“BÜYÜK ABİ” EMRETTİ….(28)
Somali, İsrail ve gizlenen gerçek gündem. Füze kalkanları…
Gazete haberlerine göz attınız mı? Küçük puntolarla vermişler bu haberi…
Türk milleti Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun mangalda kül bırakmayan söylemlerinin ardından, BM’nin İsrail’i aklayan kararı ile uğraşa dursun, ABD tarafından NATO’ya tahsis edilen erken uyarı radarının Türkiye’de konuşlandırılmasının öngörüldüğü Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Selçuk Ünal tarafından açıklanmıştır.
FÜZE KALKANI, bir ABD projesidir. Bu proje Amerika’ya yönelik olası saldırıların tespitini ve imhasını öngörmektedir. Radarların ardından füze kalkanlarının, Amerikan çıkarları için Türk vatanına yerleştirilmesi de uzak bir olasılık değildir. Bu arada Gazze’ye uygulanan ambargo için Adalet Divanı’na baş vurulacağını açıklayan Sn. Davutoğlu’nun Surriye’ye uygulanacak olan ambargoyu desteklemesi ise, garabetin ta kendisidir.
Çoğumuzun unuttuğu, hatta hiç bilmediği, belki yaşı altmışın üstünde olan bazılarının severek dinlediği sevgili Banu Avar‘ın dikkatinden kaçmayan bir tango, Celal İnce’nin birilerinin siparişi üzerine bestelediği tango, tozlu raflardan indirilerek, müzik kanal kanallarının “TOP ON” listelerinin ilk sırasına yerleştirilip, Türk milletine şırınga edilecektir.
AMERİKA , SANA CANIM FEDA !
Şimdilik kaydıyla bu konuyu burada noktalayarak “Büyük Abi”nin ana ve esas emrine dönelim. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin etkisizleştirilmesi… “Büyük Abi”nin bu emri, özellikle 5 Kasım 2007′de başlayan bir süreçle birlikte, şiddetini artırarak bazıları tarafından “Başüstüne” denilerek gündeme getirilmiştir.
Senaryosu “Büyük Abi” tarafından yazılan, İsrail’in üzerinde oynamalar yaptığı, iktidarın ise prodüksiyonunu yüklendiği, “Son Tango” filminde Türk milleti, son derece tehlikeli ve ölümcül sahnelerde, figüran olarak oynatılmak istenmektedir.
Dünyanın hiç bir yerinde geçerli olmayan bir kavram, ordu-millet kavramı sadece Türkiye’de geçerlidir. Ordu, Türk milleti için “Peygamber Ocağı“dır. Ve en önemlisi Türk ordusu ulus devletin en önemli koruyucusudur.
Yazılarımda sık, sık kullandığım bir ifadeyi gene sizinle paylaşmak istiyorum.
“1920- 1938 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türkler tarafından, Türk budunu için yönetilen tam bağımsız bir devlettir.”
Bu süreç içinde Türk Silahlı Kuvvetleri, tam anlamıyla Türk’ün ordusudur.
10 Kasım 1938′de Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün HAKK’a yürümesiyle birlikte Kemalist Devrim ve bu devrimlere bağlı olarak yürütülen anti-emperyalist direniş ötelenmiş, Türk’ün son yurdu Anadolu’da bir kırılma başlamıştır. Bu kırılma Türk milletine daha çok batılaşma olarak yutturulmuş, milli tarihin üzerine kara bir çizgi çekilmiştir.
Atatürk’ün bizzat kaleme aldığı “Medeni Bilgiler” ve “Türk Tarihi” raflara kaldırılmış, bu eğitim sisteminin yerine 27 Aralık 1949′da ABD ile imzalanan antlaşma gereği, sadece adı “MİLLİ” olan, ezbere dayanan çala, kalem yazılmış kitapların oluşturduğu bir eğitim sistemine mahkum edilmiştir.
1946 yılında 16 Türk subayı Amerika’ya eğitim için (!) gönderilmiştir. 1946′dan itibaren ise çok sayıda Türk askeri, Birleşik Devletler Askeri Akademisi’ne (United Satates Military Academy) ve benzeri kurslara Türk hükümetleri tarafından gönderilmeye devam edilmiştir. Ancak ABD’ye gönderilen bu subaylarımızın tamamı, Amerka’nın çıkarları için eğitilmelerine rağmen, “Büyük Abi“‘ye teslim olmamışlardır. Türk ordusunun bir subayı olduklarını hiç unutmamışlar ve emperyalizme karşı, ulus devletlerini koruyacak bir güç olarak, görevlerine devam etmişlerdir.
Tam bu noktada NATO bağlantılı bir suikastte şehit olan Eşref Bitlis Paşa‘yı ve mensup oldukları ordunun ve Türk milletinin şerefini ve onurunu kurtarmak adına intihar eden, şehit olan tüm subay ve komutanlarımızı rahmet ve saygıyla anıyorum. Işıklar içinde yatsınlar.
12 Mart 1947′de Truman Doktrini imzalayan Türkiye,”Büyük Abi“nin koynuna girerek, ezilmeyi göze almıştır. 1949 yılında ise Türkiye Avrupa Konseyi’ne üye olarak kabul edilmiştir. Aslında ekonomik ve siyasi bir birliktelik oluşturmayan ve insan hakları, demokrasi konusunda çalışmalar yürüten, bu Konsey’in AB ile bir ilgisi yoktur. Bu Konsey, AB’nin peşrevi, sahneye çıkışının akordu bozuk melodisidir.
Türk, özellikle Antalya halkına allanıp, pullanıp yutturulan, seçim afişlerinde “Avrupa Başkanı” diye lanse edilen, AKP Antalya Milletvekili Mevlut Çavuşoğlu, Avrupa Konseyi’nin Parlamenterler Birliği’nin dönem başkanıdır.
Türkiye’nin Avrupa Konseyi’ne üye olması, sermaye sınıfının daha çok ilgisini çekmiş, Batı ile ilişkiler bu dönem itibariyle daha da güç kazanmıştır.
4 Nisan 1949′da Kuzey Atlantik Paktı’nın (NATO) kuruluşu ABD’de açıklanmıştır. NATO’nun ilk hedefi, Amerika’yı olası bir savaş ve/veya Sovyetlerden gelecek bir saldırıya karşı korumaktır. Bu amaç için de diğer ülkeler ve milletler elbette kullanılacaktır. 1949 yılında Nato’nun bütçesinin ABD temsilciler Meclisi’ne sunuluşu sırasında, sunumu yapan yapan General şunları söylemiştir.
“……Düşmanı can evinden vuracak üsler, düşman topraklarına en yakın bölgelerde olmalıdır.”
Zamanın Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak, İngiltere Dışişleri Bakanı Bewin’e ittifaka dahil olmadıklarını ifade etmiş, fakat bu istek İngiltere tarafından kabul görmemiştir. Daha sonra Necmettin Sadak ABD’ye geçerek, ABD Dışişleri Bakanı Acheson’a 12 Nisan 1949′da, Türkiye’nin NATO’ya kabulü konusundaki isteklerini dile getirmiştir.
Zamanın Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak Washington’da düzenlenen bir basın toplantısında, “Türkiye’nin Kuzey Atlantik Paktı’na (NATO) dayanan bir müdafaa sistemine dahil olmak istediklerini” açıklamıştır.
Türkiye’nin NATO’ya resmi ve yazılı müracaatı ise 14 Mayıs 1950 seçimlerinden tam dört gün önce 11 mAyıs 1950′de yapılmıştır.
Bu noktada rahmetli gazeteci ve İsmet İnönü’nün damadı Metin Toker’in kitabından alınmış bir anıyı sizinle paylaşmak istiyorum. Celal Bayar, 14 Mayıs seçimlerinden önce Pembe Köşk’te İsmet İnönü’yü ziyaret etmiştir. Memleket meseleri üzerinde konuşulurken, Bayar İnönü’ye “Neden NATO’ya girmediniz” diye sormuştur. İnönü’nün cevabı kısa ve nettir. “Aldılar da mı girmedik?”
Yorum yok.
Türkiye NATO’ya Kore’de boş yere akıtılan Mehmetçiğin kanı ile imzalanan 1951′deki protokolün ardından, 1952 yılında girmiştir.
Evet, hatırlattığınız iyi oldu. Yazımızın konusu aslında Türk ordusuna yapılan saldırılar ve sivileştirme, hatta ortadan yok etme harekatıdır. Ancak dünü anlamadan, Türk ordusunun bugün içinde durumu anlamamız da mümkün görünmemektedir.
Günümüz “Büyük Abi”nin emirlerinin kayıtsız, şartsız yerine getirildiği alaca karanlık günlerdir. Aramızda kontenjan sayısı hızla yükselen hainler ve hatta casuslar da vardır. Tüm bu ahval ve şeraite rağmen, güneş aha şurada, şu tepenin ardında doğmak ve sürekli Türkiye’yi aydınlatmak için Türk ulusunun işaretini beklemektedir.
Ve güneş, Atatürk’ün devrimleri, Mustafa Kemal’in “Ya İstiklal- Ya Ölüm” şiarının ışığı, Türk ordusu ile birlikte “İç Tüzük’teki 35. Madde kaldırılmalı” diyenlerin inadına, bu karanlık günleri aydınlatmak için, bir kez ufuktan doğacaktır.
Ulus devleti yıkmak için Türk ordusu üzerinde oyunları irdelemeye devam edeceğiz. Hani bir marş vardır dilimizden hiç düşmeyen, Ata’nın da çok sevdiği bir marş….
DAĞ BAŞINI DUMAN ALMIŞ, YÜRÜYELİM ARKADAŞLAR…
Yürüyeceğiz, yürüyeceğiz arkadaşlar!…. Güneş ufuktan bir gün doğar…
Figen ÖZEN
04 Eylül 2011