Ben hiç hapis yatmadım. Nasıl bir şey olduğunu sadece okuduğum kitaplardan biliyorum, bir de seyrettiğim filmlerden.
Gezdiğim iki “hapishane –müze” de bir fikir verdi bana hapishaneler üzerine. Bizde Sinop hapishanesi müze haline getirilince orayı birkaç kez rehber eşliğinde gezdim. Bir de ünlü Alkatraz hapishanesini gezdim.

Sinop hapishanesi deniz kenarındadır, biz çocukken duvarlarına deniz vururdu, denizin kenarındaydı. Sonra sahil doldurma modasından orası da nasibini aldı, şimdi denizden hayli uzakta…
Alkatraz da bir adada. Orada çevirdikleri bir filmle Amerikalılar burayı dünyaca ünlü yapmışlar. “Alkatraz Kuşçusu” filmi denince bilmeyen yoktur.
Her iki hapishanenin de ortak yönü bir denizle ilişkili olmalarıdır; yani biri denize dayalıdır, diğeri denizin ortasındadır. İkinci ortak yönü de bu hapishanelerden kaçmanın imkansız oluşudur. Alkatraz’dan deniz suyunun soğukluğu yüzünden kaçmaya kalkan yüzemez, yarı yolda donar ölürmüş…
Sinop’un zindanları karanlık, hücreleri öldürücüdür. Sinop’ta nemden, rutubetten taş hücreye atılan hükümlü, çok geçmez hastalanır, ölürmüş…
Hapishaneler üzerine bizleri düşündüren, Edip Akbayram’dan duyduğumuz, herkesin bildiği ezgi de “Aldırma Gönül Aldırma” şarkısıdır. Yazar, şair Sabahattin Ali, Sinop’ta hapis yatarken bunu şiir olarak yazmış. 1932 yılında Atatürk’e hakaretten burada kısa bir süre yatmış, sonra onuncu yıl affıyla çıkmış. Pişmanlık gösterince öğretmenlik mesleğine devam etmiş. Pek çok kez hapse girip çıkmış, işsiz kalmış, geçim sıkıntısıyla ömrü geçmiş.
Bu şarkı son yıllarda, özellikle Cumhuriyet mitinglerinde topluca söylendi, günümüze uyan sözleri nedeniyle de Atatürkçülerin sahiplendiği bir şarkı oldu:
Başın öne eğilmesin /Aldırma gönül, aldırma
Ağladığın duyulmasın,/ Aldırma gönül, aldırma
Dışarda deli dalgalar/ Gelip duvarları yalar;
Seni bu sesler oyalar, /Aldırma gönül, aldırma
Görmesen bile denizi,/ Yukarıya çevir gözü:
Deniz gibidir gökyüzü; /Aldırma gönül, aldırma
Yine Sinop hapishanesinde yatan Necip Fazıl Kısakürek, buradan oğluna (Mehmet’e) yazdığı şiirinde hapishaneyi şöyle anlatır:
Avlu... Bir uzun yol... Tuğla döşeli,
Kırmızı tuğlalar altı köşeli.
Bu yol da tutuktur hapse düşeli...
Git ve gel... Yüz adım... Bin yıllık konak
Ne ayak dayanır buna, ne tırnak!
Bir alem ki, gökler boru içinde.
Akıl almazların zoru içinde
Üstüste sorular soru içinde.
Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu?
Buradan insan mı çıkar, tabut mu?
Şu son yıllara kadar, son dört beş yıla kadar hapis yatmanın insanın elinde olduğunu düşünürdüm.
Yasa dışı işlere girişmezsen, mücadeleni yasalar çerçevesinde yaparsan düşüncelerin için hapse girilmez artık çağımızda derdim.
Katilleri ve hırsızları ayrı tutarak düşünürdüm bunları. İnsan öldüren, hırsızlık, yolsuzluk yapanlar, adi suç işleyenler konumuzun dışında. Onları ortalıkta serbest bırakıyorlarsa, hapse atamıyorlarsa topluma karşı suç işliyorlar, toplumun haklarını korumuyorlar…
2007 yılının 5 Kasım’ında Amerika’da, Erdoğan-Busch görüşmesi sonunda Ergenekon tertibinin düğmesine basılmasıyla ülkemizde inanılmaz olaylar olmaya başladı.
Eli kanlı teröristlerin sözleriyle, Kanada’ya kaçan bir dönme hahamın saçmalamalarıyla, imzasız ihbar mektuplarıyla, gizli tanıkların sözlü iddialarıyla, gerçek olduğu ispatlanamayan bilgiağı (internet) sözde belgeleriyle, sahte cep telefonu kayıtlarıyla, kasetlerle toplumumuzdaki önemli isimleri ama hepsi de Atatürkçü, yurtsever, milliyetçi isimleri önce bir baskınla gözaltına alıp sonra da tutuklama dönemi başladı.
İktidarın ve küreselci çetenin beğenmediği, yollarına köstek gördüğü, susturulması, ortalıkta olmaması gereken kim varsa tek tek derdest edildiler ve içeri tıkıldılar…

Şimdi “Ergenekon Davası” adıyla, Türk’ün Diriliş Destanı’nın adıyla bir oyun oynanıyor.
Binlerce sayfalık iddianameler yazdırıldı bu davalara. Önce gözlerine kestirdiklerini tutukladılar, sonra iddianame hazırlattılar. Bunları sözde mahkemelerde okumak ayları aldı. Tutuklu tutuksuz onlarca sanığı tek tek dinlemek, kimsin diye onlara sormak yine ayları buldu. 2008 yılında resmen başlayan bu davanın geçen gün 197’nci duruşması yapıldı. 197’nci duruşma. Şaka falan değil! Gerçek. Bu yüzyılda, bu günümüzde, dünyanın bu gelişmiş ve sözüm ona çağdaş döneminde.
İşin kötüsü duruşma adı verilen göstermelik oturumlar bir hapishane içersinde. Olmayan bir örgütün, olmayan olaylarının, olmayan darbelerin, olmayan hareketlerin sorgusu yapılıyor. Ne ölen var, ne vurulan var, ne öldüren var. Ne ortada bir cinayet var! Ne suç aleti silah var. Ne suç işleyen insan…

Beş yıldır, dört yıldır, üç yıldır, iki yılı aşkındır içerde öylece tutuklanıp bir daha salınmayan insanlarımız var. Yazarlarımız, gazetecilerimiz, rektörler, parti liderleri, avukatlar, bilim insanları… Karıncayı incitemeyecek aydınlar… İşin en acısı, ordumuzun üst subaylarının neredeyse yarısı hapiste. Generallerimiz hapiste. Kuvvet komutanlığına Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir orgeneral bulamadılar da korgeneral atadılar… Bilmem kaç yıl önce şunu şöyle mi düşünmüşler, böyle mi düşünmüşler deyip sorguya çağırıyorlar komutanlarımızı, subaylarımızı… Ve geleni tutuyorlar. Yurtdışına gönderdiklerini bile çağırdılar, inanılacak gibi değil ama sen kaçarsın diye her geleni tutukladılar…

Silivri’deki mahkeme salonuna, tanıklık etmeleri ve soru sormak için çağrılan 163 yüksek rütbeli askerimizin, salonun kapıları kapattırılıp etrafları sarıverilmişti önceki yıl. Sabaha kadar da tek tek tutukladılardı…
En inanılmazı da, böyle düşünce suçu yani iktidar karşıtlığı, Amerikan karşıtlığı nedeniyle tutuklu bulunan değerli kişilerden bazıları milletvekili seçildikleri halde hâlâ ısrarla içerde tutuluyorlar… Aynı durumda olmayanı, yani bölücülük, terör suçu işlemiş kocası devletine baş kaldırarak dağa çıkmış bir kadını önceki seçimde sen seçildin diye hapisten derhal salıverdilerdi…
Bu davalarla ilgilenen hakimler diyorlar ki: “Bu dava bitirilmemek üzere açıldı. Otuz yıl geçse de bitmez!”
Yine bazıları diyor ki:
“Bu davalar bölücü teröristin önünü açmak, onlara af getirmek, İmralı canisini salıvermek için açıldı.”
Her kesim , buna spor camiası da katıldı, yeter artık diyecek, kendilerine af isteyecek ve zaten suç işlememiş bu yurtseverlerle birlikte eli kanlı gözü dönmüş katiller sürüsü de salıverilecekmiş…
Orhan Pamuk ve onun gibi Türk milletine hakaret eden, küfür eden iftiracılar tutuklanacak, ceza alacak diye bir zamanlar, bütün Avrupa bunların mahkemelerine koşardı. Hepsi ayaklanırdı, çığlıklar atarlardı, insan hakları, düşünce özgürlüğü diye… Böğürürlerdi , parmak sallarlardı Türk devletine mahkeme kapılarında…
Şimdi Mehmet Haberal gibi dünyaca tanınmış bir bilim adamının bile arkasında kimse yok. Bu kişiler milliyetçi diye, milletini, devletini kötülemediler diye arkalarında tek bir güç yok… Haklarını savunacak tek bir dernek veya parti, tek bir yabancı devlet, tek bir Avrupalı siyasetçi yok!
Milletimiz derseniz artık dizi sezonu da açıldı, televizyonlarının başında, kim kiminle nasıl kavuşacak, kim kime ne yapacak merakında… Ne ellerinde ülke haberlerini okudukları ulusal gazeteleri var, ne haber dinleyecekleri ulusal yayın yapan radyoları, televizyonları… Bir iki yayını saymazsak, bütün basın yayınımız küresel çetenin hizmetinde, yerli ve yabancı hainlerce ele geçirilmiş durumda…
Boğazları sıkılmış, küresel çeteye boğazlarından teslim olmuş bir durumdalar azıcık kafası çalışan, olan biteni farkedenler de…Herkes borç parayla yalancı cenneti yaşıyor…
Azgınlaşan bölücü her gün can alıyor, bilinçli olarak her gün aynı yerlere dehşet salıyor…
Bu gün, iktidarın, Arap Baharları’nı destekleme gezilerine çıkacağının ilân edildiği gün, yine terör saldırısı var. Yine şehidimiz var. Bir asker, bir polis, iki şehit. Sivil halktan hayatını kaybedenler var. Yaralılar var… Artık öyle azıtmış ki bunlar Emniyet Müdürlüğü’ne, Jandarma Komutanlığı’na, asker ve polis lojmanlarına kadar bir şehrin tüm emniyet birimlerine aynı anda saldırıya geçebiliyorlar. Değil anında imha edilmek, cezalarını vermek, bunlarla saatlerce çatışma yaşanıyor.
TRT, haberlerinde utanmadan diyor ki:
“PKK mensubu hainler vatandaşın huzurunu da bozdular. Saldırıyla gece yapılan düğün yarıda kaldı. Mutlu çiftin sevincine gölge düştü…”
Hürriyet gazetesi de bu olayı ” Düğünde Dehşet Dakikaları” diye vermiş.
Ne yakalanını var bu saldırganların, ne mahkeme edilip cezasını alan, ne de anında yakalanıp millete gösterilen, işte bu haindi bu cinayeti işleyen, cezasını vereceğiz, bunlara izin vermeyeceğiz diyen, gazetelere haber olan var…
Devletin radyosu bile işin magazin yönüyle kafayı buluyor… Milletle alay ediyor… Ne diyor?
“Mutlu çiftin sevincine gölge düştü.”
Bu kudurmuş köpekleri sindiren, korkutan bir iradeyi de boşuna aramayın.
Siyasi irade askerlerini tutuklamakla, şehitlerimizi duymazdan görmezden gelmekle, Araplara kâğıttan kaplanlık yapmak için göz boyamakla meşgul…
Bizi yönetenler, buraları, biti iyice kanlanan teröristin insafına bırakmış, İsrail’le “Ali Cengiz oyunu” oynuyorlar.
Silivri toplama kampında ve Hasdal askeri cezaevinde ülkemizin yüzakları aylardır, yıllardır tutuluyor. Daha da çok uzun yıllar tutulacakları kesin…
Ülkemizdeki tezgâh amacına ulaşana kadar bir umut yok diyor bilenler… Eğer böyle sessiz, dilsiz beklersek, aldırmazsak bu olup bitenlere…

Bir zamanlar hapishanelerimizde yatmış şair ve yazarlarımızın hapishane şiirlerinden bölümler aldım buraya.
Osman Yüksel Serdengeçti öğrenciyken devrin olaylarına karıştı diye, 1944 yılında Nihal Atsız ve Alpaslan Türkeş’le birlikte bir süre tutuklu kalmış. Sonra kendine haksızlık yaptığını düşündüğü zamanın bakanına karşı yazdığı sert bir yazı nedeniyle tekrar tutuklanmış. Bakın hapishaneyi “Hapishane Türküsü “ adlı şiirinde nasıl anlatmış:
Yıkılası hapishane damları anam
Yandım Allah yandım, daha mı yanam
İçtiğimiz gözyaşı, ekmeğimiz gam
Yıkılası hapishane damları anam
Yandım Allah yandım, daha mı yanam
Bu dizelerle başlayan şiir sonra şöyle devam eder:
Feryadıma ses vermez, duvarlar dilsiz
Geçiyor baharlar çemensiz, gülsüz
Kötürüm gibiyim ayaksız, elsiz
Yıkılası hapishane damları anam
Yandım Allah yandım, daha mı yanam
Daha sonra gelen şu dizeleri de insanın içini sızlatır:
Çıkar avluda volta vururum
Bu sefil hayatı böyle sürürüm
İflah etmez, ben bu yerde çürürüm
Yıkılası hapishane damları anam
Yandım Allah yandım, daha mı yanam
Yine Sabahattin Ali’nin güzel bir şiiri daha vardır. Ne yazık ki bu güzel şiiri PKK destekçisi, eli kanlıların yandaşlarından Ahmet Kaya bir zamanlar alıp şarkı diye okumuştur. Solcu geçinen bu vatansız milletsiz hainler, bölücü destekçileri, lekelemişlerdir şairinin demek istediklerini. Pis emellerine alet etmişlerdir…
Siz bunların elinden, bölücü kanlıların elinden geri alın şiirlerimizi ve sadece sözlerine kulak verin. Seslerini unutun…
Hapishane şarkısı adıyla tanınan, şairimizin bu şiirlerinden biri şöyledir:
Burda çiçekler açmıyor,/Kuşlar süzülüp uçmuyor,
Yıldızlar ışık saçmıyor,/Geçmiyor günler, geçmiyor.
*
Avluda volta vururum; / Kâh düşünür, otururum,
Türlü hayaller görürüm; / Geçmiyor günler, geçmiyor.
*
Dışarda mevsim baharmış, / Gezip dolaşanlar varmış,
Günler su gibi akarmış… / Geçmiyor günler, geçmiyor.
Yine şairin hapishane şiirlerinden biri şöyle başlar:
Göklerde kartal gibiydim. / Kanatlarımdan vuruldum;
Mor çiçekli dal gibiydim, /Bahar vaktinde kırıldım.
Sonra şöyle yakınır:
Coşkundum pınarlar gibi,/ Sarhoştum rüzgârlar gibi;
İhtiyar çınarlar gibi / Bir gün içinde devrildim.
Atatol Behramoğlu, “Hapishanede Bir Sabah Türküsü” adlı şiirinde tutsaklığı şu dizelerle anlatır:
Gökyüzü mavi,bulutlar beyaz
Ardından baharın geçti koca bir yaz
Hapisteyiz hâlâ ve güzün ilk serinlikleri
*
Avlunun dört yanı dikenli teller
Tellerin gerisinde nöbetçiler bekler
Kapanır uykusuzluktan gözleri
*
On gündür çocuk sesi duymadım
Özledim “baba” deyişini kızımın
Özledim beni görünceki sevincini...
Şiirin son dizeleri şöyledir:
Geçer, güzelim, bu günler de geçer
Sökülüp atılır dikenli teller
Koparır halk bir gün zincirlerini
Ahmed Arif’in, “İçerde” adlı bu şiiri de çok ünlüdür:
Haberin var mı taş duvar?
Demir kapı, kör pencere,
Yastığım, ranzam, zincirim,
Uğrunda ölümlere gidip geldiğim
Zulamdaki mahzun resim.
Görüşmecim yeşil soğan göndermiş
Karanfil kokuyor cigaram
Dağlarına bahar gelmiş memleketimin..
Bu da Aziz Nesin’den, “Okul” adlı hapishane şiiri:
Mapus damı bana çok şey öğretti
Ama en çok sabretmeyi
Yalnızken kalabalık olmayı
Kalabalıktayken de kendimle kalmayı
Ve sürekli kavga edip
Durmadan kendimle barışmayı
Hiç göçünüp yüksünmeden
İhanetlere katlanmayı
Beş metrede beşbin metreyi yürümeyi
Ve duvarların darlığında
Dünyaları dolaşmayı
Ve hepsinden de çok
Bütün yuvarlakları yüreğimde bileyip sivriltmeyi
İnsan olmayı insan olmayı
Şairlerimiz bir zamanlar bunları yazmışlar mahpus damlarında…
Bunları okuduktan sonra birkaç dakikanızı vererek kendinizi Silivri, Hasdal tutuklularının yerine koymaya ne dersiniz?
Çok değil, kendinizin bir gün için tutuklu olduğunu düşünün. Mahkemeniz yapılmamış, yapılsa da bitmesi mümkün değil, birleşerek başka davalarla uzuyor, gidiyor davanız… Siz suçunuz ne bilmeden, suçsuzluğunuzu kimselere duyuramadan, anlatamadan dört duvar içine kapatılmışsınız…
İnsanca yaşam haklarından mahrumsunuz!
Eviniz yok! Hürriyetiniz yok! Aileniz yok! En basit insan hakkı olan nefes alma hakkınız bile yok! Canınız istedi mi kapı önüne çıkamazsınız! Canınız isteyince gökyüzünü görmek bile yasak size!
Sevdiklerinizin sıcaklığını, yakınlığını duymak bir hayal!
Onların seslerini duymak izne bağlı, haftada bir günle ve on dakikayla sınırlı!
Bir yakınınız ölse cenazesine katılmanız yasak! Hastanız son nefesini verirken helâllik isteyemeyeceksiniz!
En doğal insan hakkı tatil yapma hakkınız yok! Ayaklarınızı güneşin altına tembel tembel uzatıp denizi seyredemezsiniz… Kuş seslerine, çiçeklerin kokusuna hasretsiniz… Yüzmeye, gezmeye sizin hakkınız yok! Bir gece canınız isteyince sokakta öyle dolaşamazsınız…
İstediğinizi yere gitmek, istediğinizi yapmak sizin için değil! Bunlar size yasak!
Hastalanınca doktora gitmenize , hastaneye yatmanıza sizin için başkaları karar verecekler. Nefes almanız bile izne bağlı izne!
Silivri’deki tek kadın gazeteci Müyesser Yıldız, bir oğlu var. Hasta annesine bakıyormuş içeri alınmadan önce. Annesi bakım gerektiren bir hastaymış. Alzheimer hastası. Kızının bakımına muhtaçmış…
Düşünün, anneniz veya başka bir yakınınız hasta, birdakika bile başucundan ayrılamıyorsunuz ; bu durumda sizi tutup hapse atsalar ve hastanızı kimsesiz öyle ortada bıraksalar neler düşünürsünüz?
Siz hiç hapis yatmadınız değil mi?
Peki bir an olsun bu nasıl şeydir diye de hiç düşünmediniz mi?
Feza TİRYAKİ, 12 Eylül 2011