SOYUTLAMA ÜZERİNE (14)
Üretim/tüketim/bölüşüm arasındaki ‘ilişki’yi biraz daha açmamız gerekmektedir.
Burada ‘dil konusu’na ve hatta ‘dil sorunu’na girmemiz gerekecek demektir.
Değil mi ki bütün çabamız anlatmak ve ya da açıklamak olduğu kadar ‘anlaşılır’ biçime getirmektir.
Şimdi üç, beş, on katlı bir apartman düşünelim, ki doğal olarak her kat merdivenle birbirlerine bağlanmış olsun.
Bu durumda, her kat arasında ‘ilişki’ olduğunu söylemek ile, eski dilde ‘irtibat’ olduğunu söylemek arasında dağlar kadar fark olduğu apaçıktır.
Çünkü ‘irtibat’ sözcüğünün, örneğin Fransızca karşılığı olarak; başta ‘ilişki’ anlamında (rapport) ve sonra sırasıyla, uyum (cohérence), uyuşum (cohésion), birleşme (connexion), bağ (liaison), eklenme (jonction), birlik (union), bağlaşım (alliance), birliktelik (réunion), bağlanma (rattachement) ve eklemlenme (enchaînement) gibi en az on ayrı sözcükle dile getirilen bir durum anlatılmak istenmektedir.
Demek ki üretim/tüketim/bölüşüm arasında bir ‘ilişki’nin olduğunu söylemek ile bunların kendi aralarında ‘irtibat’ları olan ve üçünün bir arada, oksijen ve hidrojenden oluşan (yani terekküp eden) bütünlüğe benzer bir bileşim (composition), bir tertip (combinaison) veya bir yapı (constitution) olduğu söylemek arasında nasıl, hem düşünmeye yönelten ve hem de ufuk açan bir ayırım olduğu kolaylıkla görülmektedir.
Şimdi Türkiye’de uzun süreden buyana bir ‘üretim ekonomisi’ gibi bir palavranın neredeyse genelgeçer bir kanı oluşturduğunu görüyoruz.
Ve bunun Türkiye ekonomisi ve ya da herhangi bir ‘ekonomi’ için onsuz olmaz ilk koşul olduğu ileri sürülmektedir.
Peki ama, örneğin ilk koşul olarak ‘bölüşüm ekonomisi’ olsun diyebilecek bir ‘akıl’, bir ‘kafa’, bir ‘politika’ veya ‘politikacı’nın olmaması biraz garip değil midir?
Bir ‘akademisyen’ bir ‘iktisatçı’ neden yok?
Efendim, üretim olmadan bölüşüm nasıl olsun diyecekler de çıkabilir.
Oysa, bütün bu ‘akılsız’ ya da akıllarını kiraya vermiş, Marx’ın ‘hödük’ dediği klasik ekonomistlerin torunlarının torunu olan ‘aymazlar’, genelde kapitalist ekonomilerin ‘yapısı’nı oluşturan ve son elli yılda neo-klasik ekonomistlerin ‘vahşice’ uyguladıkları ‘ekonomi politikaları’nın, ‘üretim olmadan bölüşüm’ ilkesine dayandığını bilmiyorlar mı diye sorulabilir.
Türkiye’de son yirmi yılda, başta Binali Yıldırım ve benzeri politikacıların ağababası olmak üzere, tüm AKP’li politikacılar, örneğin Erzurumlu Taşkesenlioğulları ve onların medyatik uzantıları olan Dilan Polatlar vb binlerce ‘zıpçıktı’nın hangi ‘üretim’ sonucu o kadar ‘servet’i edindiklerini açıklayabilecek bir tek ‘insan’ bulunabilir mi?
İşte en sıradan deyimle, zurnanın zırt dediği yer tam da burasıdır.
Bu neo-klasik ya da en doğru söylenişiyle ‘burjuva ekonomistleri’nin akıllarının basmadığı demeyelim ama gözlerini kapattıkları ‘yöntembilim ilkesi’, bizim baştan buyana açıklamaya çalıştığımız ‘gerçek soyutlama’yla ulaşılabilen üretim/tütekim/bölüşümün ‘birliği’ ilkesidir.
Daha 1920’lerde, örneğin Amerika’daki bir ekonomi profesörü olan Upton Sinclair, “Amerika’da ekonomi politik öğreten sosyalist profesör sayısı, samanlıkta aranan bir iğne kadardır” diyordu.
Türkiye’de ise bu sayı samanlıkta değil harman yerinde aranan bir iğne kadardır denilebilir.
Ee gözler böylesine kapatılmış ise, ya Zehra Taşkesenlioğlu’nun eski kocası gibi bir profesör olunur ya da kirasını ödemekten aciz bir profesör olarak ‘üretim ekonomisi’ olsun da benim payım diktatörün inayetiyle artsın diye beklenip durulur.
Bu sonuncuya sen ‘müstahakkını bulmuşsun’ demekten başka bir sözümüz olamaz.
Soyuttan somuta dönüldüğünde, vaziyetin tam da böyle olduğu hem görünüp ve hem de doğrudan yaşanmaktadır.
Ancak biz, bu tiplere artık ‘Tanrı yardımcıları olsun!’ diyerek, asıl konumuzu işlemeye devam edeceğiz.
(Sürecek)