Okuma oranının çok düşük olduğu bizim gibi kitapsız toplumlarda; insanlar akıllarıyla değil; duygusal hezeyanlarıyla hareket ederler. Böyle kişiler, bilgi birikiminden yoksun olduklarından, duyduklarını ve olayları, belgeli, ispatlı değil; ön kabullerle, tahminlerle, kanaatlerle, zanlarla değerlendirirler. Dolayısıyla; aklı kullanmayı, işletmeyi, hiçbir zaman yapmadıklarından; kesin, tutarlı gerçeğe asla varamazlar…
Spekülasyon, sansasyon, manipülasyon kelimeleri Fransızcadır. Bu kelimeleri sırasıyla Türkçeye şöyle çevirebiliriz: söylenti, heyecan verici, şaşırtmaca…
Yazımızın başlangıcında ifade ettiğimiz özelliklerden dolayı; toplumumuzun aklî değil duygusal olması nedeniyle, uluslararası sermayeyle ortaklıkları bulunan ve içeride de hükümetle sorun yaşamak istemeyen medya kuruluşları; toplumuzu söylentilerle heyecanlandırır ve sonunda şaşırtır. Yani; uzun zamandır, insanlarımızın duygularına karşı bu eylem; yöntemli olarak kullanılıyor. Deyim yerindeyse; insanlarımız coşturuluyor, delirtiliyor, koparılıyor; cinnet geçirecek duygusal yoğunluklar insanlarımıza yaşatılıyor. Tabii, akıl yürütüp eleştiri ve kuşkuyu ihmâl eden insanlarımız da, medyanın bu uygulamadaki başarısına başarı katmaktadır…
Zengin yeraltı madenleri, rahat iklim koşulları, verimli topraklar, temiz su kaynaklarına sahip olması nedeniyle ülkemiz; sömürgecilerin hedefinde olduğu gerçeğini, zekâ sorunu olmayan, kasıtsız her insanın anlayabileceği bir şeydir. Ayrıca, ülkemizin hedefte olmasının tek nedeni sahip olduğumuz zenginlikler değil; aynı zamanda coğrafi konumumuzun, ulaşımda sağladığı kolaylıktır. Bu nedenle, Türkiye bölünecekmiş; sömürgecilerle işbirliği yapanlara, kukla devletleri armağan edilecekmiş; bunlar, kısa vadede kullanılan hainlere verilen havuçlardır…
1. Dünya savaşı yıllarında İngilizler, Arapları bize karşı kullandı; peki; o gün bugündür Araplar, gerçek anlamda bağımsız mı? Bugün, Suudi Arabistan, Ürdün, Katar, Lübnan neyse, gelecekte oluşacak olası kukla devletçiklerde de durum farklı olmayacak. Yani; batıya bağlı hain ailelere bölge devletçiklerinin yönetimi verilirken, o devletçiklerin insanları, açlık, sefalet, eğitimsizlik ve çatışma içinde, hiçbir zaman aklî hukuka göre devlet yapılarını kuramadan, yaşamlarını heba edeceklerdir. O nedenle, bölge insanını (BOP’un kapsadığı 23 ülke) bu oyuna gelmemeye; her hâl ve şartta devletini, sömürgecilere karşı savunmaya çağırıyoruz…
2009 Ekim ayında, hükümetin açılım yaptığı günlerde deniyordu ki, bölgeden geçecek enerji güzergâhı için güvenlik gerekiyormuş ve bunu da Türkiye, açılım yaparak, PKK’yı bitirerek gerçekleştirebilirmiş. Madem PKK’nın bitirilmesiyle bölgedeki enerji güzergâhı güvene kavuşacak, bunu PKK’ya açılımlarla taviz vererek değil de, PKK’yı tam bitirerek, bölgeyi ve dolayısıyla enerji güzergâhını güvenli hâle getirelim. Amerika, bölgeden geçecek enerji güzergâhının güvenliğini istiyorsa, hem bizden tavizler alarak açılım yapmamızı isterken, hem de enerji güzergâhı güvenliğine zarar verecek PKK’yı neden destekliyor? Stratejik ortak Amerika(!) Türkiye’nin tek başına ve bir bütün olarak, bölgedeki enerji güzergâhının güvenliğini sağlamasını istemiyor mu? Ya da bunu başaramayacağımızı mı düşünüyor? Enerji güzergâhının güvenliği bu kadar önemliyse, neden şimdilerde Suriye karıştırılarak bölge istikrarsızlaştırılıyor? Sakın Amerika, bölgedeki enerji güzergâhının güvenliğini bahane ederek, PKK’ya açılımlarla taviz vermemizi sağlarken; Suriye’den de bir parça kopararak, adım adım büyük kürdistanı kurdurmayı amaçlıyor olmasın. Gerçekleşen somut olayların, harcanan enerji ve zamanın başka türlü açıklaması olamaz…
7 Ağustos 2003 yılında, Amerika Ulusal Güvenlik Danışmanı olan Condoleezza RICE, Washington Post gazetesinde yazdığı makalede: “23 ülkenin, sınırlarının ve anayasalarının (rejimlerinin) değişeceğini” yazmıştı. Bir kere, sömürgeci ülke diplomatlarının şu özelliğini bilmemiz gerekir: “Önlem alınmasın diye, yapacaklarını söyleyerek deşifre etmezler. Çok önceden hazırlanarak, istedikleri icraatları gerçekleştirecek gerekli kişileri, gerekli yerlere yerleştirirler. Ayrıca, itiraz eden olursa, iktisadi veya kendisini bir başkasıyla değiştirmek gibi, her türlü tehdide başvururlar.” Yani, istedikleri “şey” gerçekleşmek, iş bitmek üzereyken olanın açıklamasını yaparlar. Sömürgeci diplomatlar, bizdekiler gibi, beklenti, hayal ve temennilerle konuşup desteksiz atmazlar. Sahada olan elemanlarının yapacaklarını ve gelen “somut bilgileri” bildiklerinden “olmakta” olanı konuşurlar. Ve dolayısıyla, olayın artık geri dönüşü yoktur. Dönemin Amerika Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza RICE’ın makalesini, bu çerçevede değerlendirirsek olayın ciddiyeti ortaya çıkar. RICE’ın, “Sınırları ve anayasası değişecek 23 ülke” diye yazdığı ülkeler arasında Türkiye de vardı. Bu 23 ülkeden, bazılarının haritaları değişirken, bazılarının ise sadece anayasası değiştirilecek; bazılarının da, hem anayasası hem de haritası değiştirilecek. Acaba ülkemiz, bu üç sıralamanın hangi kategorisinde yer alıyor?
Uluslararası ilişkilerde, stratejilere, indirgemeci değil çok yönlü bakılmalıdır. Uluslararası ilişkilerde stratejiler, önem sırasına göre öncelikle sıralanır. Bu nedenle, yukarıda sözü edilen 23 ülkenin, sadece madenleri veya coğrafi konumları dikkate alınmamalı. Bilmeliyiz ki, sömürgeciler buraya “her şey” için geliyor. Verimli topraklar, su, iklim, zengin yeraltı madenleri; ucuz iş gücü; ağır sanayisini geliştirmeyerek tüketime mahkûm etmek; bitki örtüsünden, kimya sanayisinde yararlanarak kendi ilaç tekellerine hammadde sağlamak; geleceğin olası büyük güçlerin (Rusya, Hindistan, Çin) ihracat-ithalat yollarını kesmek; İsrail’in güvenliği (ortak kültür tarihi olan bölge ülkelerini, birbirine yabancılaştırıp çatıştırma) [1]… İşte bunun gibi daha belirtmediğimiz pek çok nedenle, sömürgeciler, bölgemizde istikrarsızlığı kalıcı ve ebedi hâle getirmek için uğraşacaklar…
Rusya, Hindistan, Çin kadar olmasa da, bölgemizde kısmî güç olan Türkiye ve İran’ın, değişik alavere dalaverelerle işleri tamamen bitirilmek isteniyor. Ülkemizin, eğitim ve ekonomi sorunu varken ve üstelik bu sorunlarımız yurdumuzun tamamında gerçekleşirken; belli bir gruba haksızlık edilmediği, aynı işe farklı ücret uygulanmadığı ve herkesin, her işi, ehliyeti olması kaydıyla yaptığı hâlde; sanki birileri, ayrımcılığa uğramış gibi; ezilmişlikten, dışlanmışlıktan söz etmektedirler. Kardeşlik, demokrasi, birlik beraberlik projeleri diyerek, kendilerini ayrı bir adla anmaları ve hukuk düzenimizde, ayrı bir adla yer almak istemeleri bölücülük değil de nedir? Birlik-beraberlik, kardeşlik olacaksa, hukuk düzenimizde neden ayrı bir adla yer almak istiyorlar? Dolayısıyla sorun, birilerinin yok sayılması değil; sömürgecilerin, kendilerine yabancılaşanları, bir adla bir araya toplaması ve bunları, bölgemizi istikrarsızlaştırmada kullanmasıdır. Elbette kullanılan bazı hainlerin, bu durumun farkında olması olasıdır ve bunlar kasıtlıdır. Buna diyeceğimiz yok. Diğer bazıları da, aldıkları ters eğitim sonucu, bazı fantezilere inandırılmış olabilirler…
Sömürgeciler, kuklalarının tek başlarına devlet olamayacağını bildiklerinden; bunları Türkiye aracılığıyla güvence altına almak istiyorlar. Sömürgeci stratejistlerin önerileriyle, orta vadede ülkemize başkanlık düzeninde eyaletler yapısı getirilerek ve hatta buna itiraz edecek olan kamuoyunu ikna için rüşvet olarak, Irak’ın ve Suriye’nin kuzeyi Türkiye’ye bağlanması dâhi gündeme getirilebilir. Sermaye medyasında, her gün gördüğümüz hurafecilerin “ulusalcılık Türkiye’ye dar geliyor” gibi açıklamaları, bunun ön anlatımıdır. Tabii bazı hayalperestleri, Türkiye coğrafyasının büyütülmesi etkileyebilir; ancak kazın ayağı öyle değil…
Bir kere, yeni anayasa dedikleri nedir? Anayasayı tümden değiştirmek mi? Yoksa değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dâhi edilemez ilk 4 madde aynı kalarak, bunlara uygun diğer maddeleri düzenlemek mi? Hukuk otoriteleri şunu özellikle belirtir: “Devletlerin yaşamında, hukuk devamlıdır ve bir an bile kesintiye uğratılamaz.” Bunun anlamı, şu an var olan anayasaya sadık kalarak, anayasa tümden değiştirilemez; sadece değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dâhi edilemez ilk 4 maddeye göre, diğer maddeler değiştirilebilir. Şu anki meclis, yürürlükteki anayasayla görevlendirildiğinden; geçerli anayasaya aykırı bir “metni” meclise getirip anayasa diye oylamaya sunamaz veya halkoylamasına götüremez. Tüm bu hukuki gerçeklere rağmen, girişimde bulunulması; yürürlükteki anayasayı yok saymaktır ve suçtur. Şayet, anayasa tümden değiştirilmek isteniyorsa, geçerli anayasayı yok saymak ve devletin yıkıldığını ilan etmek gerekir. Bu da kurucular tarafından (tümden, yepyeni bir anayasa) yalnız devlet kurulurken yapılır. Tümden yepyeni bir anayasa yapılacaksa, ilk 4 maddeden birinin değiştirilmesi teklif edildiği anda, devletin ve hukukunun devamlılığında ortaya çıkacak “kesintiyle” Türkiye Cumhuriyeti ve anayasası artık olmadığından; yeni devlet kurulana ve anayasası onaylanana kadar, her türlü eylem serbesttir. Bu eylemler, hiç bir mahkeme tarafından da yargılanamaz...
Olası tümden yepyeni bir anayasayla, yapılacak rejim değişikliğiyle başkanlık düzeninde “Kürt-Türk” federasyon yapısına geçilirse; şimdiki Türkiye Cumhuriyeti ortadan kalkmış olacağından Lozan Antlaşması da ıskartaya çıkacaktır. Yani Lozan’a göre, “kurucu Müslüman asil unsur” denilen vatandaşlarımız, birbirlerinden koparılarak ayrı iki varlık hâline getirilecek. Ayrıca zaman içinde, “bölücülerin ortak dili” geliştirilerek bu topluluğa “halk” sıfatı kazandırılacak. Şimdiki birlikçi (üniter) yapısıyla ülkemiz, en az 2 milyon haini tolere edebilirken; olası yaşanacak ikili federasyon yapısında bölücüler hem hukuksal metinde yer alarak tınınmış hem de dilleri gelişeceğinden; daha sonraki yıllarda “artık tarihsel bir gerçek olarak” tamamen ayrı ve bağımsız bir devlet kurmak istemeleri en doğal hakları olacaktır. Bu durumda, ülkemize bağlanan Irak ve Suriye’nin yapay coğrafyası, ülkemize yabancılaşmış ve ayrılmak isteyenleri de içine alarak ülkemizden koparılacak. Orta vadede öngördüğümüz bu olay gerçekleştiğinde, ülkemiz şimdiki coğrafyasından küçük hâle gelecektir. Dolayısıyla; bölgemizde 60 yıldır çevresindeki ülkelerle savaşan ve terörist çete olarak düşünülen İsrail, “uluslararası alanda hukuksuz, gayrı meşru devlet” izleniminden kurtulmak için, kendisine hava yastığı olacak bu devlete, karmaşa çıkarma özelliğini devredecek. Böylece İsrail rahatlayacağı gibi; savaştırdığı komşularını da birbirleriyle oyalayıp zayıflatacak. Orta vadede öngördüğümüz, İsrail’e hava yastığı olacak bu yapay oluşumu önlemek için, şimdiki birlikçi (üniter) yapıyı koruyarak, uluslararası antlaşmalar, evrensel hukuk ölçüleri ve tarih bilimine göre var olmayan Kürtlere; her ne olursa olsun asla varlık özelliği kazandırılmamalıdır…
28 Şubat 2013 tarihinde, medyaya sunulan bölücü tutanakta bilmem dikkatinizi çekti mi; AB-D’den tek kelime edilmiyor. Neden? Çünkü büyük olasılıkla AB-D kontrollü MİT’ten görevliler; hükümeti ve PKK’yı bir şekilde ikna edip bu tutanağı sızdırmış gibi yaptılar. Bölücü başının konuşmaları genelde şu şekildeydi: Yok hükümet bunu yaptı; yok üstümüze geldi; yok ona fırsat tanıdık; yok bize şu tavizleri verecekler; falan-filan. Tutanağı okurken, adeta kuklaların konuşmasını izler gibi oldum. Bu anayasa, PKK’yla değil AB-D’yle yapılıyor. 15 Ekim 2007 tarihinde, David PHILLIPS’in dünyaya ilan ettiği “PKK’nın silahsızlandırılması” raporu; hazırlanan bölücü anayasanın “öz”üdür. Tutanak medyaya sunularak, AB-D’nin deşifre edilmemesi sağlandı. Böylece, bu görüşmelere destek veren kesimin tepki vermeleri önleniyor…
Bölücü terör örgütü PKK’nın ayaklarından biri de, hiç kuşkusuz toplumumuza uygulanan psikolojik operasyondur. 30 yılda 40 bin insanımızı öldürerek, toplumumuza, bıkkınlık ve yılgınlık duygularını yaşatmaya çalışan sömürgecilerin maşaları, ülkemizin milli çıkarlarını savunanları, çözümsüzlük yanlısı gibi göstererek hedef saptırmaktadır. Oysa yaşam; her varlık için sorundur ve yalnız ölülerin sorunu olmaz. Türkiye, varlığını devam ettirmek istiyorsa; sömürgecilerin ürettiği ve üreteceği her soruna hazır ve devamlı mücadele eder durumda olmalıdır. Evet biz; tavizler verilerek, sorunların çözülmesini değil; o sorunu üretenlerle, ısrarla, aralıksız mücadele edilmesini istiyoruz. Gerçek lider ülke; yorgunluk belirtisi göstermeden mücadele eder. Hem gelecekte, PKK sorunu bitirilmiş gibi yapılsa bile; AB-D tarafından başka sorunlar başlatılacak. Yani AB-D’nin asıl hedefi; yukarıda da okuduğunuz gibi bölgemizde (23 ülkede), “Ebedi” istikrarsızlıktır. Bu gerçeklerden hareketle; şayet PKK’yı tam ve kesin olarak bitirmek istiyorsak; AB-D’yi bitirmeliyiz. Tabii önce işe, kuklaları hurafecilerden ve bölücülerden başlayarak…
Deniz KAÇAĞAN
Kaynak:
[1] Ralph PETERS - Kanlı sınırlar; Armed Forces Journal-AFJ dergisi; 2006