nedim Tör, Burhan Asaf Belge,Yakup Kadri Karaosmanoğlu,
Mahmut Şevki Yazman, Şevket Süreyya Aydemir, İsmail Hüsrev Tökin. [1] Rahatsızlığımdan ötürü üçlemenin birincisi ile buradaki ikincisinin arası açıldı. Özür dilerim. [2] İçtimaiyatçılık = toplumculuk [3] Büyükelçi Ziya Müezzinoğlu’nun ince diplomasisiyle olay Almanlar nezdinde sonradan tatlıya bağlandı. [4] Kendi söylemi [5] 8 Kasım 1968’de partisinin Ankara il kongresindeki konuşmasından. [6] Ahmed bin Hambel’in (780-855) Müslüman-Kitabul Fezail” adlı kitâbından çeviren, ayrıca da Ebu Muslim, Ebu Davud ve Tirmizi'den aktaran Maurice Bucaille (1920-1998): Le Bibel, le Coran et la science. Paris, 1976.
E. Fuat TEKÇE, 13 Kasım 2010 - Güncel Meydan