TARAFGİRLİK (4)
Simon Weil ve Raymond Aron’un hocası olan Alain, yaşamın boyunca «(değer) yargısı üzerinde düşündüğüm kadar başka şey düşünmedim» diyecektir.
Çünkü, düşünmek, ‘tartmak’ kadar tartılan şeyin toplum nezdinde de bir ‘ağırlığı olmasını’ sağlayabilmek demektir.
Yani filozof, bilim adamı ya da aydının bir köşede düşünüyor olmasının ne önemi olabilir?
Önemli olan onu toplumun genelinin beğenisine sunmak değil, ama ‘en beğenilir’ olduğunu kanıtlamak demektir.
J.P. Sartre, bu yeni ‘sofist’ yaklaşımı, ‘algı yaratmak’tan başka bir şey olmayan bir ‘réthorique’ten ne farkı var diye eleştirecektir.
Oysa Simon Weil, örneğin emekçinin sermayenin boyunduruğuna girmesinin temelinde ‘iş’in kendisinin olduğunu, yani köleliğin ‘iş’e içkin olduğunu göstermeye çalışmaktadır.
Kuşkusuz burada, bir anlamda ‘madde’den koptuğu bir tür spiritüalizme düştüğü sanılabilir, ki hep öyle anlatılmıştır.
Oysa, bir öğrencisine yazdığı mektupta, Rosa Luxemborg’un ‘Hapishane Mektupları’ndan şu alıntıya yer verecektir: “Bana neden her şeyin böyle olduğunu soruyorsunuz. Bir çocuk olarak, siz de yaşamın ‘böyle’ olduğunun bir parçasısınız… (Yani) yaşamın, kendisini sunduğu bütünlük içinde bir anlam ve güzelliğini bulmak için, onun hiçbir yönünü yok saymadan ele almak gerekmektedir”.
Yani Simon Weil, bugün bilincine varma (prise de conscience) dediğimiz şeye bir ölçüde ‘spiritüalizm’ eklemiştir ama bu, yaşamın kendisinden kopuk, platonik ve esrik (éthérée) bir yaklaşımla değil ama dünyasal eylem için ‘esprit’nin yaşanması ve temellendirilmesiyle birlikte götürülen bir yaklaşım olmaktadır.
Bu temellendirmeye ‘köken’ ya da ‘kökleştirme’ (enracinement) diyor Simon Weil.
Buna, daha önce karanfil örneğimizdeki ‘diyalektik’ açısından bakarsak; tohumun toprağa düşmesindeki bir ‘filizlenme’ de diyebiliriz.
Yani filizin ‘filiz’ olarak toprak üstüne çıkması için, önce toprağın derinliğine yönelik bir ‘kökleşmesi’ gerekmektedir.
Kuşkusuz ‘kök’ olmadan ‘filiz’ de olmayacaktır.
Kaldı ki, filizi de, bitkiyi de, yaprağı ve karanfil çiçeğinin kendisini de bu ‘köken’ (enracinement) besleyecektir.
Yani ‘diyalektik’ten bir sapma yoktur, ama Simon Weil’in katkısı, bitkiyi besleyen ‘kökenden’ gelen besine de ayrıca bir vurgu yapmasındadır.
Nitekim, onun için ‘modern bir ahlâk’ (une certaine moral moderne) önerisi getirdiği söylenmektedir.
Çok daha önemlisi, günümüz toplumunda bir ‘köksüzleşme’ (déracinement) yaşandığını ortaya koymasındadır.
Batılı insanın, “kolonyalizmden, askeri, ekonomik ve kültürel emperyalizme ve halklar üzerinde baskı ve köksüzleşmeye” yol açan bir ‘bilinçsel üstünlük’ tasladığına işaret etmektedir [L'Enracinement, Collection Idées, Gallimard, 1949, p. 300-301]
Kaldı ki, bir ‘köksüzleşme’ ile birlikte bir ‘ahlâksal çöküntü’nün yaşandığı da artık ampirik bir gerçeklik değil midir?
Öyleyse bir ‘bilim ahlâkı’na sahip olmak ve onu ödünsüz bir biçimde savunmak (engagement)tan daha doğal ne olabilir?
Eğer Simon Weil’den bir şey öğrenilecekse, öncelikle bir ‘bilim ahlâkı’na sahip olmak ve bunun bir ‘hak’ olmaktan öte bir ‘ödev’ olduğunun ‘bilincine varma’yı becerebilmektir diyeceğiz.
Simon Weil’in felsefesine gelince, bilim ve felsefenin bir ‘entelektüel uğraş’ olmaktan önce bu ‘bilinçlenme’nin kendisi olduğunu söyleyebiliriz.
Yani önemli olan, ‘bilim adamı’ olarak ‘kertmek’ yerine, kaç kilo ‘ahlâk’ sahibi olunduğuyla övünmek ve aynı anlama gelmek üzere bunu bir ‘görev’ olarak benimseyip benimsememektir.
Herkes bir ‘taraf’ olabilir ve hatta taraftır da.
Önemli olan bu ‘taraf bilinci’nin ‘köken’indedir.
Eğer amaç bir karanfil çiçeği açmak için kökleşmekse, var gücünüzle ‘angaje’ olmanız sizden istenen ve beklenilen bir ‘görevdir; ama örneğin ‘üstünlük taslamak’ ya da ‘yanıltmak’ veya ‘algı yaratmak’ içinse kökünüz kurusun diyelim.
(Sürecek)