Hektorun öcünü aldım!

1071den bu yana süregelen Türkleri Anadoludan atmak düşüncesi hiçbir zaman unutulmuyordu. Rum gazeteleri artık azıtmış, gemi azıya almış ve dizginlenemiyordu: Türkler geldikleri yerlere artık dönmelidir.. Birinci Dünya Savaşının sonunda imzalanan Mondros Anlaşmasından cesaret alan Rumlar, azmamak için ancak bir ay bekleyebilmiş ve sonunda patlamıştı. (Bu savaşta 600.000 Türk şehit olmuş, 1912 ve 1922yi kapsayan 10 yıl içinde ise 1.200.000. Türk yerinden yurdundan edilmiş, göç etmek zorunda kalmıştı!..) 2 Aralıkta (1918) ise Yenigün Gazetesi, Rumlara cevap veriyordu: Buradayız ve kalıyoruz!.. Yaptığı hiçbir şey tesadüf olmayan Mustafa Kemal ise, yıllar sonra, Anadolunun sahipliği konusunda bu safsatalara göndermede bulunacak ve Türklerin Anadoluda 7 bin yıldır var olduğunu söyleyecekti.
Anadolunun Türkleşmesi
Tıpkı, Yunanlıların Ege dediği denize Akdeniz diyerek onların tezlerini reddettiği gibi ( Ordular ilk hedefiniz Akdenizdir, ileri!.. ) Tıpkı, Alparslanın Malazgirt Savaşını kazandığı 26 Ağustosu, Anadolunun yeniden Türkleşmesinin başlangıcı olan Büyük Taarruzun başlangıç günü olarak seçmesi gibi. Tıpkı, Çanakkale zaferi ve Kurtuluş Savaşından sonra, Hektorun öcünü aldım demesi gibi...
Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümit etmediği bir seçkin varlığın yüksek belirlemesine, yüksek sahne oldu. Bu sahne 7 bin yıllık, en aşağı, bir Türk beşiğidir. Beşik, doğanın rüzgârlarıyla sallandı; beşiğin içindeki çocuk, doğanın yağmurlarıyla yıkandı; o çocuk doğanın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvelâ korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları doğanın babası tanıdı; onların oğlu oldu. Bir gün o doğa çocuğu, doğa oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu; Türk oldu. Türk budur: Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.
(Atatürkün el yazısı)
Medeniyetin varisleriyiz
Yaşayan en büyük Osmanlı tarihçisi Prof. Dr. Halil İnalcık da, 2007 yılında Batının süregelen bu iddialarına şu bilimsel yanıtı verdi:
Bundan bir asır önce, T.G. Djuvanr adında bir Fransız Türkiyenin 100 Parçalanma Projesi diye bir kitap yazdı. Bir asır önce biz, 100 defa parçalandık ama yine ayakta kaldık. Bugün dünyanın sayılı devletlerindeniz. Gelecek çok parlaktır. (...) Kendimizi küçük görmeyelim. Bu topraklar üzerinde 3 bin senelik bir kültürün, medeniyetin varisleriyiz ve yine de dünyada yerimizi alacağız. (...) Türkiyenin geleceğine büyük itimadım, büyük umutlarım var.
Mustafa Kemal: Muvaffak olamazsam ölmüş olurum
Dokuzuncu Ordu Müfettişliğine atanmayı başaran Mustafa Kemal Paşa, Akaretlerdeki evinde annesine vedaya gitti. Sevgili annesinin elini öptü, kız kardeşi Makbulenin hatırını sordu ve yer sofrasına bağdaş kurup oturdu. Ertesi gün Samsuna hareket edeceğini annesine nasıl söyleyecekti?.. Bu heyecanla yediği yemekten zevk almıyor, annesini üzmemeyi düşünüyordu. Birdenbire söze başladı: Anne, ben yarın Anadoluya gidiyorum. Buraların hâli malûm değil. Selânik nasıl elden gittiyse, buralar da öyle olabilir. Ben, kurtarmaya çalışacağım. Ne elimden gelirse onu yapacağım. Fakat bu işte tehlike çoktur. Hesapta ölmek, gidip gelmemek vardır. Bana hakkını helâl et!.. Sen de bunları iyi dinle Makbuş (Makbule). İşler fenaya dönerse, sakın buradan ayrılmayın. Bütün paranızı sarf edersiniz, paranız biterse halılarınızı, kıymetli eşyalarınızı satarsınız. Bir kere daha söylüyorum. Ne olursa olsun yola çıkmaya kalkmayacaksınız. Muvaffak olamazsam zaten sizi öldürürler, o zaman elbet, ben de ölmüş olurum. Evde derin bir teessür... Bu sözler annesi ve kız kardeşi için beklenmedik bir darbe idi. Gerisini kız kardeşi Makbule (Atadan) anlatıyor:
Onun sözlerini anne kız bir bardak zehir gibi yutmuştuk. Benim boğazım kurumuş, ciğerlerim sanki birbirine kenetlenmişti. Annem çok sevdiği Mustafasının bu sözlerinden derin bir teessüre (üzüntüye) düşmüş ve hemen şiddetli bir kalp krizi ile sarsılmaya başlamıştı. Bu şiddetli kriz, bize her şeyi unutturdu. Zavallı anacağıma nefes aldırmak için pencereleri açtık, kucağımızda onu sofaya çıkardık. Atatürk heyecan içinde söylediği sözlerin tesirini izale etmek (gidermek) istermiş gibi annemi:
- Anne merak etme, bu kadar üzülme... Ben size en kötü ihtimali anlattım, muvaffak olmam ihtimali de kuvvetlidir. Tekrar buraya dönerim. Sizi yanıma aldırırım. Üzülme... diye teselli etmeye çalışıyordu. Doktor Rasim Ferit (Talay) vaktinde yetişmemiş olsaydı, o akşam annem ölebilirdi. Sabaha kadar onunla uğraştık, şafak sökerken biraz rahatlar gibi oldu ve o zaman da ayrılık vakti geldi. Sabahleyin, annesinin doktor denetiminde kendisine geldiğini gören Mustafa Kemal, tekrar anneciğinin elini öptü ve İngilizlerin kontrolündeki Galata rıhtımına geldi; kendisini bekleyen Bandırma Vapuruna binerek kıyıdan açıkta beklemeye başladı.

Dokuzuncu Ordu Müfettişliğine tayin edilen Mustafa Kemal, Samsuna hareketinden önce helallik istemek için Akaretlerdeki evine gitti.

Annesi Zübeyde Hanım ve kardeşi Makbuleye veda eden Mustafa Kemal

Bandırma Vapuruna binerek Samsuna doğru yola çıktı.
İşgal hatırası!
İngiliz işgali altındaki İstanbuldan iki görünüş. Tarihi Galata Köprüsünde gezintiye çıkan ve Bakırköy sahilinde çay keyfi yapan İngiliz subaylar...
Anafartalar Kahramanı
Albay Mustafa Kemalin Anafartalar Grubu Komutanlığına atanmasından sonra saldırı emri vermesi, savaşın seyrini değiştirmişti.

Geri püskürtülen İngilizler, 19-20 Aralık 1915 gecesi Anafartaları ve Arıburnunu boşaltarak geri
çekilmek zorunda kalmıştı.
Mütareke basını ülkesine küfrediyor!..
Yıllar sonra, satılmışlığın ifadesi olarak mütareke basını biçiminde anılacak olan gazetelerden Alemdar Gazetesi, direniş gösteren ulusalcılara kızıyor, şöyle yazıyordu:
Protestocuların İzmirin Yunanistana ilhakındansöz etmeleri, böyle telgraf çekmeleri yanlıştır. Karşımızda Yunanistanı bile görmüyoruz. Sadece İtilaf Devletleri mevcuttur. Bunlara karşı Hükümet zaten gereken girişimlerde bulunmaktadır. Sözde İslâmı Yükseltme (Teâli) Cemiyeti ise, ulusalcılara hakaret yağdırırken sömürgeci (emperyalist) işgalcilere nasıl sevgiyle (!) yaklaştığını da ortaya koyuyordu:
Ey Anadolunun masum ve mazlum ahâlisi! (...) On iki sene evvel İttihâd ve Terakkîadıyla ülkemizde bir bidat çıktı. Selânik dönmeleriyle (Sabetayist demek istiyor!. -HC) aslı, soyu, mezhep ve meşrebi belirsiz çeşitli türedilerden oluşan bu cemiyet, İstibdâdı (baskıyı) kaldıracağız, meşrutiyet ve hürriyet getireceğiz, hükümet halka zulmetmeyecek, halk rahat edecek, devletlerin yanında değerimiz bilinecek diye bizi aldattı.(...)
... bu defa da Anadoluda Mustafa Kemal ve Kuvâ-yi Milliye maskaraları, Yunan askerlerinin önünden korkakça kaçarken, zavallı saf ve gafil halk ve askerden topladıkları kuvvetleri düşmanla savaştırarak ... zavallı askerlerimizi ve halkımızı boşu boşuna kırdırmak yöntemini izliyorlar. Çaresiz millet! Bu yankesicilerin hilelerini hâlâ tümüyle anlayamamıştır... Memleket bunların fitne ve fesadı uğruna milyonlarca evlâdını telef ediyor da Talât, Enver, Cemal, Mustafa Kemal gibi beş on eşkıyânın bedenini ortadan kaldırmak için gereken küçük özveriyi göze aldıramayarak ülkeyi ve kendilerini ebedî tehlikeden kurtarmak ve esenliğe çıkarmak yolunu kavrayamadı ve hâlâ da kavrayamıyor! (...) İngilizleri kızdırdınız, üzerimize Yunanlıları musallat ettiler. Savaşta yenildikten sonra uslu oturmak ve yenilginin sonucuna katlanarak sabırla telâfi etmekten başka çare var mıdır? Yunanlılarla savaşa tutuşuyor, sonra da bir taraftan kaçıyor ve bir taraftan Şöyle direndik, böyle kayıp verdik gibi yalanlarla halkı kandırmaya çalışıyorsunuz! Düşünmüyorsunuz ki, Yunanlılara fazla kayıp verdirmek bile bundan sonra bizim için hayırlı ve yararlı bir şey olamaz.
(...) Ey yalancı ve azılı eşkıyâlar! (...) Yağmacılar.. Kendinize ne hakla, ne yüzle, ne utanmazlıkla Kuvâ-yi Milliye unvanını veriyorsunuz? Milleti öldürerek, mahvederek milletin hakkını savunacaksınız, öyle mi? Utanmaz hâinler, artık yetişir, yakamızı bırakın: Cenâb-ı Hakkın gazap ve lâneti sizin üzerinize olsun! (...) Kuvâ-yi Milliye eşkıyâsı İstanbulu da elimizden çıkarmak ve ülkeye son hizmet biçiminde son ihânetlerini de yapmak için çalışıyorlar. Bu sözlere karşı söylenecek sözcük var mı günümüzde? (Sizler bulabiliyor musunuz?..)
