Sunuş
Değerli konuklar, sevgili arkadaşlarım,
Talat Paşa Komitesi’nin Fransa Temsilciliğini oluşturmak üzere toplanmış bulunuyoruz.
14 Nisan 2007 tarihinde gerçekleştirdiğimiz konferansta Almanya, Fransa, İngiltere, Belçika ve Hollanda için kurucu üyeler belirlenmiş ve her ülke temsilciliğinin kendi içinde yeni katılımlarla oluşturulması da kararlaştırılmıştı. İşte bugün burada Talat Paşa Komitesi Fransa Temsilciliğini oluşturacağız.
Talat Paşa Komitesi’nin kurulduğu günden buyana gerçekleştirdiği eylemlerin gerek Türkiye ve gerekse Türkiye dışındaki ülkelerde getirdiği ses, yaptığı yankıların büyüklüğüne hepimiz tanığız.
Lozan 2005, Berlin, Lozan 2006, Paris 2007 ve en son Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Bayrak Gösterme eylemlerine daha görkemlilerini eklemek görevimiz olmalıdır.
Çünkü bu eylemler Türkiye’mizi Devlet ve ulusuyla çökertmek, ülkemizi açıkca parçalamak planlarına bir başkaldırı; onur ve gururumuzla oynamak isteyenlere bir uyarı ve birlik ve beraberliğimizi kanıtlamanın bir aracı olmuşlardır.
Bir başkaldırıdır ve bu başkaldırıyı daha da yaygınlaştırmak, daha bir etkinleştirmek ve son nefesimize kadar sürdürmek zorunda olmamız; Türklüğümüzden önce insan olmamızın gereğidir. Yurdu parçalanırken bu parçalanmaya seyirci kalabilecek hiçbir varlık düşünülemez; yuvasını savunmayan bir hayvan bile gösteremezsiniz. Demek ki yurdunu savunmayan kişi yurttaş olmak şöyle dursun ‘insan’ bile olamaz.
Yurttaş olmak, yurttaş olmanın bilincine varmak bir başına büyük başarıdır sevgili arkadaşlarım. Burada Reşit Galip’in Mustafa Kemal’e 1923 yılı başında şöyle seslendiğini anımsatmak isterim: “Muhterem Gazi, sen yalnızca bu milletin bir kahramanı değilsin, sen bunlardan çok daha büyüksün. Sen bu milletin bir ferdisin. Senin birinci büyüklüğün, bu milletin bir ferdi olmakla iktifa ve iftihar etmekliğindir”.
Yurtaş olmakla yetinmek ve övünmek!
Burada yetinmekle anlatılmak istenenin alt-kültür/üst-kültür, Türkiyelilik, etnik kimlikler aramanın boşunalığını vurgulamak olduğundan kuşku duyulmamalıdır. İşte salt bunu kavramak bile insan olmak yolunda atılmış büyük bir adım olacaktır.
Bugün ulusumuzun parçalanması tam da bu noktadan başlatılmaktadır. Dinsel, etnik ya da herhangi bir ‘kimlik’ arayışı güya ‘özgürlük’ adına yapılmakta, böylece özgürlük kavramı da soysuzlaştırılmaktadır. Az sonra tarihimizde süregelen ‘özgürlük’ çizgisinin temelsizliğini ve nasıl ‘doğrudan dış güçlerin’ denetiminde geliştiğine değineceğim.
Ancak yöneticilerimiz, ozan’ın dediği gibi “bir ilkokul aydınlığı bile gösteremeyen” yöneticilerimiz hala böyle bir parçalanmanın sözkonusu olmadığını düşünebilmektedirler. Oysa onların ya hem elleri ve hem de yürekleri pis ya da Tanrı onlara ‘göz’ü ‘görmemeleri’ için vermiş olmaktadır: “Biz onlara göz verdik göremesinler diye”!
Yurtdışında yaşayan bizler açısından, “Türkiye’ye gönül bağına evet ama göbek bağına hayır” diyen anlayışı benimseyemeceğimizi de belirtmek istiyorum. O nedenle bu anlayışta olan ve daha önce birlikte davranmak için çaba gösterdiğimiz arkadaşlarımızı bu toplantıya çağırmadık.
Bu toplantıya ulusumuzun bir bireyi olmayı benimseyen ve bununla yetinip övünen arkadaşlarımızı çağırdık. Burada Fransa’da yaşayan ‘Mustafa Kemal’ler olarak toplanmış bulunuyoruz.
Değerli arkadaşlarım,
Uluslar içinde onur ve gururlarına en düşkün ulus hangisidir diye sorulacak olursa Türk’ten önce herhangi bir ulusu söyleyebilecek bir bilimadamı, bir düşünür ben duymadım. Bileniniz varsa lütfen söyleyin ki ben de öğreneyim.
Barbar denmiştir. Cengaver, savaşçı, kavgacı da denmiştir ama ‘onursuz’ denmemiştir. Kaldı ki onuru için adam vurmaya en çok Türkler yatkındır. Ama bugün ABD dahil tüm Batı’lı devletler parlamentolarından ‘Türklerin katil’ olduklarını kağıda ve kayıda geçirmek ve hatta yasaya bağlamakta biribirleri ile yarışmaktadırlar.
Bu girişimlere karşı çıkmamak, ‘katil’ olmayı kabullenmek; bilinçli ve planlı olarak bir grubu da değil bütün bir ulusu ortadan kaldırma suçunu işleyenlerin torunları olmayı içinize sindirebiliyor musunuz? Siz ki dedenizin İstiklal Madalyası ile gurur duyan, siz ki Çanakkale’de yedi düveli, Sakarya’da, Dumlupınar’da, Kocatepe’de Yunan’ı bozguna uğratmakla, onları İzmir’de denize dökmekle ulusal kimliğinizi bulan; ulusal kurtuluş savaşlarının en görkemlileriden birini ve belki de en ilkini başarabilen ulusun bireyleri olarak göğsü kabaran değerli arkadaşlarım; diğer uluslara örnek olacak bu başarılarınızı bir kalemde silip, barbar, katil olmayı kabul edebilir misiniz?
Ne yazık ki, Batılı devletler, ABD ve AB emperyalistleri bizim o ‘kutsal kurtuluş savaşı’mızı karalamak, onurumuzu kırmak ve giderek onun üzerinden önce bizi biribirimizden ayrıştırmak sonra da doğrudan parçalamak istemektedirler.
Güya Doğu cephesinde Ermeni’lere ‘soykırım’ uygulamışız. Nasıl Çanakkale’de İngiliz’i, Fransız’ı, İtalyan’ı Anzak’ları tepeleyip, Yunan’ı İzmir’de denize döktüysek; Doğu’da Rus Çarlığı ile Güney’de de yine Fransız’larla işbirliği yapan Ermenileri vurmuş olabiliriz. Bu utanılacak değil övünülecek bir durumdur.
Bugün terör ülkemizin en büyük sorunudur ve her gün yeni şehitlerimiz gelmektedir Irak sınır bölgemizden. Şimdi birileri kalkıp bizim Kürt kardeşlerimize ‘soykırım’ uyguladığımızı söyleyebilir mi? Söyleseler de söyledikleri ile kalacaklardır.
İşte sevgili arkadaşlarım
bizim Ermenileri vurmamızın öyküsü de bunun gibidir; yani bizim yaptığımız vatan savunmasından başka birşey değildir. Yaptıklarımız bizim tarihimize utku diye geçmiştir, öyle de kalacaktır. Tarih parlamentolarda değil savaş meydanlarında yapılır ve bizim yazdırdıklarımız da tarihin ta kendisidir. Dönemin başbakanı ve içişleri bakanı Talat Paşa bu konuda yapabildikleri ile tarihimizde saygın yerini almıştır; komitemizin adının ondan gelmesi de bize gurur vermektedir.
İki Çizgi: ‘İttihat ve Terakki’ ile ‘Hürriyet ve İtilâf’
Ne var ki olayların yaşandığı dönemde olduğu gibi bu gün de iki ana çizgiden sözedilebilinir:. Biri emperyalizme karşı, bağımsızlıktan ve yurttaşların onurundan, gönencinden ve giderek tüm insanlıktan yana olan çizgi; diğeri emparyalizmle işbirliğinden, mandadan yana ve bırakınız diğer insanları kendi onurunu bile savunamamak çizgisi.
4 Kasım 1918’de, Meclis-i Mebusan’da, Meclis’in feshi, savaş kabinelerinin Yüce Divan’a sevk edilmesi, İttihatçı paşaların kaçışı tartışılmıştır. Divaniye Mebusu Fuat Bey’in, Sait Halim Paşa ve Talât Paşa kabinelerinin Yüce Divan’a verilmesini isteyen 28 Ekim tarihli önergesi beşinci şubeye havale edilir. 10 maddelik önerge, bu kabinelerin aşağıdaki suçları işlediklerini öne sürmektedir. Demek ki Devlet geleneğimize göre sözkonusu suçları işlemek Yüce Divan yani bugünkü Anayasa Mahkemesine çıkarılma nedeni sayılaktadır.
Nedir bu suçlar?
1° Devleti nedensiz olarak savaşa sokmak
2° Meclis’e yalan söylemek
3° Savaşı yeteneksiz ellere bırakmak
4° Yolsuzluk yollarına sapmak
5° Basın özgürlüğünü ortadan kaldırmak
6° Bir takım çetelere yardım ederek yurt içinde ırz, mal ve cana saldırmak
Bu konuları sırasıyla ve iki çizgi bağlamında ele alacak olursak;
1° Savaşa girmek: Emperyalistlerarası Birinci Paylaşım Savaşı’na girip girmemek, girilecekse hangi ülkeler grubu ile girmek gibi saçma tartışmalar bugün bile yapılmakta, olasılıklar üzerine kurulu bir düşünce model’inden kimi sonuçlar çıkarılmaya çalışılmaktadır.
Ayrıntısına girmeksizin bu savaşın insan istencinin dışında gelişen bir olgu olup önlenmesinin olanaksız olduğunu belirtmekle yetiniyorum. Osmanlı İmparatorluğu’nun da bu savaşa ne girmemesi ve ne de Almanya-Avusturya tarafında yer almaması olanak dışıydı.
İnsanlık açısından bu bir çağ atlama dönemidir ve ister istemez acılı olmaktadır. Çünkü her doğum sancılıdır ve insanlık toplumsal dönüşümler için sezeryen yöntemini henüz bulamamıştır.
Demek ki tarihsel olarak kaçınılmaz olan bir savaşa girmemek sözkonusu değildir.
İçinde bulunduğumuz dönem de benzer özellikler göstermektedir. ABD, bölgemizde haritaları yayımlanan yeni toplumsal biçimlenmeleri güdümüne almak, yönlendirmek istemektedir. Bilinen BOP modelleri ve onların A, B veya C planları kuşkusuz vardır. Ve salt bu nedenle tarihsel süreç tıkanmakta ve bölge insanları daha çok acı çekmektedirler. Emperyalizm suyu tersine akıtmaya çalışmakta ve böylece ayırdında olmadan kendi sonunu getirmeye çalışmaktadır. Ancak bütün bu modeller ve planlara karşın, bütün bu aşağılık yol ve yöntemlere karşın, para ve silahın zoruna karşın ABD bölgemizde ‘Büyük Savaş’a girecek ve yenilecektir..
Atalarımız “eceli gelen it, …” diye boşuna söylememişler!
“ABD’nin İran Sorunu”nu erteleyebileceğini varsaysak bile “Irak Sorunu” birbaşına ABD’nin sonunu getirmeye adaydır. Eğer ABD “İran’daki cami duvarına da yaklaşacak” olursa bu sadece Azrail’in gelişini hızlandırmaya yarayacaktır.
Burada Türkiye Cumhuriyeti Devleti bütün bu olumsuzlukları aşma güç ve sorumluluğunda olmasına karşın, birinci çizginin gereği olanı yapıp ABD’nin bölgemizde kurmak istediği düzene engel olmak yerine ikinci çizgi doğrultusunda ‘stratejik ortak’ (!) olarak davranmaktadır. Sanki 7 Kasım 1918 günü İngilizler’in İstanbul’a girerken, işgal ordularının öncülerini “Yaşasın İngilizler!” diye bağırarak karşılayan Hürriyet ve İtilâf taraftarları gibi…
O günün İngiliz”ini, Fransız’ını, İtalyan’ını ve hatta Yunan’ını ayakta alkışlayan “Hürriyet” yani özgürlük yanlıları yerlerini bugün ABD’nin ‘ortak’larına AB ‘müzakereci’lerine bırakmışlardır. İşte bunun için ‘tezkere’ye karşın Irak’a girememekte, akıllarısıra ‘barış’tan yana olduklarını ileri sürmektedirler. Göreceksiniz ‘özgürlük’ adına ülkemizi parçalamaya da yelteneceklerdir.
Meclis-i Mebusan feshedildi: 22 Aralık 1918
Padişah VI Mehmet Vahidettin, dün İttihatçıların çoğunlukta olduğu Meclis-i Mebusan’ı feshetmiştir. Türkçe İstanbul Gazetesi, bu hareketinden dolayı “Padişahın büyüklüğünü” övmekte, Söz Gazetesi ise “İttihad ve Terakki kendi kazdığı kuyuya düştü” diyerek padişaha alkış tutmaktadır. Ayrıca, İttihatçıların iktidardan düşüşüyle en kuvvetli parti durumuna gelen Hürriyet ve İtilâf’ın “Kürdistan için muhtariyet” istediği öğrenilmiştir. Kürdistan Cemiyeti de Hürriyet ve İtilâf Fırkası’na yardım etmeye karar vermiştir.
Komite’mizin görevleri arasında bu ‘oyun’ları ortaya çıkarmak, yurttaşlarımızı bilgilendirmek ve gerektiğinde Türkiye’ye dönerek ülkemize sahip çıkmak da vardır. Yurtdışında yaşıyor olmamız hiçbir biçimde ülkemizle göbek bağımızı kestiğimiz anlamına gelmemelidir, gelmeyecektir.
Hiçbirimizin mezarı Almanya’da, Hollanda’da, Belçika’da olmayacaktır. Gazi olarak gidemezsek şehit olarak gideceğiz. Burada bulunan arkadaşlarımızdan hiçbiri ‘niyazi’ olarak kalmayı düşünmemektedir. Bunu da bir not olarak belitmek istiyorum.
2° Meclis’e yalan söylemek
Meclis’e yalan söylemek konusunada günümüzdeki ikinci çizgi taraftarlarının bir milyon Dolar karşılığında Irak’a girmeme sözü verip bunu TBMM’nden gizlemeleri örnek olarak verilebilir.
Ancak günümüz TBMM’de doğru söylendiğinden emin olunacak söz ve konuları seçmek için ayrı bir komisyonun kurulmasından başka çare kalmamış gibidir.
3° Savaşı yeteneksiz ellere bırakmak
Birinci Paylaşım Savaşı’ndan Osmanlı İmparatorluğu ve ‘stratejik ortakları’ yenilgi ile çıkmışlardır. Bu tarihsel bir olgudur ve bugün burada bu konunun ayrıntılarına girmeceğim.
Ancak ele aldığımız ‘iki çizgi’ açısından, ikinci çizgicilerin, yani ‘Hürriyet ve İtilaf’ çizgisi taraftarlarının, yani bugünün ‘özgürlükçü’lerinin Irak konusunda Türk Ordusu’na güvenmediklerini söyleyebiliriz. Güvensizliklerinin nedeni ordumuzun güçsüzlüğü değildir arkadaşlar. Tam tersine ordumuza kendi güçleri yetmediği için, dönüp kendilerini de silip süpüreceklerini bildikleri için güvenememektedirler. Onun için de her yolu deneyerek ordumuzu zayıflatmaya çalışmaktadırlar.
Demek ki asıl ‘yeteneksiz eller’ ulusumuzun baskısıyla TBMM’den çıkarılan ‘tezkere’yi koydukları ceplerinden çıkaramayan ellerdir. Onlar da bilmektedirler ki, Ordumuza ‘gereğini bildiğin gibi yap’ dendiğinde ilk hesap sorulacaklar arasında kendileri de olacaklardır.
Nigehban Cemiyeti’nin bildirisi: 1 Ocak 1919
İtilâfçı subayların kurduğu Askerî Nigehban Cemiyeti’nin bildirisi, Alemdar Gazetesi’nde yayınlanmıştır. Cemiyet, kurmay subayları şiddetle suçlamakta, onların yurdun başına belâ kesildiğini bildirerek, İttihat ve Terakki Hükümeti’nin ordudan çıkardığı subayların göreve döndürülmelerini istemektedir.
Cevat Paşa’nın bildiriye tepki olarak “Orduda cemiyet olamaz!” diye bir genelge yayımlamak zorunda kalmıştır.
Bugün 30 Kasım 2007. Arkadaşlar yarın Türkiye’den gelecek haberlere dikkatinizi çekmek istiyorum. Askerî Şura kararlarını bu bağlamda değerlendirmenizi rica ediyorum.
4° Yolsuzluk yollarına sapmak
Sevgili arkadaşlarım ikinci çizgi taraftarlarının yolsuzluklarını anlatmaya zamanımızın yetmeyeceği açıktır. Ancak Talat Paşa’nın yurtdışına çıkarken 2 Kasım 1918’de yazdığı mektupta söylediklerini anımsayalım.
“Pek muhterem ve mübarek tanıdığım İzzet Paşa Hazretleri’ne,
Memleketin bir müddet ecnebi nüfuz ve tesiri altında kalacağını anladım. Buna rağmen memlekette kalmak, milletimin önünde muhakeme olmak fikrinde idim. Bütün dostlarım bunu geleceğe bırakmak için ısrar ettiler. Zat-ı fahimaneleriyle istişare edemedim. Müşkül mevkide kalacağınızdan, çok düşündükten sonra vazgeçtim.
Bütün hayat-ı siyasiyemde hedefim memlekete namuskârane ve fedâkârane hizmet etmek idi. Bütün servetim, Zat-ı şahanenin ihsan ettiği otomobil bedeli ile her ay arttırdığım yirmi beşer liradan birikmiş olan altı yüz liralık dahili istikraz bedelinden ve bir de dört arkadaşımla kiraladığımız çiftliğin icar gelirinden meydana gelen paradan ibarettir. Bunun bir kısmını yanıma aldım. Bundan başka nesneye sahip değilim.
Millete karşı hesap vermek ve muhakeme olarak tayin edilecek en büyük cezâyı cesaretle çekmek isterim. İşte Zat-ı fahimanelerine söz veriyorum. Memleketin ecnebi nüfuz ve tesirinden kurtulduğu gün, ilk telgrafınıza itaat edeceğim.
Bâki büyük bir hürmetle ellerinizden öperim muhterem Paşa Hazretleri.”
Ve bildiğiniz gibi, Talat Paşa Berlin’de bir Ermeni tarafından öldürüldüğü zaman cebinden sadece 10 mark çıkmıştır.
Şimdi ikinci çizgi taraftarlarının durumuna bakacak olursak, Devlet’in en tepesine yerleşen ‘zat’ın devlet’in triliyonlarını zimmetine geçirmekten yargılandığını hepimiz biliyoruz. Ben sadece başbakan’ın ve sadece kullandığı örtülü ödenekle ilgili birkaç rakam vermek istiyorum:
Yillar Örtülü ödenek Harcanan
2003 175 000 YTL 103 000 YTL
2004 174 000 107 000
2005 200 000 85 000
2006 200 000 207 646
2007 220 000 136 000 (Agustos)
Başbakanlık bütçesinin dışında 5 yılda toplam 639 milyon YTL harcanmış bulunmaktadır. Bu kayıtlı olmasına karşın başbakan ile tanrı arasında kalan, yani devletin denetiminde olmayan bir harcamadır. Zaten 1980’den itibaren, özelleştirmelerin dışında vakıf ve fon sistemi ile devletin ekonomik yaşamdan çekilmesi kararlaştırılmış; böylece devletin çökertilmesi daha bir hızlandırılmış bulunmaktadır.
Öte yandan gün geçmiyor ki, Cumhurbaşkanı’ndan tutun da Başbakan ve Maliye Bakanı’na değin her gün yeni bir kayırma, yeni bir vurgun ve yeni bir yolsuzluk haberi basında yeralmasın. Kamuoyu bunları neredyse kanıksamış durumdadır ve tepki vermemektedir. Oysa, başa dönecek olursak, yurttaş olmanın bir gereği de yöneticileri denetlemek ve gerektiğinde hesap sormaktır. Umarım hesap sorulacak günler uzak değildir.
5° Basın özgürlüğünü ortadan kaldırmak
Değerli arkadaşlarım bir ekonomi politikçi olarak (İzninizle ‘İktisat’çı olmadığımı, iktisat yerine hep ‘ekonomi politik’ terimini kullandığımı belirtmek istiyorum) ekonomik yaşamda ‘tekel’in olduğu yerde ‘rekabet’in olmadığını bilimsel bir yasa olarak anımsatak isterim. Rekabet yoksa, yarışım olanakları tükenmişse özgürlük de bitmiş demektir. O nedenle Türkiye’mizde basın özgürlüğünden sözetmek eski deyimle ‘abesle iştigal’dir.
Bu arada Emin Çölaşan, Bekir Coşkun olaylarını da ayrıca anımsayalım.
Ulusal güçlerin seslerini duyuramamaları da bu çerçevede ele alınmalıdır.
Bütün bunlara karşın, gerek Ulusal Kanal (Memet Başkurt arkadaş engellemeler ile bilgi verecektir sanıyorum) ve gerekse Aydınlık dergisinin çabalarını taktir etmemek olanaksızdır. Zaten toplantı’dan sonra Aydınlık dergisi üyeliğini de ayrıca konuşacağız.
Değerli arkadaşlarım, komitemizin en etkin olacağı alan ve en önemli silahımız Kaynak Yayınları’nın bize sunduğu olanakları değerlendirmek olacaktır. Yayın dünyamızda Kaynak Yayınları’nın yaptığını devlet bile yapamamıştır.
Gerçekten ‘basın özgürlüğünün ortadan kaldırılması’nın Yüce Divan’a verilmek için yeterli bir gerekçe oluşturduğu ülkemizde, basınımızın durumu ortada iken Kaynak Yayınları devrimci ve dolayısıyla aydınlatıcı işlevini başarıyla sürdürmektedir.
Demek ki ikinci çizgicilerin Yüce Divan’a gönderilmelerini beklemeden yapılabilecek ne varsa yapmak için çalışmamız gerekmektedir.
6° Bir takım çetelere yardım ederek yurt içinde ırz, mal ve cana saldırmak:
Değerli arkadaşlarım uğraşı alanımızın en önemli konusuna gelmiş bulunuyoruz. Çünkü bu madde ile anlatılmak istenen bugün ‘Ermeni sorunu’ denilen olaylardır.
Gerçekten nedir bu ‘Ermeni Sorunu’?
İyi incelendiğinde bu konunun Ermeniler ile doğrudan ilişkili olmadığı görülecektir.
Bu ‘sorun’ emperyalizmin bir aracıdır ve en etkin silahı olmak durumuna getirilmiştir.
Eğer bir ‘sorun’ varsa, o sorun çözüldüğü zaman ne olacağının da söylenmesi gerekmez mi? Bir an için bu sorunun çözümlendiğini varsayalım; Ermeniler Türkiye’ye mi dönecekler? Tazminat mı alacaklar? Yoksa kimi doğu illeri Ermenistan’a mı katılacaktır?
Hem hepsi ve hem de hiçbiri!
Hepsi Yalan!
Hadisat Gazetesi’nde Süleyman Nazif, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurucularından ve Ermeni tehciri sorumlusu eski Diyarbakır Vâlisi Doktor Çerkez Mehmet Reşit Bey’le bir görüşme yapmıştır. Süleyman Nazif’in “50 binden fazla kişiyi öldürmüşsünüz, bunda bir abartma var mıdır?” sorusuna Reşit Bey, “Hepsi yalan!” yanıtını vermiştir. 7 Kasım 1918
Ancak şurası kesindir ki, bu bir ‘oyun’dur, emperyalist bir oyun. Yalan üzerine oyun olur mu demeyin sevgili arkadaşlarım, emperyalizmin kendisi bir oyundur.
Bize düşen de bu oyunu çözmeye çalışmaktır.
İnanın emperyalizm olgusunu çözümlerken hem emperyalizm ‘oyunu’nu ve hem de Ermeni ‘sorunu’nu birlikte anlamış olacağız.
Ancak daha önce kendi tarihimizi iyi bilmemiz gerekmektedir. Komitemizin işlevlerinden biri de yurtdışında yaşayan yurttaşlarımızı aydınlatmak için çalışmak olacaktır.
Oysa ikinci çizgi yanlıları, her konuda olduğu gibi ‘Ermeni sorunu’ konusunda da emperyalizmin işbirlikçileri olduklarını göstermiş ve tarihsel gerçekliklerimizi anlamamızı zorlaştırmışlardır.
Kasım 1918’de, Meclis’te Rum ve Ermeni mebuslar, 1915 yılında Ermeni göçürtme (tehciri) olayında ve Rumlara karşı suç işlediklerini ileri sürdükleri sorumluların cezalandırılmasını istediler. Verdikleri rakamlara göre, savaş boyunca 1 milyon Ermeni, 550.000 Rum öldürülmüş, Amele Taburları’nda 250.000 kişi açlık ve yoksulluktan ölmüş, 250.000 Rum da sınır dışı edilmiştir.
İçeride, 1918 yılı Meclis’indeki Rum ve Ermeni mebusları ile 2008 yılı ‘özgürlükçü’, ‘demokrat’, ‘ikinci cumhuriyetçi’ ‘Özal Çağı’ atlayan ‘aydın’ ve ‘bilimadamı’mız arasında farklılık olduğunu ileri sürmenin olanağı var mıdır?
Dışarıda da, ABD ve Fransa, Almanya, Hollanda’lı milletvekilleri ya da onların ‘ortak’ devleti AB’nin parlamentosundaki milletvekilleri ile ‘Rum ve Ermeni Mebusu’ arasında ne fark var?
Demek ki ‘özgürlükçü’, ‘demokrat’, ip atlar gibi ‘Özal Çağı atlayan’ ‘aydın’; ‘bililmadamı’ ya da ‘Rum ve Ermeni Milletvekillerimiz’in içeride ya da dışarıda olmalarının bir önemi yoktur. Bunlar biribirleri yerine, ekonomi politik diliyle ‘ikame’ edilebilirler. O nedenle emperyalizmi anlamanın ‘sorun’larımızı çözmede ne denli yararlı olacağının bir kez daha altını çizmek isterim.
İki Düzey: Batı ve Doğu
Değerli arkadaşlarım,
Bugün Türkiye’de daha çok ‘düzlem’ deyimi kullanılmakta olmasına karşın ben düzey deyimini kullanmak istiyorum. Bu konu felsede tartışılmakta olup, geliştirilmesi gereken ve toplumsal bilimlerde de kullanılabilecek bir deyimdir. Ancak bildiğimiz altlık/üstlük anıştırmasının dışında, düzey deyimi Doğu ile Batı ülkelerini ayırdetmede kullanılabilir diye düşünüyorum.
Toplumsal yasaların evrenselliği bu Doğu-Batı ikiliğini tüketici yönde işlememektedir. En azından ‘eşitsiz gelişme yasası’ günümüz dünyasında geçerliliğini hem de gözle görülebilir biçimde sürdürmektedir.
Bütün bunları Türkiye’mizin Doğulu ülkeler grubunda olduğunu vurgulamak için söylüyorum. Yani Türkiye AB’ye girecek olsa bile onunla tam bütünleşemeyecek ve belki de onun çözülmesini hızlandıracaktır.
Kaldı ki Türkiye’nin AB’ye girmesi olanak dışıdır.
Bugün AB’ye girmekten yana ileri sürülen tüm savların ‘bilimsel’likten yoksun ‘değer-yargısı’ olduklarını bilmek durumundayız.
Bu değerlendirmeler Komitemizi neden ilgilendiriyor denecek olursa, herşeyden önce yurtdışında yaşayan Türkler olarak Türkiye’mizin dış politikası’nın nesnesiyiz de ondan.
İkinci olarak, yurtdışında yaşayan diğer Türkî Cumhuriyet’lerin bireyleri ile birebir ilişki içindeyiz de ondan.
‘Sorun’lu bölgelerimizin, KKTC, Irak, Suriye, İran, Ermenistan ve Azerbaycan’lıların ‘sorunları’nı dile getirdikleri ve çözüm aradıkları ülkelerde yaşıyoruz da ondan.
O nedenle, çabalarımızın sözde kalmayıp kalıcı olabilmesi için durduğumuz yeri iyi saptayıp, stratejimizi doğru politikalarla temellendirmemiz gerekmektedir.
Bu politakaların başında Türkiye’nin tam bağımsızlığını savunmak gelir. AB’ye gireceğini düşleyen biri için ‘Ermeni Sorunu’nu çözmek demek, ‘bağışlayın yanlış yapmışız’ demektir.
Hürriyet ve İtilâf iktidarının Başbakanı Damat Ferid Paşa’nın bir Fransız muhabirine yaptığı açıklama Fransızca İstanbul Gazetesi’nde yayınlanır:
“Size Türkiye’den önce, herşeyine borçlu olduğum Fransa’yı anlatabilirim. Üç serserinin Fransa’ya savaş ilân ettiği gün gözyaşı döktük. Fransa’ya karşı savaş ilân etmenin, insanlığa karşı savaş ilân etmek olduğunu söyledik. Söyleyiniz mösyö, milletin ve saltanat hanedanının masum olduğunu söyleyiniz...”
‘Kıbrıs’ı Rumlara vereceksin’ diyen ABD ve AB karşısında bağımsız KKTC’yi savunmanın olanağı var mıdır?
Türkiye’yi eyaletlere bölmen ve haklarını vermen koşuluyla PKK’yı da Ermeni Lobisini de durdururum diyen ABD ve AB emperyalistlerine ‘sen bilirsin ağam, nasıl istersen öyle olsun’ demediğimiz için burada değil miyiz?
Düşüncelerimizi bilimsel olarak temellendirdiğimiz, uygar olmanın, insanlığın bugünkü aşamasında Devlet-Ulus’umuza sahip çıkmaktan geçtiğini ve onların Devlet-Ulus bitti yalanlarının bir ‘oyun’ olduğunu bildiğimiz için Komite’ler kurmak zorunda kalmadık mı?
Devlet-Ulus bitti ise Irak’ta neden üç devlet kurmak istiyorsun diye sormak hakkımız değil midir?
‘Karabağ sorunu’nu görmezden gelip Ermenistan’a ambargonu kaldır deme hakkını sana kim veriyor?
Batılı imiş! Sen Batılı isen ben de Doğulu’yum diyebilmeliyiz artık sevgili arkadaşlarım. Bunu da olgu ve olayları çözümleyerek, dünyayı anlayarak yapabiliriz ancak. Kimsenin aklına bizim birilerinin peşine takıldığımız kuşkusu gelmemelidir. Özgür istencimizle, gerektiğinde kendimizi de ‘feda’ edeceğiz.
Değerli arkadaşlarım,
Bu ‘feda’ sözcüğü ile ilgili olarak sizlere Lozan görüşmelerinin tıkandığı dönemde, 1921 baharında Çankaya’dan bir Fransız yazarın gözlemlerini aktarmak istiyorum:
Ve Adana’ya hareket edip Kilis turu tasarlayan Mustafa Kemal, kaynaşan ve sözdinlemez bu halkları yeniden ele geçirmeyi düşünüyordu. Ki O’ndan başka kimsenin sözünü dinlememekle birlikte Ankara anlaşması ile belirlenen sınırdan hiç de hoşnut değillerdi. Oysa Mustafa Kemal’in en sağlam dayanağı bu sınır olup, Mustafa Kemal’in yöre halkları üzerindeki nüfuzu kendi yazgısını da belirleyecekti. Birinci Lozan Konferansı’nın başarısızlığından buyana ateş üzerinde oturmaktaydı. Tüm bunlar, O söylemese de, ben biliyordum, ve tartışmanın özüne girmeksizin bana yöneltilen bakışlardan durumun ciddiyetini anlıyordum. “İsmet Paşa sizi yarın bekliyor” demekle yetindi.
Böylece Ankara ufuklarından uzaklaşırken, döndügünde Meclis’i dağıtmak üzere görevlendirdiği ekip arkadaşları hazırlıklarına başlıyorlardı. Gerek Doğu ve gerekse Batı ile ilgili eylemlerin tümünü ele alan, hazırlanan tuzakları çözen ve gerektiğinde en sert ve en sağlam önlemleri içeren hazırlıklardı sözkonusu olan.
Böylece yazgı ya da İngiliz oyunu Kilis yollarında yeni çatışmaların habercisi olmakta idi.
“Mustafa Kemal’in sürekli savaş alışkanlığı olan bu müslüman halklar üzerindeki başat etkinliğini biliyordum. Ankara anlaşaması sözcülerinin dile getirdikleri öylesine canlı öylesine sabırsız sözlerini anımsıyorum: “Sınırların belirlenmesi saçma ve dayanaksızdır. Sınırlar kanıtlanamaz ancak gerçek dostluk ilişkileri ile elde edilebilirler. Türk halkı yarısı bizde yarısı sizde olmak üzere ikiye bölünmüştür. Eğer tam bir uzlaşmaya varamazsak halktaki patlamayı tahmin edebiliyor musunuz? “Kendinizi feda edin” dedim onlara, yürekleri yanarak kabul ettiler. Bir gün bunu demeyecek olursam, iddia ediyorum, kim olursa olsun onlara başeğdiremeyecektir.
Ve O’nun Adana’ya apansız hareketi aynı zamanda Lozan tıkanıklıklarına bir yanıt demekti.
Görüldügü gibi, Türkiye’mizin bütün sınırları ‘o dönemdeki vatandaşlarımız’’dan hep ‘kendilerini feda’ etmelerini isteyerek çizilmiştir.
Buradan cografi olarak ‘Büyük Türkiye’ özlemi içinde olduğumuz anlamı da kesinlikle çıkarılmamalıdır.
Ancak, Irak sınırımızın ‘tartışıldığı’, ‘tartışılmakta’ olduğu ve ‘tartışılacağı’ gözönünde bulundurulursa, ‘kendilerini feda etmeleri’ni istediğimiz ve bugün 3 milyona yakın Türkmen kardeşimizin haklarını savunamamazlık edebilir miyiz?
Kuzey Irak’ın 7-7,5 milyonluk nüfusunun yarıya yakını Türkmen iken bizim Irak’la sorunumuz sadece basit bir terör olgusuna indirgenemez. Bu konuda Komitemiz üyesi Paris Iraklı Türkmenler Derneği başkanı sayın Bayatlı ayrıca açıklamalarda bulunacaktır sanıyorum.
Değerli arkadaşlarım,
Konuşacağımız çok konu var. Bütün bunları önümüzdeki toplantılarda ayrıntılı olarak ele alacağız. Şimdi seçimlere ve görev bölüşümüne geçelim isterseniz.
Görev alacak arkadaşlara başarılar diliyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Varlığımız Türk varlığına armağan olsun!
Paris, 30 Kasım 2007
Habip Hamza Erdem
EKLER:
1° Mustafa Kemal ve İttihat ve Terakki
2° Diyarbakır Vâlisi Doktor Çerkez Reşit Bey
3° Fransa ve Onlar
4° Damat (Hürriyet ve İtilaf) Hükumeti
5° Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey
6° Diğer notlar
1° Mustafa Kemal’in Yenigün’e açıklamaları
“Cemiyetimiz siyasî bir parti değildir”
Paşa, milletvekilliği konusundaki bir soruya “Millet beni isterse memnuniyetle kabul ederim. Fakat kendiliğimden hiçbir teşebbüste bulunmayacağım” diye yanıt verdi.
Bu sabahtan itibaren yeniden yayın hayatına başlayan Yenigün Gazetesi’nde Mustafa Kemal Paşa’nın bir beyanatı bulunmaktadır. Gazetenin Sivas’ta bulunan hususî muhabiri ile Heyet-i Temsiliye Başkanı arasında cereyan eden konuşma aynen şöyledir:
-Teşkilât-ı Milliye’nin, İttihatçı tahrikatı olduğuna dair bir rivayet var. Bu husustaki düşünceniz ne merkezdedir?
- Teşkilâtımızın ne gibi millî emellerden doğduğunu izah ettim. Binaenaleyh esas maksadımız vatan ve milleti kurtarmak olduğuna göre, karşımızda iki muhasım zümre bulunması pek tabii idi. Bunların biri, şahsî menfaatleri uğruna umumun menfaatlerini feda eden sabık (İtilâfçı) hükümet, ikincisi de çöküşümüzü bekleyen bir takım dahili düşmanlarımızdır. Bunlar cihan nazarında Harekât-ı Milliye’yi kirletmek ve kendilerini kurtarmak için, zaman icabı kuvvetli bir silaha mâlikti. Bu silah ise İttihatçılık iftirası idi.
Fakat gerek fiiliyat-ı milliyemiz ve gerekse hükümetin tebeddülünde gösterdiğimiz bîtaraflık, cihan efkâr-ı umumiyesinde sefil ihtiraslardan ne kadar münezzeh olduğumuzu ispat etti. Bize İttihatçı diyenler unutuyorlar ki, Harekât-ı Milliye bütün millet tarafından icra edilmektedir. Eğer işin içinde İttihatçılık olmak lâzım gelse, bütün millet İttihatçılıkla itham edilmiş olur. Fazla olarak, gerek şimdiye kadar neşrettiğimiz beyannamelerle ve gerekse umumî kongre de, hiçbir fırkaya mensup olmadığımızı ve İttihatçılıkla alâkamız bulunmadığını kâinata ilân etti. Hatta Padişah bile son beyanname-i hümayunlarında Teşkilât-ı Milliye’nin münhasıran esbab-ı milliyeden mütevellit olduğunu ilân buyurmuşlardı. Fakat Ferid Paşa hükümeti, yalnız millete değil, Temps Gazetesi muhabirine de Anadolu harekâtının İttihatçı tahrikatından mütevellik olduğunu söyledi. Artık böyle bir iddiaya nasıl ehemmiyet verilebilir? Hatta son zamanlarda Bolşevikliği de aleyhimizde bir silah gibi kullanmak isteyen Ferid Paşa, Trabzon ve Samsun’dan Anadolu’ya akın akın Bolşevikler geldiğini vilâyetlere resmî telgraflarla tebliğ ederek ilân etmek garabetinde bulunmuştu.
11 Ekim 1919
Mustafa Kemal Paşa, İttihatçı düşmanlığını doğru görmüyor
Paşa, İttihatçılık düşmanlığını esas itibariyle doğru görmediklerini, bunlar arasında tarafsız kalmış namuslu kimselerin de bulunduğunu belirtti.
Harbiye Bakanı, Perşembe günü Mustafa Kemal Paşa’ya bir telgraf göndererek, daha dört nokta üzerinde Heyet-i Temsiliye’nin görüşlerini alenen açıklamasını istemiştir. Bu dört nokta şunlardır:
- İttihatçılıkla münasebeti bulunmadığı,
- Osmanlı Devleti’nin Dünya Savaşı’na karışmasının doğru olmadığı ve harbe sürükleyenlere karşı, adları açıklanarak, bazı neşriyat yapılması ve kendilerinin kanun yolu ile cezalandırılmaları,
- Harp sırasında her türlü ağır suçları işleyenlerin kanuna göre cezalandırılmaktan kurtulamayacakları,
- Seçimlerin serbest yapılacağı.
Paşa’nın yanıtları:
Heyet-i Temsiliye adına verdiği cevapta Mustafa Kemal Paşa önce birinci madde, yani İttihatçılık konusu üzerinde durmuş, Sivas Kongresi’nde yapılan andı hatırlatmış, yalnız: “Gayrimüslimlerle İtilâf hükümetlerinin siyasî maksatlarla körükledikleri alelıtlak İttihatçılık düşmanlığını esas itibariyle doğru görmüyoruz” diyerek, bütün İttihatçıların suçlandırılamayacaklarını, bunların arasında tarafsız kalmış, namuslu kimseler olduğunu kaydetmiştir. Paşa, bütün bir kitlenin bu şekilde töhmet altında bırakılmasını da Heyet-i Temsiliye’nin tehlikeli addeylediğini ilâve etmiştir. 13 Ekim 1919
Mustafa Kemal’in Amerikan Ajansına verdiği beyanat:
Şehrimizde bulunan İngiliz Yüksek Siyasî Komiserliği, “United States Radio Press” adı altında bir Amerikan kaynağının, İngilizleri şiddetle suçlayan Mustafa Kemâl Paşa’nın bir beyanatını yayınladığını Londra’ya bildirmiştir.
Enver Paşa!
“Enver Paşa ile birlikte çalıştığımız doğru değildir. Güttüğü siyasetin Türkiye’ye zararlı olduğuna inanıyoruz. Hâlen nerede bulunduğunu da bilmemekteyiz. Rus Bolşevikleri ile birlikte olduğu yolunda söylentiler dolaşmaktadır. Azerbaycan’da bağımsız bir Türk hükümeti kurmak amacında olduğunu ifade eden bir mektubunu gördüm.
Türkiye’deki çıkarları peşinde koşan İngiliz – Fransız kapitalistlerinin milliyetçi hareketi desteklemekte oldukları hakikatlere aykırıdır.” 16 Ekim 1919
2° Diyarbakır Vâlisi Doktor Çerkez Reşit Bey
Doktor Reşit Bey, Bekirağa Bölüğü’nden kaçtı! 26 Ocak 1919
Ermeni tehciri olaylarından sanık, ilk İttihatçılardan ve eski Diyarbakır Vâlisi Doktor Çerkez Reşit Bey, dün, tutuklu olduğu Bekirağa Bölüğü’nden firar etmiştir. Hürriyet ve İtilâf Fırkası, bu kaçışa hükümetin tedbirsizliğinin sebep olduğunu ileri sürmekte ve Tevfik Paşa’yı protesto etmektedir.
Doktor Reşit Bey’in kaçışı, İtilâfçıların hükümete sert hücumlarına sebep olmuştur. Alemdar Gazetesi yazarı Refi Cevad, İttihatçıların her yana sızabileceklerini ve yeniden iktidara gelebileceklerini söylemekte ve “yapamadıklarımızı yapacaklar” demektedir. Yeni Gazete ise komitacılara karşı kesin tedbirler alınmasını istemektedir. 27 Ocak 1919
“Ermeni kırımına en çok karışmış ve Türk Hükümeti’nce (Tevfik Paşa Hükümeti) yakalanmış olan eski Diyarbakır Valisi Reşit Bey, 25 Ocak günü cezaevinden kaçtı. Bunu duyar duymaz hemen Mr. Ryan’ı (Baş tercüman ve ikinci müsteşar) sadrazama gönderdim ve şunları söylettim: Olayı pek vahim görmekteyim. Bu, yalnız Türk Hükümeti’ne karşı değil, aynı zamanda İtilâf Devletleri’ne karşı bir meydan okumadır...”
Görüldüğü gibi Calthorpe, İttihatçıların başardığı bu firar olayını, “emperyalizme meydan okuma” olarak görmektedir. Telgrafın devamında bu meydan okuyuşu, İttihatçılar vasıtasıyla bütün Türk milletine mâl eder:
“...Ermeni kırımı İngiltere’de duyulduğu zaman İngiliz devlet adamları, ilgili kişilerin sorumlu tutulacaklarını uygar dünyaya vaad etmişlerdi. İngiliz Hükümeti, sözünü yerine getirmeye kararlıdır... Reşit Bey’in kaçışını küçük memurların gevşekliğine bağlamak yararsızdır. Bu bir Türk oyunudur. Hükümet üyelerinin sorumluluktan kurtulamazlar...”
İngilizlerin kuklası ve İttihat ve Terakki’nin bir numaralı düşmanı olan Hürriyet ve İtilâf Fırkası’nın eli kalem tutanları da aynı kanaattedir. “İttihat ve Terakki Hükümeti’nin ardılı” olarak gördükleri Tevfik Paşa Hükümeti’ne karşı saldırıya geçip, firar olayından sorumlu olanların en sert şekilde cezalandırılmalarını talep ederler.
Dr. Çerkez Reşit Bey, on üç günlük kaçak hayatında, dost bildiği kişilerin evlerinde barınamadığı gibi Anadolu’ya geçmeyi de başaramaz. Başvurduğu kimseler ona “teslim olmasını” telkin ederler.
6 Şubat 1919’da ailesini görmek için saklandığı evden çıkıp Beşiktaş’a indiğinde, merkez memuru Ermeni Kirkor’un emrinde bir polis ekibince tanınır. “Ermeni tazıları” dediği polisler, peşine düşerler. Onu bir “av hayvanı” gibi kovalayıp, Beşiktaş’ta Haseki fulya tarlasında etrafını sararlar.
O zamanlar çocuk yaşta olan Muzaffer Çelik, olaya şahit olanlardandır. Reşit Bey’in kıstırılmasını ve hazin sonunu, kendi kaleminden şöyle aktarmaktadır:
“Nişantaşı’nda, Topağacı mevkiinde Fehmi Paşa konağındaki Nişantaşı Sultanîsi’nde okuyordum. Bir gün arkadaşlarla top oynarken Fransız ve Türk polislerinin bir adamı kovaladıklarını gördük, biz de takibe koyulduk. Tıknazca, sivil giyinmiş, gözlüklü bir zatın Ihlamur deresine doğru koştuğunu gördük. Polislerin elinde tabanca vardı. Onu yakalayamıyorlardı. Şimdi bile yerini tayin edebileceğim bir ağacın dibinde bu zatın intihar ettiğini gördük.”
Reşit Bey’in cebinde, ailesine yazmış olduğu şu mektup bulunur:
“Pek sevgili refikam ve çocuklarım,
Firarımdan dolayı... Muhafız Paşa ile Polis Müdürü bütün şiddet ve kuvvetleriyle beni arıyorlar. Ermeni tazıları da bunlara iltihak etmişlermiş. Gayretsiz ve hissiz bazı dostlarımın ihmâli, programımı sekteye uğrattı.
Utanmadan, teslim olmaklığımı tavsiye ediyorlar. Neticeyi karanlık görüyorum. Yakalanıp hükümetin oyuncağı, düşmanlarımın eğlencesi olmamak için, son dakikada intihar etmek fikrindeyim. Revolverim bir dakika yanımdan ayrılmıyor ve hazırdır. Hayatımın bence hiçbir kıymeti kalmadı. Bir müsait vakitte milletime son vazifemi yapar ve hayatımın bakiyesini tamamıyla size hasr ve tahsis ederim ümidiyle yaşamak isterdim. Ne çare, her istenilen olmadı. Sizi milletim için ihmâl ettim. İstikbâlinizi düşünemedim. Herkes beni Ermeni malı ile zenginleşmiş biliyor. Halbuki sizi temin-i maişetten âciz bırakıyorum. Bu da talihin bir cilvesi...”
Dr. Reşit Bey’in yakalanmak üzereyken intihar etmesiyle İngilizler, diğer “savaş suçlularına” da ibretlik bir ders vermiş olduklarını düşünürler. Calthorpe, Londra’ya bir telgraf çeker:
“Tutuklamaların etkisi, her bakımdan fevkalâde oldu. Hiç değilse İstanbul’da, İttihat ve Terakki komitesinin yıldırıldığını sanıyorum.
Reşit Bey, 6 Şubat’ta yakalandı ve onun üzerine intihar etti.”
Peki İngilizlerin bu firar ve intihar olayına bu kadar önem vermelerinde Reşit Bey’in kimliğinin rolü ne kadardır?
“Doktor Reşit Bey kimdir?”
Çerkez Mehmet Reşit Bey, 1873 senesinde Kafkasya’da doğmuş, 1889’da İstanbul’da Gülhane Mektep-i Tıbbiye-i Askeriyesi’nde öğrencilik hayatını sürdürürken siyasî olaylara ilgi duymuş, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ilk dört kurucusundan biri olmuştur.
İttihat ve Terakki’nin (ilk adıyla İttihad-ı Osmanî) kurucusu ve 1/1 numaralı üyesi İbrahim Temo, hatıralarında, eski Mektep-i Tıbbiye-i Askeriye’de bir teneffüs saatinde, İshak Sükûtî ile devrimci bir cemiyet kurma fikrini tartışırken, Çerkez Mehmet Reşit Bey’i nasıl “kurucu üye” olarak cemiyete dâhil ettiklerini şöyle anlatır:
“İshak: Güzel ama sen kime itimat edip de böyle tehlikeli bir işe teşebbüs etmemizi düşünüyorsun?
Ben: Evvelâ sen bir, (koğuştan çıkıp bize doğru gelmekte olan yamalı suratlı Mehmet Reşit’i göstererek) bu da iki, olduk üç. İşte bir cemiyet başladı demektir!
Mehmet Reşit’e işaret ederek yanımıza çağırdık. Fikrimizi açtık. Bu sıra, o zaman çok sofu olan Abdullah Cevdet ikindi namazını kılarak mektebin camisinden çıkıp yanımıza gelince: “Alınız bir de dördüncü!” dedim.
Mehmet Reşit: Kardeşim, teklifinize itiraz değil, teşekkür ederim. Lâkin bu dört tıbbiyeli genç ne yapabilir? Koca bir gizli cemiyet nasıl teşekkül edebilir? Bu koca şeytanî istibdatla nasıl boğuşabiliriz? Hayal ile uğraşmayalım, bunun başka bir yolunu bulalım” dedi.”
Fakat İbrahim Temo, Çerkez Reşit Bey’i ikna etmeyi başarır ve adı geçen dört gencin elleri birbirlerine kavuşarak ilk “ahdi misak” yapılır. Tarih 1 Mayıs 1889’dur ve İttihat ve Terakki Cemiyeti kurulmuştur.
Sanırız İngilizler, 1919’da Çerkez Mehmet Reşit Bey’i intihara mecbur ederek, onun şahsında İttihat ve Terakki’den intikam almak istemişlerdir.
Ermeni tehcirindeki rolü
1908 İnkılâbı’ndan sonra ordudan ayrılarak idareciliğe başlayan Dr. Reşit, çeşitli bölgelerde kaymakamlık, mutasarrıflık ve valilik görevlerinde bulunmuştur.
Diyarbakır’da valilik yaparken, Ermenilerin ihtilâl hazırlığı içinde bulunduklarını görür ve durumu not eder:
“Tekâlif-i Harbiye ambarları, askerî nakliyat ve bütün önemli işler hep Ermeni komitacıların eline bırakılmıştır. Ermeni ruhanî reisi, valinin has müşaviri olmuş, tahsildarlık gibi basit bir vazifeyi üstüne alan yüksek tahsil görmüş Ermenilere rastlanmakta ve bunlar köyleri dolaşarak Ermenileri ikaz etmekte, hazırlamakta, ruhani reis ile papazlar da mülhakatı dolaşarak “kurtuluş günü erişti, hazırlanınız, gerekirse çift hayvanlarınızı satıp silahlanınız, muvaffak olduktan sonra, Müslümanların serveti, mülkü bize kalacaktır” meâlinde ateşli nutuklar ve vaizlerle fikirleri zehirlemekte ve zehirlemişler, Ermeni mahallelerinde ordudan kaçan ve kaçırılan binlerce efradı toplamışlar, polis ve jandarmaları alenen tahrike koyulmuşlar, Ermeni mahallelerine polis ve jandarma girmeyecek derecede hükümet nüfusu kırılmış, alenen Ermeni istiklâl şarkılarıyla eğlenmekte ve: “Şimdiye kadar siz hâkim millettiniz, bundan sonra biz hâkim, siz mahkûmsunuz” hitapları ile ahali açıktan açığa tahrik edilmekte, hasılı, dinamitlerin ve bombaların patlaması için Rusların biraz daha ilerlemesi ve bundan gelecek emir ve işaret beklenmekte...”
Dr. Reşit Bey, bu tehlikenin kökünü kazımaya kararlıdır. Elinde 25-30 kadar jandarma ve eski sistem silahlarla donatılmış 50-60 kadar ihtiyat askeri vardır. Şehrin esnafını, ruhanî reislerini ve ruhanî meclis üyelerini makamına getirterek, asker kaçağı ve komitacıların bir hafta içinde teslim edilmelerini ister. Ermeniler uyarıya aldırış etmezler.
Dr. Reşit Bey, bundan sonrasını şöyle anlatır:
“Belli günde sabah erkenden Ermeni mahallesinin en mühim 3-4 sokağını ve bazı mühim noktalarını tutturup, evleri ânî bir şekilde birer birer araştırmaya ve bir günde 500’den fazla asker kaçağını yakalamaya muvaffak oldum.
Ele geçirilenler arasında Ermenilerin hareket planları ve takip edecekleri programları da vardır. Bunlardan edinilen bilgilere göre: “7 yaşından yukarınız ve erkek çocukları da dâhil bütün Müslümanlar öldürülecek, şehir ve kasabalarda taarruz ve müdafaa tertibatları, kumanda heyetleri kurulacak, Ruslar biraz daha ilerleyebilirlerse resmî daireler ve şehir kapıları bomba ile havaya uçurulacak; vâli, polis müdürü ve jandarma komutanı gibi idare amirleri öldürüldükten sonra Müslüman ahali katledilecektir.” Yine ele geçirilen planlar ile yakalananların ifadelerinden, “vilâyetin en küçük bir Ermeni köyünde bile teşkilâtı, silah ve bomba bulunduğu, büyük – küçük, kadın – erkek, bütün Ermenilerin teşkilât ve maksattan haberdar oldukları, paraca, bedence veya fikirce bu teşebbüse iştirak etmeyen hiçbir Ermeni bulunmadığı” anlaşılmıştır.”
14 Mayıs 1331 (27 Mayıs 1915) tarihinde İttihat ve Terakki Hükümeti ünlü “Tehcir Kanunu”nu çıkarır.
Dr. Mehmet Reşit Bey, devletin bir vâlisi olarak elinden geldiğince adil davranmaya çalıştığını söylemektedir. Gerek şehir merkezinde, gerek ilçelerde uygulanması için bir talimatnâme yazdırmıştır. Bu talimatnâmeye göre, bir soykırımın yapılması şöyle dursun, “sevk olunacak ailelere birkaç gün önce malûmat verilerek hazır bulunmaları ihtar olunacak, beraberinde götürecekleri para ve menkûl eşyayı almalarına mâni olunmayacaktı.”
3° Fransa ve Onlar
Hürriyet ve İtilâf Partisi sempatizanı Türkçe İstanbul Gazetesi, d’Esperey’in 8 Şubat’ta İstanbul’a gelişi dolayısıyla yayınladığı “Fransa ve Biz” başlıklı makalede şu yorumu yapmıştır:
“Türkiye, Fransa’nın birçok yardımlarını gördüğü hâlde Genel Savaş’ta Fransa’yı gücendirmişti. Türkler, İngiltere’ye, Fransa’ya karşı silâh tutmakla cinayet işlemişlerdi. Fransa bir dakika bizi dinlerse beratımıza hükmedecektir. İttihatçılar 10 yıldan beri bize yalnız İngiliz ve Fransız dostluğunu değil, insanlığı unutturdular. Fransa’dan büyüklük bekliyoruz...” 12 Şubat 1919
Türkiye’de Bolşeviklik propagandası yayılıyor!
Fransız basınında Türkiye aleyhinde yayın devam etmektedir. Fransız Hükümeti’nin yarı-resmi yayın organı Le Temps’da İttihat ve Terakki çeteleri hakkında çıkan haber şöyledir:
“İzmir muhabiri bildiriyor: Gizliden çete teşkilâtı kuruluyor. Hareketin liderleri, bir nevi Bolşeviklik propagandası yapıp, halkı Hıristiyan toprak sahiplerinin topraklarına el koymaya teşvik ediyorlar...
Rene Pio’nun Paris’teki Hronos Gazetesi’ne telgrafı: “Başlıca çare, vakit kaybetmeden kuvvet sevk etmektir.” 15 Şubat 1919
3° DAMAT FERİT (Hürriyet ve İtilaf) HÛKUMETİ
Üçüncü Tevfik Paşa kabinesi istifa etti. İstifanın başlıca sebepleri, d’Esperey’in tehditleri, basının hükümeti şiddetle eleştirmesi, Hürriyet ve İtilâf’ın Damat Ferid’i başbakan yapmak için çevirdiği entrikalar ve padişahın savaş yılları hükümetlerinin Yüce Divan yerine Divanıharp’te yargılanmalarına dair hükümet kararnamesini geri çevirmesidir. İttihat ve Terakki’nin düşüşünden beş ay sonra yeniden bir “fırka hükümeti” kurulmuş oldu. 3 Mart 1919
DAMAT FERİT (Hürriyet ve İtilaf) Hükumeti: 4 Mart 1919
“Şeyhülislâm: Hürriyet ve İtilâf Fırka Reis-i Sânisi Mustafa Sabri Efendi.
Harbiye: Ahmet Abuk Paşa.
Dahiliye: Konya Valisi Cemâl Bey.
Bahriye: Müşîr Şakir Paşa.
Posta ve Telgraf: Mehmet Ali Bey
Maliye: Divan-ı Muhasebât Reisi Tevfik Bey.
Nafia: Ali Paşa.
Maarif: Hürriyet ve İtilâf Fırkası Kâtib-i Umumîsi Ali Kemâl.
Evkaf: Vasfi Efendi
Bayındırlık: Avni Paşa
Ziraat, Ticaret: Ethem Bey”
4° Kemal Bey ağlattı
İttihatçıların sorgulanmaları devam ediyor.
Divanıharp’te Yozgat Ermeni tehciri sanıkları Kemal ve Tevfik Beylerin son duruşması yapıldı. 100 kadar kişinin izlediği duruşmada avukat Selahattin Bey, Kemal Bey’in Ermenilerin öldürülmesinde fail olarak suçlanamayacağını, bu öldürmelere engel olmasının mümkün olmadığını söyledi. Tanık ifadelerini reddetti.
Kemal ve Tevfik Beyler de uzun uzun hayatlarını anlattılar. Kemal Bey, savunmasını okurken ağladı ve dinleyiciler de ağlamaya başladılar. Savunmayı, Bekirağa Bölüğü’nde tutuklu bulunan Halil Bey yazmıştı ve okunduktan sonra mahkeme başkanı da ağlamıştır. 7 Nisan 1919
Boğazlıyan Kaymakamı Kemâl Bey idam edildi!
8 Nisan’da, “Ermenileri tehcir ettirmek” suçundan hakkında idam hükmü çıkan Kemâl Bey, dün İstanbul’da asılmıştır.
Caltrophe, raporunda, “İstanbul’da çok tesirli gösterilerin olduğunu, ileride Malta adasının tercih edilmesi gerektiğini” söylerken, Şeyhülislâm ve Hürriyet İtilâf Fırkası üyesi Mustafa Sabri, Kemâl Bey’in idamının “şeriata uygun” olduğuna dair bir fetva yayınlamıştır. 11 Nisan 1919
Osmanlı İmparatorluğu’nu Birinci Paylaşım Savaşı’na sokan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ileri gelenleri, Başbakan Talât Paşa, Başkomutan Vekili Enver Paşa, Cemal Paşa ile arkadaşları Dr. Nazım, Bedri, Bahattin Şakir, Azmi Beyler 3 Kasım 1918 gecesi Alman U-170 denizaltısı ile İstanbul’dan Odesa yönüne hareket etmişlerdir.
İttihat ve Terakki Fırkası’nın son kongresinin son oturumunda, partinin adının tarihe karıştığı ve cemiyetin feshedilmesi 4 çekimser, 9 olumsuz oya karşı 35 oyla kabul edilmiştir. Parti kongresinde, “Teceddüt” adıyla yeni bir parti kurulması da kararlaştırılmış bulunuyor.
Padişah VI Mehmed Vahidettin, İngilizlere zorluk çıkaracak milliyetçi bakanları hükümette görmek istememektedir. Öğrendiğimize göre Padişah, Başbakan’dan üç İttihatçı bakanın kabineden çıkarılmasını istemiş, fakat Başbakan İzzet Paşa bu teklifi reddetmiştir. 8 Kasım 1918: Kabine istifa etti.
Kabinesinde bazı İttihatçıları bulundurduğu gerekçesiyle İngilizlerin isteklerini yeteri kadar yerine getiremeyen Başbakan Ahmet İzzet Paşa, Padişah tarafından istifaya zorandı. Kabine, basın organların çoğunun saldırısına uğruyor ve “İttihatçılara artçılık yapan bir hükümet” olarak nitelendiriliyordu.
Hürriyet ve İtilâf’ın İngilizciliği açıkca ortaya çıkmıştır.
İngiliz Askerî Ataşesi General Deeds, hazırladığı raporda, Hürriyet ve İtilâf Fırkası’nın İngiltere Elçiliği’nin desteğini sağlamak için birçok girişimde bulunduğunu yazmaktadır.
İtilâfçılar, mevcut hükümetin Ermeni kırımı ve Rum sürgünlerinden sorumlu olanları cezalandıramayacağını, bunu kendi partilerinin yapabileceğini söylemişlerdir.
General Deeds, “bu konuda enerjik davranacak bir hükümeti, enerjik olmayacak hükümete tercih edeceklerini” söylemiş ve Tevfik Paşa’ya karşı İtilâfçılardan yana tavır koymuştur.27 Şubat 1919
“Bugün Ferid Paşa’nın başbakanlığında teşekkül etmiş olan yeni kabinenin bütün âzâsı Hürriyet ve İtilâf Fırkası’na mensuptur. Binaenaleyh kabine tam mânâsiyle bir fırka kabinesidir ve yalnız bir fırkadan doğduğu için mütecanis bir kabinedir.” İkdam, 5 Mart 1919
Mütarekeden sonra yeniden faaliyetlerine başlayan Türkiye Sosyalist Fırkası, dünkü toplantısında Hürriyet ve İtilâf Fırkası Hükümeti’ni desteklemeye karar vermiştir. Gazetelerde çıkan birçok habere göre, İtilâfçıların iktidara gelmesi yüzlerce telgrafla kutlanmaktadır.
Dün yayınlanan Fransızca İstanbul gazeteleri de Damat Ferid kabinesini övmektedirler. Bu, yeni kabinenin İtilâf Devletleri üzerinde iyi bir intiba bıraktığını göstermektedir. 6 Mart 1919
Damat Ferid Paşa kabinesi kurulur kurulmaz büyük bir İttihatçı tevkifatına girişilmesi, İtilâfçıların İttihat ve Terakki’den intikam aldığı düşüncesini doğurmuştur. Bilindiği gibi, 1913’te Mahmut Şevket Paşa suikastından sonra İttihat ve Terakki hükümeti, Hürriyet ve İtilâfçıları sürgüne göndermiş, muhalefeti susturmuştu.
İngiliz mandası isteyen Sadık Bey kabineye alındı
Hürriyet İtilâf Partisi’nin reisi emekli albay Sadık Bey, Padişah Vahidettin tarafından Senato’ya üye tâyin edilmiş ve hemen akabinde de Damat Ferid kabinesine “sandalyesiz bakan” olarak yerleştirilmiştir.
Ermenilere zulüm yaptıkları iddiası ile tevkif edilen İttihatçılar arasında Profesör Fuad Köprülü ile eski İttihatçı mebuslar ve bir de gazeteci var.
67 İttihatçı dün Malta’ya götürüldü: 29 Mayıs 1919
İngilizler, İzmir’in işgali üzerine başlayan galeyanı bu şekilde hareket ederek söndüreceklerini hesaplarlarmış!
Evvelki akşam İngiliz karargâhından bir general, Harbiye Nâzırı Şevket Turgut Paşa’ya gelmiş ve Bekirağa bölüğünde hapsedilmiş bulunanlardan yirmisini alıp götürmek üzere emir aldığını bildirmiştir.
Harbiye Nâzırı, ne sebeple ve kimlerin ne maksatla alınacağını sormuş, İngiliz generali bu hususta herhangi bir izahatta bulunmaya yetkili olmadığını söylemekle yetinmiştir.
Şevket Turgut Paşa derhâl Damat Ferid’e ve kabineye durumu bildirmiş ve yapılan toplantıda İngilizlerin bu davranışı müzakere edilmiştir. Teessürle öğrendiğimize göre kabine hiçbir karara varamamıştır.
Mütareke ahkâmına da tamamiyle aykırı olarak hareket etmekte kendilerini serbest gören İngiliz kumandanı General Milne’nın adamları dün sabah erkenden Bekirağa bölüğüne gelmişler ve Türk muhafızların itirazlarına bile aldırmadan mevkuflardan 67’sini toplayarak kamyonlara bindirip götürmüşlerdir.
Önceki akşam Harbiye Nâzırına gelen İngiliz generalinin elindeki listede yirmi isim bulunmasına rağmen dün sabah 67 kişiyi toplamasının da izahı yapılmamıştır. Götürülenler eski iktidarın ileri gelenleridir. Öğrendiğimize göre aralarında şu şahıslar vardır:
Eski Sadrazam Sait Halim Paşa, Abbas Halim Paşa, Şeyhülislâm Hayri Efendi, Eski Dışişleri Bakanı Ahmed Nesimi, İttihatçıların ileri gelenlerinden Halil İbrahim, Ali Münif, Fethi, İsmail Canbulat, Kemal, Mithat Şükrü, Ziya Gökalp, Rıza, Atıf Beyler.
Eski Sivas vâlilerinden Ahmet Sabit, Bedrettin, Musul vâlisi Memduh, Konya vâlisi Muammer, İzmit vâlisi Rahmi, Edirne vâlisi Zekeriya.
Eski İttihatçı mebuslardan Übeydullah, Hasan Fehmi, Haydar, Hüseyin Kadri, Hüseyin Tosun, Habib, Salah Cimcoz, Suudi, Hacı Adil, Fâzıl Berki, Ahmet Agayef, Hüseyin Cahit, Rıza Hamit, Sabri Beyler.
Götürülen Generaller:
İngilizler, Vahip ve Halit Paşalardan maada bilumum ordu kumandanlarını da toplamışlardır.
Süleyman Numan Paşa, Mahmut Kâmil Paşa, Hacı Ahmet Paşa da kamyonlara atılmıştır.
Eski garnizon kumandanlığından 14 subay da İngilizler tarafından götürülmüştür.
Toplananlar, kamyonlarla Tophane’ye indirilmiş, kayıklarla süngüler arasında “Prencess Victoria” gemisine nakledilmiş ve Malta adasına sevk edilmişlerdir.
İngilizlere yakın çevrelere göre, İzmir’in işgâli üzerine başlayan galeyan bu şekilde söndürülmek isteniyormuş.
Bir İstanbul gazetesi, İzmir’in işgali üzerine başlamış olan boykotun bir “İttihatçı oyunu” olduğunu ileri sürerek buna son verilmesini istiyor.
İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali üzerine, şehrimizde Yunan şileplerine karşı bir boykot hareketi başlamıştır.
Hadisat Gazetesi, dün bu boykotu yermiş ve bu hareketin İttihatçılar tarafından hazırlanmış bir oyun olduğunu ileri sürerek:
“Boykot dolayısiyle Anadolu halkı elindeki malı ihraç edemeyecek, bundan da karışıklıklar çıkacaktır” demekte ve İttihatçıların bu karışıklıklardan faydalanmayı hesapladıklarını da ilâve etmektedir. 12 Haziran 1919
Hürriyet İtilâf Partisi, son zamanlarda “İngiliz Muhipleri Cemiyeti”nin kurulmasında ana rolü oynamış ve İngiliz mandasının kabulü için geniş bir kampanya açmıştır.
Diğer taraftan partinin başkanı Sadık Bey, Saltanat Şûrası toplantısında da İngiliz mandasını resmen isteyecek kadar ileri gitmiştir.
İngilizlerin be bilhassa ajanları Papaz Frew’un, Osmanlı ülkesi üzerinde İngiliz idaresinin kurulması için geniş faaliyet gösterdikleri ve el altından para da temin ettikleri bilinmektedir.
Aydın cephesinde Yunan ordusu karşısında halkın mukavemet gücünü, oradaki Hürriyet Partisi Şubesi üyelerinin yaptıkları da hatırdan çıkmamıştır.
14 Haziran 1919
Divanıharp savcıları teker teker istifa ediyorlar
İleri Gazetesi’nin bildirdiğine göre, İttihatçıların muhakemesi ile meşgul bulunmakta olan Divanıharp’in savcılarından Muammer Bey dün istifasını vermiştir.
Divanıharp’in davranışı karşısında istifa eden savcıların sayısı böylece üçe yükselmiştir. 16 Haziran 1919
Bütün bunlar olurken İstanbul hükumeti ne ile uğraşmakta?
Divanıharp, dün yaptığı toplantıda yeniden Musul tehciri dâvâsını incelemiştir. Birçok subay ve idareci İttihatçı olarak Ermenilerin tehciri işinde oynadıkları roller dolayısıyla itham edilmişler ve birçok ithamlar karşısında bırakılmışlardır.
17 Haziran 1919