Siyasetten Kareler
Fransa’daki Nanterre Üniversitesi’nden yayılan 1968 olayları dahil, batıdaki elli yıllık yaşamımda pekçok öğrenci, işçi ve sivil kuruluş örgütlerinin protesto gösterileri ile polisin de bu gösterilere müdahalesini gördüm.
Ama Sayın Başbakan Erdoğan'ın Beşiktaş’taki Çalışma Ofisi'nde üniversite rektörleriyle yaptığı toplantı sırasında polisin protestocu öğrencilere karşı 4 Aralık 2010 tarihinde Dolmabahçe’de sergilediği, neredeyse “vahşet” derecesine varan müdahaleye batıdaki bilmem şu kadar gösteride tanık olduğumu pek anımsamıyorum.
Siyasetçiler sıklıkla çoğulcu ve katılımcı toplumdan söz ederler. Hoşgörüyü gerektiren böyle bir toplumu gerçekten de istiyorsak, dünya görüşleri ne olursa olsun, geleceğin o olgun ve oturmuş Türkiyesi’ni oluşturabilecek gençlerimizi gördük ki polis şevkle yine copladı, Türk töresinin aksine yere düşeni kıyasıya tekmeledi, kız erkek korumasız gençlerin yüzüne yüzüne milletin parasıyla alınmış biber gazını iştiyakla sıktı da Allah, sıktı!
Öyle ki sergiledikleri davranış, kocaman bir şampanya şişesini çalkalayıp çalkalayıp kürsüden etrafa fışkırtan âdeta “Formula 1” yarışçılarının görüntüsünü çağrıştırıyordu. Sonuncusu, zor kazanılmış bir galibiyetin şımarıklıkla da karışık haklı sevincidir. Anlaşılabilir! Ama devlet memuru dolayısıyla da emir kulu olan polisin tutumu, artık kaç zamandır tevil edilemeyecek bir hâl almış olan acımasızlık, cefa, eziyet ve kıygıdır. Kısacası, zulüm!
AB üyeliğini hedef almış ya da aldıklarını ileri süren devlet ve hükûmet adamlarımız bilmelidirler ki tutulan bu yol yönettiklerini sandıkları Türkiye Cumhuriyeti’ne hiç mi?, hiç yakışmıyor! Ülkede her ne oluyorsa, iyisiyle de kötüsüyle de kendilerinin manevi sorumluluğu altındadır!
Bu sorumluluk bütünü içinde, örneğin “...hamileyim, vurmayın!” diye bas bas bağırarak uyarmasına rağmen ayaklar altına alınıp hırsla tekmelendiği için bebeğini düşüren bir genç kadın mı istersiniz? Yoksa sağlam girdiği karakoldan Çarşamba çanağına dönmüş yüzü, kırılarak misliyle şişmiş burnu ve morarıp kararmış gözleriyle çıkan bir delikanlı mı? Allah aşkına, haykırarak soruyorum:
Bu mu Türkiye?! Sayın Başbakan’ın her fırsatta“demokratikleşiyoruz, özgürleşiyoruz!” dediği Türkiye mi burası?!
Kısacası, Istanbul o gün üniversite öğrencilerinin Yaratan’a sığınırcasına darp edildikleri sözde Avrupa Kültür Başkenti idi. O başkentin bu hâlini, dünyayı küçültüp oturma odamıza kadar sokan televizyonda tüm Avrupa Birliği ülkeleri gördüler. Akşam Almanya’da ARD, ZDF, RTL, İngiltere’de BBC World, BBC Prime, Avusturya’da ORF, Fransa’da TF 1 ve Antenne 2, İtalya’da RAI 1 televizyonlarının çeşitli saatlerdeki haber programlarına baktım. Beşiktaş’ta, Dolmabahçe’de, Kabataş’ta, Çamlıca ve Kurtköy gişelerinde polisin sergilediği uygarlık görüntülerimiz kiminde üçüncü kiminde de dördüncü haber sırasında olmak üzere hepsinde vardı!
Birkaç gün sonra hem bizim kanallarımızda hem de yukarıda adı geçen kanallarda şu 20, 25 saniyelik çekimi de gördük:
İngitere veliahtı Prens Charles ile eşi Cornwall Düşesi Camilla Parker Bowles şöförün sürdüğü bir kraliyet otomobilinin arka koltuğuna kurulmuş, geceleyin tiyatroya gidiyorlar. Yaklaşık 7 bin TL olan ünivesite harcının hükûmet tarafından üç katına, yuvarlak 21 bin TL’na çıkartılmasını günlerdir sokaklarda çok sert biçimde protesto eden binlerce üniversite öğrencisinden kalabalık bir grup otomobile saldırıyor, bir yan camını kırıyor ve üzerine boya torbaları atıyor. Bir gösterici yanına sokulduğu arabayı tekmelemektedir. Kraliçelerinin sıradan bir uyruğunun değil, veliahtın arabası tekmelenmektedir! Kameramanın yansıttığı resimlerde, kalabalık yüzünden bir an için duran otomobildeki Prens ve eşinin endişelendikleri görülüyor. Ama cop yok, şiddet yok! Yalnızca polisin elindeki operlörlerden yüksek sesle ikaz, biraz da itiş kakış var. Bu arada kol kola bir polis kordonu otomobil ile göstericiler arasına girerek yolu açıyor ve otomobil hiçbir şey olmamış gibi yola devam edip oradan uzaklaşıyor. Veliaht ve eşi endişelendikleriyle kalıyorlar, o kadar!
***
Istanbul’daki olaylardan birkaç gün sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, diğer adıyla Mülkiye öğrencileri bir anayasa hukukçusu olan CHP milletvekili ve Genel Sekreteri Prof Dr. Sayın Süheyl Batum’u konuşturtmadılar. Yine bir başka anayasa hukukçusu olan AKP milletvekili ve TBMM Anayasa Kımisyonu Başkanı Prof. Dr. Sayın Burhan Kuzu’ya da söylenildiğine göre yetmiş yumurta attılar.
Sayın Batum konuşması engellendiği için dayanamayıp öğrencilerin davranışını faşizan olmakla nitelendirdi. Bilindiği üzere sözcük, baskıcı ve otoriter rejim yanlısı anlamına gelir. Hele de siyasi bilimler eğitimi gören, Mülkiye’nin genelde sola yatkın öğrencileri nasıl faşizan olabilirler ki? Doğrusu merak ediyorum. Hem şunca yıllık öğretim üyesi de olan Sayın Batum’a yakışmadı açıkçası!
Ya Sayın Kuzu?
Gürledi de gürledi, hemen dekanın istifasını isteyerek günlerce bunu ısrarla tekrarladı durdu.
Efendim, öğrenciler o yumurtaları atacaklarına yeselermiş -ki Sayın Başbakan öğrencilere omlet yapmalarını bile önerdi, bir başka bakan da sucuklusunu yeğledi- daha akıllı, daha zeki olurlarmış. Ama işte o beyin, o zekâ onlarda yokmuş!
Eh ne yapalım? Herkes K(k)uzu beyinli değil ki! Herkeste K(k)uzu beyni, K/k)uzu zekâsı yok ki! Zaten olamaz da! Hem oldu da ne oldu yani?
Düşmez kalkmaz bir Allah var! Ya AKP iktidardan düştükten sonra da bugün efelenenlerin sesi hâlâ daha böyle delikanlıcasına çıkacak, daha doğrusu çıkabilecek mi acaba?
***Yumurta anlaşılan hükûmette de moda olmuş!
Maliye Bakanı Sayın Mehmet Şimşek parlametodaki bütçe müzakereleri sırasında yumurtayı ekonominin başarımına ölçüt yaptı. Asgari ücretle 2002 yılında 1370 yumurta, en düşük memur maaşıyla da 2914 yumurta alınabiliyormuş. Öteki marifetler bir yana, fiyatından ötürü etin en nihayet evlere girememesinin de başarıldığı sekiz yıllık AKP iktidarının inşallah sonu olacak 2010 yılında ise asgari ücretliler artık 2699, en düşük memur maaşlılar ise 5856 yumurta alabileceklermiş! Muazam! Sekiz yılda 1329 yumurtalık bir gıda artışı.
Galiba söyleyecek sözleri bitmiş de rahmetli Özal zamanından kalma eski defterleri bile karıştırmışlar. Çünkü merhum Özal da başarılarını anlattığı “İcraatın İçinden” adlı bir TV programında Sayın Şimşek’inkine benzer bol yumurtalı bir kıyaslama sunmuştu. Belli ki Şimşek’in ekonomik başarım ölçütü rahmetli Özal’ın yumurtalarından çıkmadır.
Ama yazık ki yalnızca yumurta ile yaşanamayacağını ve bu kadar yumurtayla da insanın uyuz olacağını galiba bilmiyorlar.
Bu kez Sayın Başbakan Erdoğan da ODTÜ’de protestoya uğramadan iki gün önce aynı bütçe müzakerelerinde yaptığı konuşmada kalkıp “… biz devlet yönetiyoruz, ülkeyi yönetiyoruz! Beş tane, on tane koyun güdemeyenler bunu bilmezler” dedi. Hem de artık diline dolamış, bilmem kaçıncı defa!
Devlet ve ülke yönetimini bildikleri sanısına kapıldıklarına göre önceden beş on koyun da gütmüşler demek ki…
Sayın Başbakan’ın söyleminden çıkan bu!
Vahdettin de “millet bir koyun sürüsüdür! Bu sürüye bir çoban lazım! İşte o çoban benim!...” demişti.
Millet koyun sürüsü olmadığını eşssiz bir Kurtuluş Savaşı ile dünya aleme kanıtlamıştı ama aynı zihniyet kaç zamandır hortlamışa benziyor. Bu hortlağı bir daha çıkmamak üzere yerin dibine gönmek bu kez gençler dahil tüm yurtdaşlara düşüyor. Istanbul ve Ankara’daki üniversite gençliği işte bu ameliyeye başlamıştır.
Biber gazından baygınlık geçiriyor
....
Karakola götürülürken....Karakoldan çıktıktan sonra
Gelecek ayaklar altında
E. Fuat TEKÇE, 16 Aralık 2010 - Güncel Meydan