Takke Başını Sıktı

Takke Başını Sıktı

İletigönderen Feza Tiryaki » Cmt Nis 05, 2025 23:37

Takke Başını Sıktı

Hani ünlü bir söz vardır, her fırsatta yinelenir: ”Bir, lafa bakarım laf mı diye; bir de söyleyene bakarım adam mı diye.”

Şimdi, son günlerdeki olaylar üzerine, sinema, tiyatro, müzik, yazın (edebiyat) dünyasından beş yüz adın yer aldığı bir bildiri yayınlanmış. Orada deniliyormuş ki, “İmamoğlu ve arkadaşlarına yapılan bu zorbalığı kabul etmiyoruz.” Resimli bildirimi gördüm. Dört resim konmuş başa. Biri, Andımız kaldırılınca sevinen, “yerinde bir karar” diyen, Andımız’dan rahatsız olan oyuncu Haluk Bilginer. Yanındaki yirmili yaşlarda görünen kadın oyuncuyu tanıyamadım. Her kılığa giren, her devrin kadını “Hülya” desek o çoktan altmışlı yaşlarında olmalı. Üçüncü sıradaki, yüzü gülen, oyuncu Özpirinççi imiş, hangi özelliğiyle beş yüz kişiyi sollamış da fotoda yerini almış bilemem. En uçtaki kişi de eski “Aydınlık” dergisinin yazarlarından olmalı. Aydınlık, o yandan o yana savrulan, şu an iktidarcı olan eski İşçi Partililerin dergisi. 2000’e Doğru dergisini çıkaranların, o dönemde ordu düşmanlığıyla tanınanların dergisi…

Diğer dört yüz doksan altı adı ise merak etmiyorum açıkçası. Bölücülerle taraf olanlardır çoğu. Bu güne kadar sarayın türküsünü çağıranlar, bölücülerin sesi olanlar nedense bir anda imzalar atıyor, oynanan oyuna katılıveriyorlar. Bu hep böyle olmuştur, öğrendik artık. İkili oynanan bu oyunda taraf bildirmekte bir zarar görmüyorlar kendileri açısından demek ki. Her iki yol da aynı yere gidiyor, ülkemizin bölünmesinin önünü açmaya, yayılmacılara yardıma… Kendilerine aydın denilen, aslında kendileri karanlık olanlar ne çok… Çaktırmadan bölücülük yapanlar, her taşın altındalar. Eskiden beri “Oyum HDP’ye” diyenler, Atatürkçü görünüp teröristin siyasi partisini -terörün partisi olur mu, bizde oluyor-gizliden açıktan destekleyen liboşlarımız tükenmez.

Andımız kaldırılırken sesi çıkmadıydı pek kimsenin. Eften püften gösteriler, numaradan karşı çıkılıyormuşçasına atıp tutmalar… Saat ayarımız değiştirilirken de öyle. Ciddiye bile alınmadı saat darbesi, Cumhuriyetin saat ayarıyla oynanırken, saat ayarımız Mekke’ye doğru yönlendirilirken… Ordumuzun yapısı değiştirilirken çıt çıkmadıydı. Ordudan Atatürk’ün adının çıkarılması için özellikle planlanan teğmenler olayında da ses yoktu kimseden. Aksine Atatürk’ün askeriyim demenin bundan böyle suç olduğunu, ordudan bu kavramın çıkarıldığını kundaktaki bebeklere bile bellettiler. İki taraflı bir gösteriyle… Kimse uyarmadı bu işler işlenirken, yol göstermedi gençlere. Askerlik taktik işidir denmedi…

Geçen Ekim’de, “Açılım”ı yeniden başlatan, bu kez ülkemizi bölünmeye götürecek adımın atılacağını kesin kes duyuran sözde ülkücü partiye, iktidarın hiç değişmeyen en eski koltuk değneği partinin başına partililerinden tek ses çıkarıldı mı? Bu nedir, ne oluyor dendi mi? Şu an, tek merak edilen; “Öldü mü kaldı mı?” “Yok, şunu aradı, bunu aradı, şunu dedi, bunu da diyecek… “ gibi çocukça yalanlara sığınmak, yapay zekâyı kullanmak. Son yıllarında Siyasal İslamcı oluveren ama eski seçimlerde oylarını “ülkücüyüm” diyerek alan bu kişi öldü mü yaşıyor mu kimse bilmiyor. Öldü diyen sorgulanıyor yalan haber yaymaktan. O derece çağdışı durumlar, gülüyoruz ağlanacak halimize…

Altılı masa adlı gülünçlüğün, örtülü ihanetin mimarını, “Dersimli Karabulut’u” kınadı mıydı kimse? Bu kişi toplum içine çıkamaz şekilde ayıplandı mı? Hakkında dava açıldı mı? Bizim oylarımızla kimleri soktun Meclis’e, niye soktun, Anayasa’yı niye tehlikeye attın, ulus devlet karşıtlarını kendi elinle seçtirdin, sen kimsin dendi mi hiç, CHP’yi Atatürk’ün Partisi sayanlarca? Parti işgalden kurtarıldı mı? Bunun için çaba harcandı mı? Yoksa parti aynı kişinin başyardımcısına mı teslim edildi? Aynı yönetim anlayışıyla, bölücülere göz kırpan, Atatürkçüleri dışlayan yönetime… Bölücü olduğu herkesçe bilinen sözüm ona operacı bayanın önünde iki büklüm olan, kadının elini Avrupalı eski zaman jönleri gibi öpene… Terör örgütünün, eli kanlı katillerin siyasi kanadına, temsilcilerine, terörist başının resimleriyle, Türk tarihinden çalıntı, Türk’ün renkleriyle sözde kalkışma provası yapanların ellerindeki bezlere paçavra diyen Mansur Yavaş’ın paçavra sözü için özür dileyen Özgür Özel’e…

Ardından Mansur Yavaş’ın bu sözlerinden dolayı ortaya çıkıp özür dilemesi nedir, ne değildir? Anlayanınız var mı? Bu da yetmedi, aynı kişiye “Kürt” yurttaşlarımız başımızın tacıdır.” dedirttiler. Yine ayrımcılık, bölücülük yaptırdılar. Niye öyledir? Hepimiz eşit değil miyiz? Başa taç olmak da ayrıcalıktır. Kral tacı mı bazı vatandaşlar?

İktidara başyardımcılık görevi üstlenen siyasetçiler kendilerine verilen görevleri harfi harfine yapmadı mı? Seçime üç yıldan fazla zaman varken birden cumhurbaşkanı adayı çıkarıp bunun delege seçimine sunulmasına kim itiraz etti? Kim tek kişilik seçim mi olur, ne o bir de halk sandığı kurdurmak, kimi neden şişiriyorsunuz böyle, dur bir nefes alın, acele işe şeytan karışır dendi mi partililerce. Aynı kişi, memleketi Trabzon’da halka Atatürklü sözlerle seslenirken, Diyarbakır’da yüz seksen derece dönünce, bölücülüğünü resmen ilan edince ne yapıldı? Dur bakalım aslanım, burası Atatürk Cumhuriyeti, devletimiz ulus devlet, Anayasamızın ilk dört maddesi güvencemizdir, senin niyetin ne!” diye niye sormadı kimse yüksek sesle? Geri adım attırılmadı, özür diletilmedi? Niye yapılan tartışılmadı?

Bakınız kelimesi kelimesine bu dendi Diyarbakır’da, iktidarın dediklerinin tıpkısının aynısı:

"Silahlar susmalı, çatışma bitmeli. Çözüm toplumun tüm kesimlerinin diyaloğuyla olmalıdır. "Kürtlerin" ve tüm toplum kesimlerinin kendilerini bu ülkenin sahibi, eşit ve onurlu yurttaşı, eşit hissedarı olarak hissetmesini sağlamak hepimizin, devletimizin görevidir."

"Kürtler" "bizim sorunumuz var" dediği müddetçe ortada bir "Kürt" sorunu vardır. Bu sorun diyalogla, şeffaflıkla ve mutlaka her kesimi dinleyerek, şehit ve gazi yakınları başta olmak üzere tüm kesimlerin rızasıyla özellikle TBMM zemininde çözülmelidir. Adres orasıdır."

*
Vatan, babanızın çiftliği mi ki, isteyene verip böldüreceksiniz! O dediğiniz etnikçilerin, yayılmacı maşalarının isteyip de olmadığı ne var da, Mecliste bunu çözeceksiniz? Dilse mesele, ortada bir dil var mı? Birbirini anlamayan kaç ilkel ağzın ortak adına dil mi diyeceksiniz? Dilbilgisi olmayan, sayı sistemi olmayan, başka dillerden toplama sözlerle bir dil mi olur? Olsaydı Irak’ta sistem değiştirilirken, eğitim o dediğiniz ağızlardan biriyle olurdu. Olmadı, Arapça da kaldılar. Niye olamadı?

Kaç parça olacak ülkemiz! Neden!

Ne farkınız var siyasi İslâmcılardan? Atatürk düşmanlarından?

CHP'nin düşürüldüğü duruma bakınız!

Sonra bu ilan ediş, teröristin söylemine uyarlandı. Türk’ün en eski bayramlarından, Asya’daki tüm Türk devletlerinin de kutladığı Diriliş Bayramını (Ergenekon’dan çıkış gününü) o olmayan dille, onlarca kabile ağzının ortak adıyla, aslında Farsçayla, Farsçadan çalıntı sözlerle kutlamaya kalkıştı İstanbul’un Belediye Başkanı. Kimler çığlık attı, ne yapıyorsunuz dedi almış başını giden bu bölücü yandaşlığına, bunun böylece dünyaya ilanına? Hiç kimse! Ya boyuna takılan o örtü? Örtüyü kim verdi, aldırılmadı bile. Diyarbakır’ın adı yerine bölücülükte kullanılan, buna izin verilen o garip uydurukça adlı (Arapça) futbol kulübünü övmeler, desteklemeler, hep destekleyeceğim demeler… Bölücülerin hedefleri, böyle sembollerle ne demek istenildiği bilinmiyor muydu? Sözün ucu nereye varıyor keşke bir düşünülseydi. Ya da hepsi bilerek isteyerek yapıldı, bir yerlere mesajlar verildi, ben de sizdenim dendi. Açılımda ben de varım, yanınızdayım. Yok, birbirimizden farkımız, iktidar da, biz de aynı yoldayız mı, demek istendi? Yayılmacı ülkeler, neredeyse tüm yayılmacı ülke liderleri neden birden bire destek verdi bu konuşmayı yapana? Vatanımızda gözü olan yedi düvel hiç değişmedi ki! Hepsi bekliyor, el ovuşturarak…

İşte işin bundan sonrası ilginç. Yazılmış senaryo benzeri tıkır tıkır işletildi.

Bu takkeyi düşürme/ kel görünme olayından sonra ( yalanım yok, o güne kadar içimde hep bölücülerle yakınmış gibi görünmesi siyaset icabıdır, günü gelecek, gerçeği gösterecek, Atatürk Cumhuriyeti’ne bağlılığını haykıracaktır, derdik içten içe… Anıtkabir ziyaretlerini örnek alırdık. ) bir soluk alınmadan hemen ertesi günü diploma iptal edilmesin mi? Zamanlama akıl durduracak türden. Kimse, bu bölücü söylemler üzerine iki laf edemeden, olay kınanamadan, bu bölücülük ilanı, boyunda bölücülük simgesi çaputla, arkanızdayım lafları anlaşılamadan, hakkı yenmişi koruyalım, bizde bu yollar hapisten geçer, görünüşte haksızlık edilmesinden geçer denilerek, toplumsal hareketler bir düğmeye basılmışçasına başlatıldı… Topluma seçenek bırakılmadı, adaylık oldubittiyle dayatıldı.

Bir de “Kent Uzlaşısı” denilen bir oluşum öne çıkarıldı. Neymiş bu oluşum? Bölücü partinin, teröristin siyasi örgütünün (DEM) bir kuruluşuymuş, İstanbul Belediyesi’ne yardımcı imişler. Seçimlerde oy vermişlermiş, aday çıkarmayarak. Ha, bir de şu an İBB’ye kayyum atanmasını önlemişlermiş… “Yalandan kim ölmüş”, atıp tutuyorlar işte! Kimin eli kimin cebinde, kim kimin adamı belli değil. Hedef aynı olunca…

İşte yine burada o en eski hastalığımız, olmuşu olmamış sayma hastalığımız devreye giriyor.

Diyarbakır’daki sözler, eylemler unutuldu, olmamış sayıldı. Açıklığa kavuşturulmadı. Bu adayın üstüne daha bir düşüldü. Dünya ülkelerinden destekler yağdı. Ya Diyarbakır konuşması yapılmasaydı, yayılmacı ülkelerin ilgisini çeker miydi CHP’nin dayatılan adayı?

Hiç eleştirilmeden, tartışılmadan bu sözleri diyen adayın desteklenmesi, tüm toplumun aynı bölücü sözleri onaylaması anlamına gelmiyor mu? Bölücülük onaylanmıyor mu böylece? Niye olmuşu olmamış sayıyoruz? Üzerinde bile durmuyoruz yapılanın, denilenin…

Tıpkı Kurtuluş Savaşı sürerken, daha sonrasında, Sovyet rejimini getirmek için çırpınan N. Hikmet’in, Cumhuriyet yönetimine ihanetlerini olmamış saymamız gibi. Y. Kemal’in, Cumhuriyetimize 70 yıllık zulüm demesini unutuvermek gibi. Yazdığı eşkıya romanında askerimizi kötülemesini, eşkıyalığı yüceltmesini, teröriste yol göstermesini görmezden gelmemiz gibi. S. Ali’nin, 1928’de eğitim için yurtdışına gönderildiği halde, yeni kurulan Cumhuriyeti, kurumlarını, memurlarını, insanlarını kötüleyen, sevgisiz bir dille yazılan toplumsal yazılarına ayılıp bayılmamız, üstünde hiç düşünmememiz gibi… Orhan Kemal’in Cumhuriyet karşıtlığından sürgünde yaşayan, ancak 1939’da yurda dönen birinin oğlu olarak, içindeki Cumhuriyet karşıtlığını (kuyruk acısını), sevgisizliğini dile getirdiği romanları gibi… Bizi sevgi (yurt-ulus sevgisi) birleştirecekken, sevgisizlik ayırdı, kutuplara bölündük. Atatürk’te birleşmedik, maskelilerimiz Atatürk Cumhuriyeti’ni yükseltmek için çalışmadı, her fırsatta Cumhuriyeti, kurumlarını yerdiler… Aydın olmak bölücülükle eş tutuldu.

Dün, milliyetçiliği ayaklarım altında çiğniyorum diyenlerle, bugün, milliyetçilik taslayanların işbirliği yapmaları gibi…

Öyle bir yere gelindi ki her yol Roma’ya gidiyor!

Yolun sonu, bölücülüğe dur denemezse, apaçık gözüküyor…

Ne demiş atalarımız?

“Göz iki, ağız tek. Çok görüp, çok dinleyip, az söylemek gerek.”

“Gözün siperi insanın elidir.”

Sonra, görmeyen alaycı bir dille uyarılmış; “Savulun paşa geliyor, çekilin altın saçıyor.”

“Gözümüzü açalım, yoksa açarlar” sözü de gözü ile gördüğünü eteği ile örtenlere…

Bir anda toplumu şaşırtanlaradır bu sözler de:

“Takke kalıba dar geldi.” “Takke başını sıktı.”

“Al külah, ver külah!”

“Al birini çarp ötekine!”

Feza Tiryaki, 5 Nisan 2025
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 1005
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12

Şu dizine dön: Feza TİRYAKİ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x