Tarikatların ve Cemaatlerin Panzehiri Laiklik
“Türkiye Cumhuriyeti'nde herkes Allah'a istediği gibi ibadet eder. Hiç kimseye dini fikirlerinden dolayı bir şey yapılmaz…” (Atatürk, 1930)
Tarikat liderinin çocuk istismarıyla başlayan tartışma, “dernek” adı altında örgütlenip silahlanan selefi tarikatlarına kadar uzanmış durumda. 15 Temmuz FETÖ Darbesi sonrasında Sağlık Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı vb. belli başlı devlet kurumlarında FETÖ'den boşalan yerlere başka tarikat ve cemaat mensuplarının yerleştirildiği yazılıp çiziliyor. Laik Cumhuriyeti dönüştürmek isteyen iktidarın –FETÖ'den hiç ders almayıp- tarikatlara, cemaatlere gizli açık destek verdiği anlaşılıyor.
Atatürk'ün tabiriyle “Türkiye Cumhuriyeti'nin şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olmasını” engellemek ancak “laikliği” doğru anlayıp ona sahip çıkmakla mümkündür.
Peki, ama laiklik nedir? Nasıl ortaya çıkmıştır? Atatürk'ün laik karakterli devrimleri din karşıtı mıdır?
TÜRKİYE'DE LAİKLİĞİN KÖKLERİ
Türkiye'de laikliğin Cumhuriyet öncesine uzanan kökleri vardır. Her şeyden önce Osmanlı'da “şeri hukuk”un yanında bir de “örfi hukuk” söz konusudur. Hatta genelde örfi hukukun alanı şeri hukuktan daha geniştir. Bu nedenle Osmanlı'ya klasik anlamda bir “din devleti” demek zordur. Prof. Ömer Lütfi Barkan şöyle diyor: “Gerçekten de uygulamaya bakıldığında bu hükmü doğrulayacak bir durum vardır. Devlet hayatını, toprak düzenini tayin eden kanunnameler şeri hukukla uyum içinde değildir. Osmanlı idaresi, toplum ve devlet hayatının temel kurum ve ilişkilerini şeri mevzuattan çok örfi kanunlarla, mahalli gelenek ve teamüllere göre düzenlemeyi tercih etmiştir. (…)”
Osmanlı'da 1840'lardan itibaren laikliğe doğru -çok yavaş ve kararsız da olsa- adım adım sürekli bir gelişme yaşandı. “Herkes kanun önünde eşittir” diyen 1839 tarihli Tanzimat Fermanı -her ne kadar dinsel göndermeleri olan bir metin olsa da- “kanun gücüne” vurgu yapmasıyla “Allah'ın yeryüzündeki gölgesi” halife padişahın egemenlik alanını daraltan bir metindi.
Tanzimat döneminde Osmanlı'da pek çok alanda laikliğe doğru ilk adımlar atıldı. Örneğin 1840'ta kabul edilen “Osmanlı Ticaret Kanunu”, 1858'de kabul edilen “Osmanlı Ceza Kanunu”, 1863'te kabul edilen “Ticareti Bahriye Kanunu” ile şeriat mahkemelerinin yanında Batı'dan alınan laik hukuk ve mahkeme sistemi gelişmeye başladı. Bu yeni hukukla borç verilen paraya “faiz” esası getirildi. Şarap içenlere dayak atılması, eşkıyanın asılması gibi uygulamalar kaldırıldı. 1858 tarihli “Arazi Kanunnamesi” de özelikle mülkiyet ve miras konularında İslam hukukunun dışına taşan laik hükümler getirdi. 1860'larda Ali Paşa, “Fransız Medeni Kanunu”nun tercüme edilmesini istedi. Ahmet Cevdet Paşa'nın 1868-1876 arasında hazırladığı 16 kitaplık “Mecelle-i Ahkâmı Adliye”si temelde Hanefi fıkhının esaslarına dayanmakla birlikte düzenlenişi ve sistematiğiyle Batı hukukunu esas aldı. 1879'da “Teşkilatı Mehakım Kanunu” ile ceza mahkemelerinde yargıç sayısı artırılıp savcılık, noterlik, avukatlık kurumları oluşturuldu, yargılamalara “temyiz şartı” getirildi. Avrupa hukukuna dayalı bu dönüşümle Osmanlı'da İslami yargılama usulü terk edilmeye başlandı.
1876 tarihli “Kanuni Esasi” her ne kadar “devletin resmi dininin İslam”, “padişahın da halife” olduğunu belirtse de “kanun gücü”, “anayasa”, “seçim”, “meclis” gibi Batı siyaset kurumlarına vurgu yapması bakımından yine de laikliğe doğru bir adımdı. Prof. Halil İnalcık şöyle diyor: “1876 Osmanlı Kanunu Esasi'si, 1923 Türkiye Cumhuriyeti'ne doğru atılmış en önemli adımdır. Çünkü bu anayasa ilk defa egemenliğin kaynağını Tanrı'dan alıp bir kanuna dayandırıyordu.”
Osmanlı'da Tanzimat döneminden itibaren açılmaya başlanan Mektebi Mülkiye, Mektebi Harbiye, Mektebi Tıbbiye, Mektebi Hukuk ve Darülfünun (Üniversite) gibi yeni okullar da “akılcı” ve “bilimsel” eğitimleriyle laikliğe toplumsal zemin hazırladılar. Tanzimat'tan itibaren yayınlanmaya başlayan gazeteler Batı'nın pozitivist, materyalist temelli aydınlanmacı fikirlerine yer verdiler. Bazı Osmanlı aydınları da Batılı filozofların eserlerini tercüme edip yayınladılar.
1.Meşrutiyet yıllarında Ziya Gökalp, ahlakla hukukun, dinle devletin ayrılmasını savundu. İttihat Terakki Partisi, I. Dünya Savaşı sırasında Ziya Gökalp'in bazı laik düşüncelerini hayata geçirdi. 1917'de Şeyhülislam, hükümet üyesi olmaktan çıkarıldı. İlkokullar, Şeriat Mahkemelerinden alınıp Eğitim Bakanlığı'na bağlandı. Şeriat Mahkemeleri de Şeyhülislamlıktan alınıp Adalet Bakanlığı'na bağlandı. 1917'de kabul edilen “Aile Kanunnamesi” ile –her ne kadar dinsel hükümler içerse de- imam nikâhının tümden bağlayıcı niteliği sınırlandırıldı.
Görüldüğü gibi Osmanlı'da, değişen çağın zorlamasıyla 1840'lardan itibaren –seküler- Batı hukukunun alınmaya başlamasıyla laiklik yolunda ilk adımlar atıldı.
Çağın ve Aklın Zorlaması: Laiklik
Eski Yunanca “laikos” sözcüğünden gelen “laiklik” Ortaçağ'da Batı'da “Ruhban sınıfından olmayanlar” anlamında kullanılmıştı. Batı'da laiklik, “toplumun dini vesayetten kurtulma mücadelesi” olarak gelişti.
11.yüzyılda Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey'in Bağdat'taki Abbasi halifesinin siyasi yetkilerini elinden alıp halifeyi sadece din işlerinden sorumlu hale getirmesi ve böylece dinle siyaseti birbirinden ayırması da bir tür laiklik uygulamasıydı. Bu gerçeği bilen Atatürk, kendi ifadesiyle, Fransız laikliğiyle birlikte bu Türk laikliğinden de ilham aldı.
Atatürk'ün ifadesiyle “Türkiye Cumhuriyeti'nin karakteri laiktir.” Atatürk bu laik karakterli Cumhuriyet için adım adım ilerledi. 1920'de “Meclisin üstünde hiçbir güç ve kuvvet yoktur” diyen meclis kararıyla ve “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyen 1921 Anayasası'yla dinsel temelli halife/padişah egemenliğinin yerini dünyevi temelli millet egemenliği almaya başladı. 1922'de saltanatın, 1924'te halifeliğin kaldırılması, 1923'te Cumhuriyetin ilanı ile Türkiye'de egemenliğin kaynağı tamamen değişti.
Atatürk'ün düşünceden uygulamaya geçirdiği neredeyse tüm devrimler laik bir öz taşır. Devrimlerin ortak amacı toplumu uygarlaştırmaktır. Atatürk şöyle diyor: “Medeniyetin yeni buluşların ve fennin harikalarının dünyayı değişimden değişime sürükleyip durduğu bir dönemde yüzyılların eskittiği köhne zihniyetlerle, geçmişe kölecesine bağlılıkla varlığımızı devam ettirmemiz mümkün değildir.” Bu bakımdan laiklik, aynı zamanda Türk milletinin özgür ve bağımsız olarak varlığını devam ettirme çabasıdır.
Atatürk, toplumsal hayatı ve devlet işlerini, insan aklının ve birikiminin eseri olan dünyevi kanunlarla ve kurallarla düzenleyen toplumların gelişip yükseldiklerini gördü. Bu nedenle laikliği benimsedi.
Sürekli değişip gelişen hayatı (siyasi, sosyal, kültürel, bilimsel sistemi), değişmeyen veya içtihat kapısı kapamış din kurallarıyla çekip çevirmek giderek zorlaştığı için bu değişime uygun dünyevi kanunlara ve kurallara yönelmekten başka çare yoktu. İki seçenek vardı: Ya dünyadaki bilimsel, kültürel, siyasal değişimlere kapalı kalınacak, ya da bu değişimlere ayak uydurulacaktı. Namık Kemal gibi Yeni Osmanlı aydınları “Batı'nın medeniyetine evet, kültürüne hayır!” diye bir üçüncü yol tutmak istediler. Ancak Atatürk'ün dediği gibi kültür ve medeniyeti ayırmak mümkün değildi; çünkü Batı'daki o medeniyeti yaratan da o kültürdü. Toplumsal hayatı akıl ve bilimle şekillendirmekten, devleti dünyevi kanunlarla yönetmekten ve dini de ait olduğu yerde, vicdanlarda özgür bırakmaktan başka çare yoktu. İşte bu mecburiyet, laikliğe yol açtı. Laiklik çağın ve aklın zorlamasıydı.
Atatürk, Laiklik ve Din
Atatürk'ün laik karakterli devrimleri dine aykırı değildir. Örneğin kaldırılan saltanat, hilafet, tekke ve zaviyeler, eski ölçü, tartı, saat, cumanın hafta tatili olması, fes, Arap harfleri, medreseler, anayasadaki “devletin dini İslam'dır” maddesi vb. dinin kendisi veya özü değildir. Bütün bunlar tarihsel süreçteki geleneksel uygulamalardır. Dolayısıyla bunların ortadan kaldırılması “din düşmanlığı” değildir.
Laik Cumhuriyet dinin özüne dokunmadı: Laik Cumhuriyette camiler açıktı. Hatta Yunan işgali sırasında yıkılan ve tarihi değeri olan camiler tamir ettirildi. Ezanlar okundu. Dini bayramlar kutlanmaya devam etti. Kuran anlaşılarak okunsun diye -Atatürk'ün isteğiyle- Türkçe'ye tefsir ettirildi.
Laik Cumhuriyet, dine veya dindara değil, Atatürk'ün tabiriyle “Dinden menfaat sağlayan din oyunu aktörlerine” savaş açtı. Atatürk şöyle diyordu: “Dinden menfaat temin eden kimseler iğrenç kimselerdir. İşte biz bu vaziyete karşıyız ve buna müsaade etmiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan insanlar saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizlerin asıl mücadele ettiğimiz bu kimselerdir.” Atatürk, 1925'te “Türkiye şeyhler, dervişler memleketi olamaz.” diyordu: “Bugün ilmin, fennin, bütün genişliği ile medeniyetin göz kamaştırıcı ışığı karşısında filan ve falan şeyhin irşadıyla maddi ve manevi mutluluk arayacak kadar ilkel insanların Türkiye medeni topluluğunda var olabileceğini asla kabul etmiyorum…”diye de ekliyordu. 1927'de Nutuk'ta, “Bir takım şeyhlerin, dedelerin, seyitlerin, çelebilerin, emirlerin arkasından sürüklenen ve falcılara, büyücülere, üfürükçülere, muskacılara hayatlarını emniyet eden insanlardan mürekkep bir kütleye medeni bir millet nazarıyla bakılabilir mi?” diye soruyordu.
Laik Cumhuriyet, din ve vicdan özgürlüğüne taraftardı. Şu sözler Atatürk'e aittir: “Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye muhalif değiliz. Biz sadece din işlerini millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyoruz… Gericilere asla fırsat veremeyiz.”
Atatürk, 1930'da “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında laiklik konusunda şunları yazdı: “Her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus siyasi bir fikre malik olmak, intihap ettiği (seçtiği) dinin icabatını (gereklerini) yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetine maliktir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hâkim olunamaz. (…) Türkiye Cumhuriyeti'nde her reşit dinini intihapta (seçmekte) hür olduğu gibi muayyen bir dinin merasimi de serbesttir; yani ayin hürriyeti masundur (korunmaktadır). Tabiatile, ayinler asayiş ve umumi adaba mugayir (aykırı) olamaz; siyasi nümayiş (gösteri) şeklinde de yapılamaz. Mazide çok görülmüş olan bu gibi hallere artık Türkiye Cumhuriyeti asla tahammül edemez. Bir de Türkiye dâhilinde bilumum tekkeler ve zaviyeler ve türbeler kanunla set edilmiştir (kapatılmıştır). Tarikatlar lağvolunmuştur (kaldırılmıştır). Şeyhlik, dervişlik, çelebilik, halifelik, falcılık, büyücülük, türbedarlık vs. memnudur (yasaktır).Çünkü bunlar irtica membaı (kaynağı) ve cehalet damgalarıdır. Türk milleti böyle müesseselere ve onların mensuplarına tahammül edemezdi ve etmedi…”
“Türkiye Cumhuriyeti'nde herkes Allah'a istediği gibi ibadet eder. Hiç kimseye dini fikirlerinden dolayı bir şey yapılmaz. Türk Cumhuriyeti'nin resmi dini yoktur. Türkiye'de bir kimsenin fikirlerini zorla başkalarına kabul ettirmeye kalkışacak kimse yoktur ve buna müsaade edilemez…”
Sonuç olarak laiklik, bazılarının sandığı gibi “dinsizlik” veya “din düşmanlığı” değildir. Laiklik, toplumsal hayatın ve devletin işleyişinin değişmeyen din kurallarına göre değil, değişen hayat kanunlarına göre belirlenmesidir. Laik Cumhuriyet dine ve dindara değil, dini menfaat aracı haline getiren tekkelere, zaviyelere, tarikatlara, cemaatlere, şeyhlere, dervişlere karşıdır. Laiklik çağın ve aklın zorlamasıdır. Bugün laikliğe her zamankinden daha çok ihtiyacımız vardır.
Falih Rıfkı Atay'ın şu sözleriyle bitirelim: “Dumlupınar Zaferi vatan bütünlüğünü kurtarmıştır. Millet bütünlüğünü kurtaran eğitim ve laik devrimlerdir.”
Sinan MEYDAN, 14 Eylül 2020
https://twitter.com/smeydan