
Türkiye'nin ilk Milli Eğitim Bakanı, İkinci Meşrutiyetin ilanı ile açılan Osmanlı Meclisi Mebusan döneminde, daha sonra da TBMM'nin birinci ve ikinci dönemlerinde Sinop Milletvekilliği yapmış Türkolog ve tarihçi ama aynı zamanda bir hekim olan Rıza Nur'dur. Lozan Anlaşması müzakerelerine de katılmış bir siyaset adamı olan Rıza Nur, 1. İcra Vekilleri arasında Maarif Vekili olarak 4 Mayıs 1920'de göreve başlamıştır.17 Mart 2003'de Milli Eğitim Bakanlığı koltuğuna oturan Van Milletvekili Hüseyin Çelik Türkiye Cumhuriyetinin 72'nci Milli Eğitim Bakanıdır. Yani Türkiye 88 yılda değişik dünya görüşlerine sahip 72 Milli Eğitim Bakanı değiştirmiştir. Her bakana ortalama olarak düşen süre 400 gündür. Dolayısıyla bu siyasal istikrarsızlık, sadece ülkemizin değil, toplumumuzun, insanlarımızın, ailelerin, çocukların, gençlerin de sosyo-ekonomik ve kültürel yapısını olumsuz şekilde etkilemiştir. Bu olumsuzluklar sebebiyle Türkiye, kimilerine göre ilkokul 5'ten terk, kimilerine göre ise ilkokul 4'ten terk olarak açıklanan eğitim ortalamasına mahkûm edilmiş bir ülkedir. Bu durum, her 400 günde bir bakan değiştiren siyasal sistemin eseridir.
Toplumu oluşturan bireylerin eğitim düzeylerinin düşüklüğü bilinçlenmeleri önünde büyük bir engeldir. Bu engeller, cahil bırakılmış çoğunlukların siyasal iktidarlar tarafından 'kullanılması' gibi bir tehlikeyi de beraberinde taşımaktadır. Bu kullanmalar sebebiyle Sağ-Sol, Alevi-Sünni, Kürt-Türk, Laik-Antilaik. Emek-Sermaye şeklinde suni ayrılıklar gündeme getirilmiş başta gençler olmak üzere toplumun büyük bir bölümü siyasetçilerin kötü ve kirli düşüncelerinin kurbanı olmuştur. Bugünün Türkiye'sinde kadınlarımızın ve genç kızlarımızın başlarının örtünmesine odaklanan siyasal yaklaşımlar da bunlardan farklı değildir. Bu tartışmaları Türkiye'nin sosyal yaşamının temeline yerleştirenler de başörtüsü ve türbandan yana tavırlarını oya 'tahvil etmek' isteyenler de siyasetçilerdir. İşte bu tür kullanmalara son vereceği için siyasetçiler, 'bilinçli bireyleri' yani eğitimi istemezler
Türkiye'deki eğitim hakkında zaman zaman çeşitli kuruluşlar tarafından yapılan araştırmalar, içinde bulunduğumuz daha doğrusu millet olarak içine düşürüldüğümüz durumun vahametini göstermektedir. En son TİSK'in yapmış olduğu araştırmaya göre Türkiye'de 2007 yılı sonu itibarıyla 1529 yaş grubunda 5 milyon 324 bini kız olmak üzere toplam 6 milyon 624 bin genç, geleceklerine yatırım yapma imkânından yoksun şekilde en verimli çağlarını boşa harcamaktadır. TİSK tarafından bu durumun 'alarm zili' olarak kabul edilmesi gerektiği ifade edilerek ülkeyi yönetenlerden genç kızların eğitim ve istihdamdan dışlanmasına son vermeleri isteniyor. Elbette ki siyasi iktidarların öncelikli görevi toplumun en temel sorunlarının başında gelen eğitim, sosyal ve güvenlik konularında toplumun sadece belirli bir kesimini değil, tamamını kucaklayan çözüme yönelik projeler üretmektir. 2008 Türkiye'sinde siyasi iktidar, bu anlamdaki reflekslerden uzaktır. Sağlık hizmetleri paralıdır. Eğitimi paralı yapmaya yönelik girişimler söz konusudur. Bu tablo, Türkiyeyi üçüncü dünya ülkesi yapmak isteyenlerin eseridir. Zaten emperyalizmin istediği de budur. Bu anlayıştaki iktidarların büyük güçler tarafından desteklenmesi de işte bu yüzdendir.
TÜRK METAL VE MESS'İN ORTAK ESERİ

Ülkemizde sivil toplum örgütleri de üyelerinin sosyal, kültürel, siyasal ve ekonomik gelişmelere ilişkin bilgilerini güncelleştirecek ve onların toplum tarafından 'bilinçli bireyler' olarak kabul edilmesini sağlayacak eğitim çalışmalarıyla, ülkenin eğitim sorununun çözümüne önemli katkılarda bulunmaktadır. 2001 yılından bu yana bu tür katkıların en önemlisi, en süreklisi, en doğrusu ve en samimisi metal işkolunda gerçekleştirilmektedir.
Metal işkolunun iki büyük kuruluşu vardır. Bunlardan biri Mercedes, Tofaş. Renault, BMC, Erdemir, Beko, Ford Otosan, Arçelik, Bosch, Siemens gibi daha isimlerinin buraya sığması mümkün olmayan birçok işyerinde çalışan işçilerin üye olduğu Türk Metal, diğeri de bu işyerlerinin işverenlerinin üye olduğu Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası yani kısa adıyla MESS'tir. Türkiye'nin sanayileşmesinde ve gelişmesinde çok önemli rolü olan otomotiv, demir-çelik ve elektronik sektörlerini içine alan metal işkolunun iki büyük kuruluşunun eğitim alanındaki çabaları, tüm sivil toplum örgütlerine örnek olacak niteliktedir.
Her iki kuruluşun 'ışıklı bir gelecek için' gerçekleştirdiği mükemmel bir sosyal sorumluluk projesi olan Ortak Eğitim Projesi 11 Nisan 2001 tarihinde başlamıştır.
Ortak Eğitim Projesi'ne başlama girişimleri her iki sendikanın yaptığı ortak açıklamada şu sözlerle açıklanmıştır: "Her iki sendikanın inandığı temel ilke, ülkenin en değerli varlığının eğitilmiş insan olduğudur. Günümüz dünyasında teknoloji ve bilimsel alandaki gelişmeler insanın sürekli eğitilmesini, bilgi ve becerilerinin geliştirilmesini gerekli kılmaktadır. Bu husus, işletmeler ile sendikaların işbirliği yapmasını öngörmektedir. İşçi ve işveren sendikalarının işbirliği yapacağı en mükemmel alan eğitimdir. Bundan dolayı eğitim konusunda iki sendika müşterek hareket etme kararı almışlardır" Birbirlerini 'taraf değil 'sosyal partner" olarak gören bu iki kuruluş 7 yıl önce 'Ortak Eğitim Projesine' imza atarken ortak amaçlarını. "Ancak eğitim ile çalışanlarımıza vasıf ve kalite kazandırabiliriz, çalışanların mevcut niteliklerini geliştirebiliriz. Çalışanları, kendisine, çevresine ve topluma daha yararlı duruma getirebiliriz. Çalışanların motivasyonunu arttırarak verimliliği ve kaliteyi yükseltebiliriz." diyerek açıklamıştır.
Ortak Eğitim Projesi, bölgelerden gelen 75 kişilik işçi gruplarına 3 günde toplam 24 saat uygulanan bir eğitim çalışmasıdır. Bu üç günlük programlarda, İnsan İlişkileri, Uzlaşma Teknikleri, Genel Ekonomi, Çağımız Endüstri İlişkileri ve İletişim konuları işlenmektedir. Çalışma hayatının temel ihtiyaçlarına çağdaş anlayış ve yaklaşımlarla cevap vermeyi amaçlayan bu eğitimlere bugüne kadar Türkiye'nin dört bir yanında çalışan 43 bin metal işçisi katılmıştır. Çıkar ayrılığını bir kenara bırakarak, endüstri ilişkilerinde ortak ve ışıklı bir geleceği hedefleyen Türk Metal Sendikası ve MESS bu projenin 120 bin metal işçisini kapsamasını hedef olarak belirlemiştir.
Her iki sendikanın temsilcisi olduğu kesimler arasında güçlü bir diyalog ve işbirliğini oluşturmaya yönelik katkılarını gerçekleştirdikleri ortak eğitim projesiyle 7 yıldan bu yana somutlaştırmaları takdir edilmesi gereken bir çabadır. Ne yazık ki 7 yıldan bu yana ülkeyi idare edenler bu saygın projenin sahiplerini motive etmekten uzak bir tutum içinde olmuştur. Sendikaların sosyal yatırımlarını sanki bir 'suçmuş gibi' kamuoyunun kafasına sokmaya niyetli medya organlarının rüzgârına kapılan siyasetçiler Türk Metal ve MESS'in sosyal sorumluluk duygusuyla gerçekleştirdikleri ve bütçeleri içinde önemli bir yeri olan bu çalışmaları varsın görmemekte inat etmeye devam etsin... Zaten her iki sendika da bunu birilerine şirin görünmek için değil, sosyal sorumluluk duygusuna sahip olduğu için gerçekleştiriyor... Ama kabul edelim ki bu proje, içeriğiyle, amacıyla, sürekliliğiyle ve en önemlisi samimiyetiyle saygın bir projedir... Bugün anlaşılmayan, ama yarınlarda mutlaka ortaya çıkacak değeriyle endüstriyel ilişkiler tarihimizde bir ilktir...
Bu proje aynı zamanda Türk toplumunun en önemli katmanı olan Türk işçilerini niteliksiz ve cahil bırakmak isteyenlere karşı, işçi ve işveren temsilcilerinin ortak bir direnişidir. Dolayısıyla bu projenin gerçekleşmesinde emeği geçen TÜRK METAL ve MESS'in eğitim bazında üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmiş olması duyarsızlığı değil bilakis duyarlılığı ve takdiri hak etmiştir.
ÇARŞAF YANİ KEFEN ÖYLE GİYİLMEZ BÖYLE GİYİLİR...
Bizans İmparatorluğuna getirilmesi tepkiyle karşılanan Romen Diyojen'in Bizans sınırlarını genişletmek ve kendini kanıtlamak istemesi, o tarihlerde Büyük Selçuklu Devleti'nin Sultanı olan Alparslan'ın da harekete geçmesine sebep oldu. Alimler ve devlet adamları tarafından Bizans ordularıyla Cuma günü savaşması tavsiye edilen Sultan Alparslan, beyazlarını giymiş bir vaziyette 26 Ağustos 1071 sabahı atından inip secdeye vardı. Daha sonra askerlerine "Burada Allah-û Tealâ (c.c.)dan başka bir sultan yoktur. Emir ve kader O'nun elindedir. Bu sebeple benimle birlikte cihad etmekte veya benden ayrılmakta serbestsiniz. Askerlerim! Şehit olursam, bu beyaz elbise, kefenim olsun. O zaman ruhum göklere çıkacaktır. Zaferi kazanırsak, istikbal bizimdir dedi. Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Alparslan ile Bizans İmparatoru Romen Diyojen kuvvetleri arasında, 26 Ağustos 1071 tarihinde Malazgirt Ovasında başlayan bu muharebenin Türk tarihindeki yeri ve önemi büyüktür. Bu zaferle, Anadolu'nun tapusu, Türklerin eline geçti. Bu bakımdan, Malazgirt Zaferi, Türk ve dünya tarihinde bir dönüm noktası oldu.
İşte beyaz kefenin öyküsü böyle... Türk Milleti, 1071den bu yana o gün bu gündür hala o beyaz kefenledir. Vatanını, devletini, milletini, bayrağını, bağımsızlığını tehdit eden her gelişme karşısında o beyaz kefenleri giyinmiş olarak savaşa hazır beklemektedir.

Ama eğer Türkiye'nin emperyalist bir kuşatma altında olmasına, siyasetinin A.B.D ve AB'nin, ekonomi ve maliyesinin IMF ve Dünya Bankası baskısı altında olmasına karşı Başbakan, bir çırpınışı, bir başkaldırışı gerçekleştirmek niyetiyle 'çarşaf giymekten bahsediyorsa, hiç merak etmesin 70 milyon da kendisiyle beraber olacaktır... Yeter ki Başbakanı çarşaf giymeye mecbur bırakan olayın bu olduğunu bilelim... Yeter ki bize sadece Türkleri ve Yüce İslam Dinini sömürenlere karşı çıkmak için 'çarşafla yola çıktığını' söylesin
Dolayısıyla Başbakan'ın giydiği 'çarşafla' Alparslan'ın giydiği beyazlar (kefen) arasında sadece şekil olarak değil, niyet olarak da büyük farklılıklar mevcuttur. Alparslan'ın beyazları Türkleri parçalamamış bilakis vatan için bütünleştirmiştir. Eğer bugün Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın başörtüsü ile ilgili hükümlerle donatılmasına karşı çıkanlara karşı çarşaf giyilmesi düşünülüyorsa, o zaman durum hakikaten vahimdir. Demokratik tepkilere karşı 'çarşaftan' kasıtla cenk elbisesi giydiğini iddia edenlerin demokrasiyi algılayışı demek ki problemlidir. Demokrasiyi amaç olarak görenler, demokratik tepkilere tahammüllüdür, tahammülsüzlük demokrasiyi araç olarak görenlerin tercihidir.
Bugünkü siyasi iktidarın demokrasi konusundaki samimiyeti 'amaç' ve 'araç' arasında sıkışıp kalmıştır. İnandırıcılıktan uzaktır. Dolayısıyla samimiyetle demokrasi mücadelesi verenlerin, Türk demokrasisini hançerleyip, yaralayanlara karşı, sadece siyasette değil, hukukta, ekonomide ve sosyal yaşamda kendi düşüncesinde olanları 'birey' olarak kabul edip, hak ve özgürlükleri sadece bu kesimlere sunanlara karşı demokratik tepki mekanizmalarını neden harekete geçirmediği de merak konusudur.
Şurası unutulmasın ki şöyle ya da böyle bu hükümetin demokratik bir şekilde işbaşına geldiği bir gerçektir... İşbaşından gitmesi de demokratik olmalıdır. Bunun için muhalefet mekanizması demokrasinin içinde aranmalıdır. Sivil toptum örgütleri, eğer demokrasi de samimiyse tribünlerde oturmaktan vazgeçmeli ve demokrasi mücadelesinin verildiği sahaya inmelidir. Kapalı tribünde oturarak demokrasi mücadelesinden başarılı çıkmak mümkün değildir. Unutulmasın ki demokrasi bir gün kendilerine de lazım olacaktır.
25.02.2008 / Mustafa ÖZBEK - TÜRKİYEM TOPLULUĞU SÖZCÜSÜ
