SOYUTLAMA ÜZERİNE (12)
Düşünmeye başlamak için ‘somut’tan değil ama ‘soyut’tan başlamak gerektiğini söylemek, ilk bakışta şaşırtıcı görünebilir.
Değil mi ki, ilk izlenimlerimiz bizim duyu organlarımızla ‘algıladıklarımız’ yani ‘somut’un bizzat ‘görünür’deki biçimidir.
Benim yazılarımı okuyanlar, ‘algılamak’ ile ‘anlamak’ arasındaki ayırıma bıkıp usanmadan dikkat çektiğimi bilirler.
Gerçekten de ‘somut’, düşünmeye başlamak için ilk adımdır, çünkü duyularımızın zihinde oluşturduğu bir ‘sentez süreci’nin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.
Ancak ‘düşünce’nin başlangıç noktası olamaz, aksi halde genelde olduğu gibi ‘ampirizm’in kucağına düşmekten kurtulamayız.
Ve bunun nasıl ‘yanlış’ ve dolayısıyla ‘tehlikeli’ sonuçlara yol açabileceğini bir örnekle açıklamaya çalışalım:
Örneğin, Yaşar Güler’in bir açıklamasını duyup gördüğümüz zaman, ilk önce Millî Savunma Bakanı’nın bir sözü gibi algılanmaktadır.
Ancak düşünce, bu ilk ‘somut veri’nin kendisinden değil ama o veri üzerinde düşünmeye başlamakla bir anlamda ‘üretilme’ye başlayacak ve ancak o zaman ‘anlamlı’ olacak ve ya da biz onu ‘anlamış’ olacağız.
Düşünmeye başlamak için, şimdi Millî Savunma Bakanı olan bu ‘yaratık’ın önce ‘insan’ denilen bir genelleme içine girdiği; sonra askeri okulları bitirdikten sonra Türk Ordu’sunda çeşitli aşamaları geçerek Jandarma Genel Komutanı ve daha sonra Genelkurmay başkanı olduğunu belleğimizde bir film şeridi gibi geçiririz.
Artı ve eksilerini değerlendirmek için, ‘teknik’ olarak kuşkusuz kimi askeri bilgilere sahip olmamız gerekmektedir.
Son üç görevini ise ‘politik’ olarak değerlendirmek mümkündür.
Ve fakat, ‘insan’ olarak değerlendirmek ‘felsefe’nin konusuna girmektedir ki, ‘gerçek soyutlama’ işte bu noktada başlamaktadır.
Bu en uç soyutlamanın, soyutlama değil ama ‘düşüncedeki somut’ ya da ‘düşünülmüş somut’ olduğu söylenebilir.
Çok kaba bir şemalaştırma yaptığımızın altını çizelim.
Ancak ve ne var ki, ‘düşünce’ye ulaşmanın başka bir ‘yol’u da yoktur.
Burada ‘Somutun zenginliği’ demek, ‘Devlet’ nedir, ‘Ulus’ nedir, ‘Türk Ordusu’nun diğerlerinden ne gibi bir farkı vardır, Bakan olmak ne demektir, Türkiye Cumhuriyeti’nde bakan olmak ne demektir, AKP’nin bakanı olmak ne demektir gibi onlarca, yüzlerce ve hatta binlerce soru ve yanıtlarının zenginliği demektir.
Kaldı ki, Yaşar (son gülen iyi) Güler örneğinden hareketle, örneğin bir Bekir Bozdağ, bir Süleyman Soylu ya da bir başka bakan ya da milletvekili değil ama, yirmi yılda beş genel seçim ve ortalama ikiyüzelli milletvekilinden neredeyse binbeşyüz AKPli milletvekili ve onların başının da içinde olduğu bir ‘bütünlük’ kurmamız gerekecektir.
Yerel seçimler, binlerce belediye başkanı, onbinlerce belediye meclisi üyesi, binlerce müteahhit ve milyonlarca ‘yancı’yı da dikkate aldığımızda, örneğin AKP hakkında bir ‘düşünce’ elde etmenin öyle sanıldığı gibi kolay olmadığı görülecektir.
Ancak ve ne var ki, istesek de istemesek de, son yirmi yıllık yaşamımız boyunca kimi gözlemelerimiz ve ya da kimi bilintiler (enformasyon) edindiğimiz ve onlardan hareketle bir ‘kanı’ya (ya da şimdilik düşünce diyelim) ulaştığımız da bir başka gerçekliktir.
Fakat henüz, deyim yerinde ise ‘kristalize olmuş’ bir ‘soyutluk’ ve aynı anlama gelmek üzere ‘düşünülmüş somut’a ulaştığımız söylenemez.
Şimdilik sadece, başta Yaşar (son gülen iyi) Güler örneğinde olduğu gibi, bunların büyük çoğunluğunun ya ‘insan’ olmadıkları ya da ‘insanlıktan çıktıkları’ söylenebilir.
Böylesi bir ‘gerçeklik’ karşısında, nasıl oluyor da onları hâlâ bakan, komutan, savcı, yargıç veya her ne ise ‘o’ olarak görebilmekteyiz diye sorulabilir.
İşte ‘soyutlama’ ile ‘fetişleştirme’nin birbirlerine girdikleri durum tam da budur.
Yani bize ‘düşünce’ymiş gibi görünen ‘somutluk’, gerçekte ‘en sıradan’ bir ‘yabancılaşma’ ve dolayısıyla sıradan bir ‘fetişleştirme’den başkası değildir.
Oysa, bunlar ‘teknik’ olarak yetersiz, ‘politik’ olarak ahlâksız, felsefî olarak ‘kötü’ ya da hümanizm anlamında ‘insanlık dışı’dırlar.
Böylesi bir durumda, ‘ben Devletime laf söyletmem’ diyebilmek ise, tek sözcükle ‘akılsızlık’tır.
Akıl ya da yabancı dildeki söylenişiyle ‘intellect’ olmadan ne ‘soyutlama’ yapılabilir ve ne de ‘düşünce’ üretilebilir diyerek, bu parantezi kapatıp kendi konumuza dönebiliriz.
(Sürecek)