"Tam Bağımsızlık" Nedir?
Ey Türk Gençliği!
Birinci vazifen, Türk istiklalini, Türk Cumhuriyeti’ni
ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.
M. K. Atatürk
Atatürkçü düşüncenin, 10 ilke üzerinde yükseldiğine inanırım: Bilim İlkesi, Ahlak İlkesi, Laiklik İlkesi, Devrimcilik İlkesi, Millî Egemenlik İlkesi, Tam Bağımsızlık İlkesi, Cumhuriyetçilik İlkesi, Milliyetçilik İlkesi, Halkçılık İlkesi, Devletçilik İlkesi.
Okuduğunuz yazıda bu 10 ilkeden Tam Bağımsızlık İlkesi çerçevesinde, “Tam Bağımsızlık” kavramını tanıtmaya çalışacağım.
***
Bağımsızlık (istiklal) bir millet için söz konusu olduğu kadar, bir birey için de söz konusudur. Bu takdirde ona özgürlük deriz. Özgürlük bireyin başta gelen haklarındandır. Kısaca, “bireyin kendini ilgilendiren kararları kendisinin alması ve uygulayabilmesi” şeklinde tanımlayabiliriz. Bu, bir millet için de böyledir: Eğer bir millet; kararlarını, doğrudan veya kendi kurumları aracılığı ile serbestçe kendisi alıyor ve uyguluyorsa, o millet bağımsız demektir.
Atatürk’e göre tam bağımsızlık (istiklali tam) bir milletin, varlığını sürdürmesinin temel koşullarındandır. Varlığını sürdürmesi, kendisini gerçekleştirmesi, yani sahip olduğu nitelik ve yetenekleri sonuna kadar değerlendirmesi, o milletin bağımsız olmasına bağlıdır. Tam Bağımsızlık Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, üzerinde yükseldiği iki temelden biridir. Başka bir deyişle, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temel taşları ikidir: Birincisi Millî Egemenlik, diğeri Tam Bağımsızlık... Atatürk devletimizi bu yaşatıcı temeller üzerine inşa etmiştir. Bunlar aynı zamanda –yukarda belirttim- Atatürkçülüğün ilkelerindendir.
Acaba neden devletimizin temel taşlarıdır bu ilkeler? Çünkü Millî Egemenlik, devletin, iç düşmanların eline geçmesini, Tam Bağımsızlık ise dış düşmanların eline geçmesini önler. Öte yandan, bu ilkelerden biri olmadan öbürü de olmaz; biri giderse, öbürü de gider. Millî Egemenlik giderse, Tam Bağımsızlık da gider. Tam Bağımsızlık olmazsa, Millî Egemenlik de olmaz. Millî egemenliğe dayanmayan, tam bağımsız olmayan bir devlet de ayakta duramaz, devlet olmaktan çıkar; zamanla “şunun bunun”, iç ve dış düşmanların “oyuncağı” haline gelir. Ülke gizli veya açık işgale uğrar, sömürgeleşir. Millet yaşayamaz; varlığını sürdüremez; erir, dağılır, yok olur. Atatürk’ün “Ya istiklal, ya ölüm!” parolasının anlamını bu gerçekte aramak gerekir. Bunun içindir ki Atatürk, Türklerin millî ülküsünü (millî hedefini) şöyle formüle etmiştir: Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yaşatmak, Tam Bağımsızlığını korumak! Bu her Atatürkçünün birinci görevidir.
***
Peki, Atatürk’ün üzerinde ısrarla durduğu, bu derece yaşamsal olan Tam Bağımsızlık nasıl bir olgudur, nasıl tanımlanır, özellikleri nelerdir?
Tam bağımsızlık kısa bir tanımla, “bir milletin, kararlarını serbestçe kendisinin alması” demektir. Atatürk tam bağımsızlığı şöyle açıklar: “Tam bağımsızlık demek; siyaset, maliye, iktisat, adalet, askerlik, kültür gibi her alanda... tam serbestlik demektir.” Tam bağımsızlık, devletimizin başka bir devletin veya herhangi bir uluslararası kuruluşun kesin etkisi ya da vesayeti altında bulunmamasıdır. Bir diğer yönüyle Tam Bağımsızlık “yabancılara hiçbir ayrıcalık tanınmaması” demektir. Bütün bu saydığım alanlarda meclis, cumhurbaşkanı ve hükümetin, yargının bütün karar ve tercihlerinin, serbestçe ve Millî İrade’ye uygun olarak gerçekleştirilmesidir.
Lozan’da büyük devletler ekonomik ve adlî kapitülasyonlar konusunda zorluklar çıkarmış, görüşmeler uzamıştı. Atatürk buna rağmen geri adım atmadı; Tam Bağımsızlık ülküsünden ödün vermedi: “Biz barış istiyoruz,’ dediğimiz zaman, ‘tam bağımsızlık istiyoruz’ dediğimizi herkes bilmelidir. Bunu istemeye hakkımız ve gücümüz vardır. On yıl, yirmi yıl sonra aşağılanarak ölmektense, şimdiden onurumuzla ölmeyi yeğleriz.” Bu onurlu tutum ve çelik irade sayesindedir ki, sonunda Türkiye tam bağımsızlığına kavuşmuştu.
Tam bağımsızlık, siyasal bağımsızlık demek değildir; tersine - tanımından da anlaşılacağı üzere- çok yönlü, çok unsurlu bir kavramdır. Nitekim Atatürk 1922’de İngiltere temsilcisi General Harrington’dan, görüşme koşulu olarak “ulusal sınırlarımız içinde siyaset, maliye, iktisat, askerlik, adalet ve kültür yönlerinden tam bağımsızlığımızın kabulünü” istemişti. Batılı gazetecilere verdiği demeçlerde de şunları söylüyordu: Biz “bütün topraklarımızda gerçek bağımsızlık istiyoruz. Adlî, mâlî ya da askerî kapitülasyonların hiçbirini tanımıyoruz... Siyasal, adlî, ekonomik ve mâlî bağımsızlığımızı, dolayısıyla yaşama hakkımızı inkâra ve ortadan kaldırmaya yönelik Sevr Antlaşması bizce mevcut değildir... Ulusal sınırlarımız içinde tam olarak bağımsız, yani kapitülasyonsuz bir Türkiye istiyoruz.”
Tek başına siyasal bağımsızlık, tam bağımsızlığın “aldatıcı olanı”dır, bir tür “dolaylı bağımlılık”tır. Siyasal bağımsızlık “bir devletin dışta ve içte başka bir devletin resmen denetimine ya da yönetimine tabi olmaması” demektir. Siyasal bağımsızlık, tek başına, bağımsızlık dâvâsını çözemez. Bir bağımsızlık; “tam” ve “gerçek” olabilmesi için, diğer alanlarda da, yani ekonomik, mâlî (finansal), adlî, askerî, sosyal ve kültürel alanlarda da gerçekleştirilmiş olmalıdır. Eğer bir devlet bu saydığımız alanlarda başka bir devletin etkisi altında ise, o zaman bağımsızlık değil, bağımlılık söz konusudur. “Etki”den maksat, devletin “kendi işlerinde serbestçe yön belirleme ve karar alma yetkisinin fiilen ortadan kalkmış” olmasıdır.
***
Tam bağımsızlığın özellikleri vardır, başlıcaları şunlardır:
-Tam bağımsızlık; Millî Egemenlikle birlikte bir ulusun -örneğin Türk ulusunun- varlığını sürdürmesinin temel koşuludur.
-Tam bağımsızlık istisna tanımaz. Siyasetten adliyeye, ekonomiden kültüre, bütün diğer alanlara kadar, bu alanların tek birinde bile yabancı müdahalesi varsa, tam bağımsızlık zedelenmiş demektir.
-Nasıl birey özgürlüğü sınırsız değilse, bir milletin bağımsızlığı da sınırsız değildir. Şu anlamda ki, bir millet, bir devlet, bağımsızlığını başka milletlere, uluslararası topluma zarar verecek şekilde kullanamaz.
-Tam bağımsızlık bir ülkenin kendi içine kapanması anlamına gelmez. Ülke -örneğin Türkiye- dünyanın diğer bütün ülkeleri ile her türlü ilişki kurabilir. Bunun tek koşulu, kurulan ilişkilerin tam bağımsızlığı zedelememesidir.
***
Bağımsızlıktan yoksun olmanın, kısaca bağımlı olmanın sonuçları neler olabilir? Aşağıda yanıtlamaya çalışıyorum.
İnsanoğlu, yapısı sebebiyle, geniş boyutlu olan (makro boyutlu) olguları anlamakta güçlük çeker, kendi küçük ölçeğinde, yakın çevresinde (mikro boyutlu) olup biteni daha kolay fark eder ve kavrar. Ulusal bağımsızlık konusunda da böyledir. Genel olarak bireylerin bir milletin bağımsızlığının ne olduğunu, bunun neden yaşamsal olduğunu bilmemeleri olasılığı hayli yüksektir. Bu sebeple sonuçlarının vahametini de fark edemezler. Konu bu sebeple ayrı bir öneme sahiptir, çok iyi öğrenmeli ve öğretmelidir.
Soruyu şöyle de ortaya koyabiliriz: Bir devletin, bir milletin bağımsız olması ya da olmaması ne anlama gelir? Kolay anlaşılır bir açıklama için, ölçeği küçültelim, bağımsızlıktan (özgürlükten) yoksun olmanın yaratacağı sonuçları bir insan örneğinde görelim.
Bir birey düşünün ki ihtiyaçlarını kendisi belirleyemez, başkası belirler. Neyi yiyeceğine, neyi giyeceğine, nerede barınacağına başka biri karar verir. Yapabildiği tek şey, kendisine dayatılan kararları uygulamaktan ibarettir. Sosyal ilişkileri, arkadaşlık kurması, evlenmesi, çoluk çocuk sahibi olması; başka birinin, örneğin efendisinin iznine bağlıdır. Nerede, hangi işte, nasıl çalışacağına da efendisi karar verir. Eğer bir insan bu koşullar altında yaşıyorsa, o insan “bağımsız” olmayan biridir, yani “özgür” değildir, olsa olsa bir köledir. İşte bağımsız olmayan bir millet de tıpkı bu insan gibidir: Bağımsız değildir, bir “köle-millet”tir!
Buna karşılık tam bağımsız bir devlet, her alanda tam serbestliğe sahiptir. İşlerine hiçbir yabancı devlet veya uluslararası kuruluş karışamaz. Hiçbir yabancı devlet tarafından denetlenemez. Uluslararası haklarından serbestçe, tam olarak yararlanır. Siyasal, askerî ve ekonomik açılardan, öteki devletlerle tam olarak eşit bir konumda bulunur. Onur ve saygınlık sahibidir. İtilip kakılmaz. Yaşama, varlığını sürdürme yeteneği güçlüdür. Kaynaklarını kendisi ve kendi halkı için kullanır. Başarılıdır, esenliklidir.
***
Özgür olmayan bir bireyin ne durumlara düştüğünü gördük. Peki, bağımsız olmayan bir devlet ne durumda olur, başına neler gelir? Somut bir örnek üzerinde, Atatürk’ün gözlem ve değerlendirmeleriyle görelim. Örnek yabancı değil, Osmanlı devleti!...
Osmanlı Devleti, emperyalist ülkelere çeşitli yollardan pek çok ayrıcalık tanıdığı için, hemen bütün alanlarda bağımsızlığını geniş ölçüde yitirmiş; yabancı güçlerin nüfuz ve egemenliği altına girmişti. Öyle ki devlet; büyük devletler izin vermediği için, ülkede -örneğin- demiryolu, hattâ okul bile yaptıramıyordu. İğneden ipliğe, naldan mıha kadar, hiçbir malı kendisi üretemiyordu. Avrupa’ya öylesine borçlanmıştı ki, borçların faizlerini bile ödeyemez duruma düşmüştü. Topraklarında faaliyet gösteren yabancıları yargılama hakkı yoktu. Onlardan vergi alması engellenmişti. Devletin varlığını kemirip duran azınlıklara karşı hiçbir önlem alamıyordu. Yabancılara tanınan ekonomik ayrıcalıklar, ülkenin gelişme kaynaklarını kurutuyordu.
Osmanlı devletinin bu trajik durumunu ve neden bağımsız olmadığını doğrudan doğruya Atatürk’ten dinleyelim:
Bir devlet ki kendi uyruğuna koyduğu bir vergiyi yabancılara koyamaz, gümrük işlemlerini, resimlerini ülkenin ve milletin ihtiyaçlarına göre düzenlemesi engellenmiştir; bir devlet ki bunların da ötesinde yabancılar üzerinde yargı yetkisini uygulamaktan men edilmiştir; böyle bir devlete elbette bağımsız denemez. Osmanlı devletinin ve milletin yaşamına yapılan müdahaleler bu saydıklarımdan ibaret de değildi, daha fazla idi. Doğrudan doğruya milletin yaşamsal ihtiyaçlarından olan, örneğin demiryolu yapmak için, fabrika yapmak için devlet serbest değildi; mutlaka dış müdahale vardı. Bu şekilde hayatını teminden menettirilen bir devlet hiç bağımsız olabilir mi? Gerçekte Osmanlı Devleti bağımsızlığını çoktan kaybetmişti. Osmanlı ülkesi yabancıların serbest bir sömürgesinden başka bir şey değildi; Osmanlı içindeki Türk milleti de tamamen tutsak durumuna getirilmişti. Bu sonuç milletin kendi iradesine ve kendi egemenliğine sahip bulunamamasından, bu irade ve egemenliğin şunun bunun elinde kullanılagelmiş olmasından kaynaklanıyordu.
Bu sözleriyle Atatürk bize hem bir devletin bağımlı olmasının belirti ve sonuçlarını, hem de ana sebebini de açıklamış oluyor. Buna göre bağımsız olmayan bir ülkede:
-Devlet yabancı güçlerin nüfuz ve egemenliğine girmiştir. Devletin ve milletin hayatına yabancı müdahalesi vardır.
-Yabancılara ekonomik ve başka ayrıcalıklar tanınmıştır.
-Birçok kamu hizmetinin yerine getirilmesi yabancı güçlerin iznine tabidir.
-Ülke ihtiyaç duyduğu birçok malı kendisi üretemez, ithalatla karşılamak zorundadır.
-Ülke aşırı borç yükü altındadır.
-Devlet içerde ülke aleyhinde çalışan, yine dış güçlerin koruma altına aldığı azınlıklara ve benzeri topluluklara karşı etkisizdir.
-Devlet yabancı uyrukluları yargılayamaz, onlardan vergi alamaz.
-Millet kendi iradesini ve egemenliğini kullanamaz.
Bunları okuyunca aklımıza şu yaşamsal soruların gelmesi kaçınılmaz oluyor: Bir devlet nasıl olur da böylesine sefil bir duruma düşer? Bir devlet neden bağımsızlığını yitirir, uğradığı bu trajik durumun sebebi nedir?
Yanıtımız şudur: Bu düşüşün ana sebebi milletin kendi iradesine ve kendi egemenliğine sahip olmamasıdır, irade ve egemenliğin şunun bunun eline geçmiş, onlar tarafından kullanılmakta olmasıdır.
***
Sonuç olarak şunları kaydetmek isterim:
Türkiye Cumhuriyeti deyince, onu daima iki temeli ile birlikte düşüneceğiz: Millî Egemenlik, Tam Bağımsızlık... Devletimiz ancak bu ikisi varsa, vardır. Bunlar yoksa ya da önemli ölçüde zedelenmiş ise devlet çökmüş demektir, ya da çökme yolundadır.
Yurtseverlik; devletinin yalnızca topraklarına, bayrağına, sınırlarına sahip çıkmaktan ibaret değildir. Bir yurtsever bunların yanı sıra Millî İrade’ye ve Millî Egemenliğe, ülkenin ekonomisine, maliyesine, ordusuna, adalet kurumlarına, kültürüne de, kısacası Tam Bağımsızlığına da sahip çıkar. Bu yüksek değerlere yönelen yabancı müdahalesini şiddetle reddeder, fiilen karşı çıkar. Ülkeyi yönetenlerden de aynı tutumu bekler, gerektiğinde hesap sorar.
Egemenliğini kendi elinde tutmayan veya tutamayan bir millet, kaçınılmaz olarak bağımsızlığını da kaybetmeye mahkûmdur. Bu sonuç, bir bilimsel yasa kesinliğindedir. Ne büyük bir hüsrandır ki, Atatürk’ün iki sağlam temel üzerinde özenle kurduğu Türkiye Cumhuriyeti, bugün bu yaşamsal temellerden yoksun bırakılmış bir durumdadır.
Atatürk ne mesaj yollamıştı Lozan’a?
Öyleyse hep birlikte haykıralım: “Aşağılanarak ölmektense, onurumuzla ölmeyi yeğleriz!”
Prof. Dr. Cihan DURA, 20 Haziran 2014