Orduya Karşı Vietnam TaktiğiBülent Arınç vakasıyla birlikte yaşananların artık adını koymak zorundayız:
iç savaş. Bu ürkütücü terim, ilk kez burada kullanılmıyor, son dönemde basında da ürkekçe dile getiriliyor. İç savaşın yoğunluğu, görünümü değişebiliyor; ama özü, bir toplumun kurumlarının, kadrolarının, seçkinlerinin, hatta enformasyonun, birbirine topyekün karşıt biçimde saflaşmasıdır. Belki de, 80 öncesi ve Çiller iktidarı gibi iç savaş dönemlerinde kadro olarak görev yapmış olan Mümtazer Türköne de,
“Ordu Yeniçeri Ocağı olmuştur, dolayısıyla topyekün tasfiye edilmelidir” yollu sözleriyle bu süreci kastetmiştir.
Son zamanlarda, bu
“kurumlar arası çatışmanın” bir tarafının hamlelerini izledik. Tayyip Erdoğan tarafından rejimin bekçisi ilan edilen polis, önce Erzincan’da tarikat soruşturmasını yürüten Jandarma görevlilerini, sonra Erzurum’da, yetkilerini zorlayarak, üç MİT mensubunu üstelik çatışmanın eşiğine gelme pahasına tutuklamıştı; 24 Aralık itibariyle, polisin tarikat soruşturmasını baltalayan bu uygulamalarına, hükümet çevrelerinden tehditlerin eşlik ettiğini Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner’den öğreniyorduk.
Geçtiğimiz Cuma akşamı, savcılar eşliğindeki polisler, Silahlı Kuvvetler’in en gizli kurumunun, Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın kapısına dayandı. İçeride, savcıların çok gizli devlet belgelerine ulaşmak istediklerini, ama yer yer fiziksel direnmeye varan tepkiyle karşılaştıklarını okuyorduk. Sekiz subayın gözaltına alınmasıyla sonuçlanan bu ilk aramadan sonra, Cumartesi akşamı, bu kez önceki aramada ulaşılamayan odalara yönelik ikinci bir arama gerçekleştirildiğini basından öğrendik.
Araştırdıkları, ilk resmi iddiaya göre, Bülent Arınç’a suikastte bulunacak, sonraki resmi iddiaya göre ise Bülent Arınç hakkında istihbarat toplayacak subaylar aleyhine delillerdi.
Oysa merkez ve taraftar basında kaynatılan, toplumda ise alay konusu olan bu iddialar Genelkurmay Başkanlığı’nca da yalanlanmış,
Silahlı Kuvvetler, söz konusu subayları kendisinin görevlendirdiğini ve
subayların ordudan bilgi sızdıran bir muhbiri izlediklerini açıklamıştı. Açıklama, subayların basına yansıdığı kadarıyla gözaltındaki ifadeleriyle de örtüşüyor, teyit ediliyordu.
Hatta, tüm basındaki büyük dezenformasyona karşın, subayların satır aralarında verilen ifadelerinden, takip edilenin orada yaşayan bir asker değil, Zaman gazetesinin deyimiyle AKP’lilerin
“gözde semti” Çukurambar’da oturan bir milletvekili, bakan, ya da hükümet üyesine bilgi sızdıracak bir albay olduğunu öğreniyorduk. Belki de suikast feveranıyla subaylar yakalanmasaydı, muhbirin suç üstü yakalanması ve orduya yönelik
“asimetrik saldırıların” kaynağından kısılması an meselesiydi.
Genelkurmay’ın resmi açıklaması ile emniyet ve bazı savcıların uygulamaları karşılaştırıldığında şu tablo ortaya çıkmaktadır: Devlet aygıtının bir bölümü, üstelik tarikat ve cemaatlerin etkisinde olduğu yolunda ciddi iddialar bulunan bir bölümü, devletin başka kurumlarının, özellikle öz disiplinini bozanlara, tarikatlara ve Cumhuriyet düşmanı odaklara karşı görev yapmasını engeller konumdadır.
Bu bağlamda, Bülent Arınç vakasını, Silivri davasından önemli addetmek yerindedir. Eninde sonunda, Silivri davasında, varsayılan bir örgüt ya da bir cunta soruşturuluyor, kurum olarak Silahlı Kuvvetler’in değil, bünyesindeki yasadışı oluşumların hedef alındığı söyleniyordu; hatta bazı liberallere göre, ordunun itibarı için bu cunta yapılanması temizlenmeliydi.
Bülent Arınç vakasında ise durum daha vahimdir. Genelkurmay, suikastçı olduğu iddia edilen kimseleri kendilerinin görevlendirdiğini açıklamasına karşın, hükümetin Başbakan Yardımcısı, çeşitli İslamcı fraksiyonların etkisi altında olmakla eleştirilen polis ve yargının bir kısmı açıklamayı hiç umursamama cüretini göstermiştir. Oruç Reis Fırkateyni’nde
“TSK suçluları korumaz” vurgusu yapan Genelkurmay Başkanlığı’nın kendisi, bir hafta sonra suç odağı muamelesine uğramaktadır.
Orgeneral İlker Başbuğ’un, yanına Kara Kuvvetleri Orgeneral Işık Koşaner’i de alarak Cumartesi günü hükümetin MGK hazırlık toplantısına girmesi, bu vahim tablonun sonucu olarak düşünülebilir. Basındaki ürkek ve saptırıcı yorumların tersine, Genelkurmay Başkanı ile Kara Kuvvetleri Komutanı’nın, protokolde olmadıkları bu toplantıya, davete gerek duymadan ve deyim yerindeyse bir fait accompli, bir emrivaki ile katılmış olması çok daha mümkündür.
Daha önce, Oruç Reis açıklamasını bir eşiğin atlanması saymak gerektiğini söylemiştik. Konuşmada Silahlı Kuvvetler, Cumhuriyet’in temellerini oya oya sonunda ordunun varlığını da tehdit eder hale gelen
“düşmanları” topyekün tarif etmiş, uyarmıştı. Silahlı Kuvvetler,
“asimetrik savaşın” daha fazla sürmesi durumunda, yasalardan kaynaklanan yükümlülükleri gereği davranmaya
“hazır ve mecbur” olduğunu ilan ediyordu.
Bülent Arınç vakasıyla birlikte, karşı kutbun da buna bir yanıt olarak eşik atladığını görüyoruz. Artık Silahlı Kuvvetler’i bir kurum olarak, açıkça ve topyekün hedef alan yalnızca sözler değil uygulamalar gündemdedir. Bu bir meydan okuma mıdır, yoksa Vietnam Savaşı’nda ABD ordusunun yenilmeye yüz tutunca başvurduğu, savaşı kızıştırarak tahribatı artırmaya yönelik
“acceleration” stratejisine benzer bir telaş hali midir, önümüzdeki dönemde göreceğiz.
Şimdilik kesin olan birinci nokta, Tayyip Erdoğan ya da Abdullah Gül’le konuşmanın, bu iç savaş halini sonlandırmaya yetmeyeceğidir. Bu ekibin eskiden beri, örneğin, Dolmabahçe gibi görüşmelerinden beri sürdürdüğü, masada başka sahada başka davranma alışkanlığını son gelişmelerde de gözlemlemek mümkündür. Orgeneral İlker Başbuğ, 24 Aralık günü Tayyip Erdoğan’la uzun bir görüşme yaptıktan sonra, asimetrik savaşın azalacağına ilişkin umutlarını dile getiriyordu; 25 Aralık’ta savcı ve polislerin, en gizli Genelkurmay kurumunun kapısına dayanmalarından yalnızca saatler öncedir. 26 Aralık’ta MGK hazırlık toplantısında üç saatlik görüşme sonunda, Tayyip Erdoğan Pazar günü
“Kurumlar arasında çatışma yoktur, iddialarla dedikodularla bir yere varılmaz” diyerek her biri ayrı dedikodu küpü olan taraftarlarını uyarıyordu. O sırada, Özel Kuvvetler Komutanlığı karargahında, önceki aramada girilmeyen odalara da girmek üzere yapılan ikinci arama sürmekteydi.
İkinci kesin nokta ise, yüksek komutanlığın, bu
“asimetrik saldırı” karşısında kendi bünyesinden de büyük tazyike uğradığıdır. Gerek Yarbay Ali Tatar’ın uğradığı suçlamaları başına kurşun sıkarak
“protesto etmesi” gerek kız kardeşinin, cenazede
“Tuz koktu tuzun kokusunu hangi tuzla gidereceksiniz,” çığlığı, yüksek komutanlara yönelik de ağır bir eleştiri olarak değerlendirilebilir.
Kuşkusuz, böyle bir saldırı ve zorlama karşısında idare-i maslahat siyasetinin, yüksek komutanlığın itibarını çökertmemesini beklemek mantıklı değildir. Türkiye, adını koymasa da şu ya da bu dozda pek çok iç kavga dönemi yaşadı. Ama 31 Mart Vakası’ndan sonra ilk kez Bülent Arınç Vakası’yla ordu, düşmanlarınca idare-i maslahatçılıktan çıkartılıp, kaçındığı hamlelere
“mecbur” bırakılıyor.
Barış ZEREN / Odatv.com, 28 Aralık 2009