TAKDİR ve TEKRİR
Geçen yazımızda sözü edilen ‘Plebisit’in, IIIncü Napolyon tarafından, Nice ve Savoie kentlerinin Fransa’ya katılması için başvurulan bir yöntem olarak kullanılmasından sözetmemiştik.
Oysa, örneğin sözlüklere sözcük anlamıyla plebisit nedir diye bakıldığında sanki salt bu tür işlemler için kullanılıyor olduğu görülebilecektir.
Nitekim Hatay’ın Türkiye’ye katılması da aynı yöntemle olduğundan dolayı yanlış bir biçimde ‘plebisit’in sadece bu tür işlemleri dillendirdiği yanılgısına düşülebilir.
Öyleyse tam da bu nedenle Türkiye’de son yıllarda yapılan seçimleri ‘seçim’ ya da ‘halkoylaması’ yerine ‘plebisit’e benzetmek gerekçemizi açmak durumundayız.
Örneğin Hatay’ın Türkiye’ye katılması için ‘plebisit’ isteği, Hatay halkından ya da Suriye hükûmetinden mi gelmiştir?
Hayır.
Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti ve ‘kişisel sorunum’ diyen Mustafa Kemal Atatürk’ün kararlı isteği sonucu gelmiştir.
Bir başka deyişle, eğer ‘plebisit’le olmasa bile, Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir başka yolla yani denildiği üzere ‘politikanın silah zoruna dayanılarak’ Hatay’ı Türkiye’ye katma kararlılığı sonucunda yapılmıştır diyeceğiz.
Demek ki, ‘istenen sonuç’a plebisit yapılmadan karar verilmiş olup, halkın görüşüne sözde başvuruluyormuş gibi yapılmaktadır.
Her ne kadar Kıbrıs’ta yapılan plebisit gibi tam tersi bir sonuç alınan örnekler anımsatılmak istenirse de, plebisit sonucunun Türkiye tarafından olduğu gibi kabul edilip edilmeyeceği konusunu bugün tartışmanın pek sağlıklı olmayacağını belirterek geçelim.
Yani atı alanın kolayca Üsküdar’a geçmesi gibi, Kuzey Kıbrıs halkının da biz Avrupa’ya gidiyoruz demesine Türkiye’nin hemen canınız sağolsun diyeceğini beklemek pek olası değildir.
İşte bu nedenle Türkiye’de son yirmi yılda yapılan ‘seçim’leri, sonucu AKP’nin kazanması üzerine önceden kurgulanmış birer plebisit olarak tanımlanabileceğini ileri sürüyoruz.
Tam da o nedenle muhalefet kazansa bile ‘iktidar’ın devredilemeyeceği söylentileri yaygınlaştırılmıştır.
Kuşkusuz buna tüm muhalefet kesimleri ya da geniş halk kitleleri değil ama öncelikle YSK, sandık kurulu başkanları, vali/kaymakam/muhtar gibi kamu idarecileri, jandarma/polis gibi kolluk kuvvetleri, TRT ve RTÜK gibi kamu kuruluşları inandırılmış ve hatta bu konuda görevlendirilmişlerdir.
Yani seçimler ‘Devlet’le muhalefet arasındaki bir rekabete çevrilmiştir.
Örneğin 29 Mayıs seçimlerinin ‘kazara’ yüzde elli artı bir olarak muhalefet lehine sonuçlanması halinde, ‘iktidar’ın neler yapacağını Bayburt’un dağ köyündeki Ayşe nineye bile sorsanız aynı yanıtı alacağınızdan kuşkunuz olmamalıdır.
O nedenle seçimlerin Devlet’le ‘Millet’ arasında yapıldığına ilişkin görüşlerimizi, daha önceki seçimler sırasında ‘Millet Devlete Karşı’ başlıklı yazılarımızda dile getirmeye çalışmıştık.
Kuşkusuz çoğu aklıevvel tarafından ‘Devlet karşıtı’ ve hatta ‘Devlet düşmanı’ olarak suçlanmamıza neden olmadı değil.
Bu kez tutup, uzun uzun ‘devlet nedir’i açıklamaya çabalamıştık.
Şimdi lafı uzatmadan sadede gelinecek olursa; Türkiye’de Devlet’le AKP Genel Başkanı öylesine özleşleştirilmiştir ki, geçen yazıda anımsatıldığı üzere, nasıl Napolyon Bonapart plebisitler yoluyla ‘Bonapartizm’e ulaştı ise Türkiye’de de bir ‘Erdoğanizm’ kültü oluşturulmuştur diyeceğiz.
Bu yazıyı bitirirken, o koca Napolyon ve Bonapartizm’in dehşetli ününe karşın, Napolyon Bonapart’ın nefesi Elbe adasında aldığını anımsatmak durumundayız.
Kendisinden kırk yıl sonra gelen yeğen III. Napolyon’u ise, onsekiz yıllık iktidarı sonunda ‘Paris Komünü’ yemişti.
Yani biz, bugüne değin olduğu gibi, nush ile uslanmayanlara tarihten ders çıkarma tekriri vermeyi sürdüreceğiz.
Ne var ki, bu kez ‘tekrir’den sonraki aşamaya gelinmiş gibi görünmektedir.
Sıra, halkımızın ‘takdir’ini hep birlikte bekleyip görmeye gelmiştir.