TÜRKİYE ARTIK ATATÜRK TÜRKİYESİ DEĞİL
İnsan, bu gezegende var olduğu andan başlayarak hep evrimleşmiş ve ilerleyip yükselmiştir. Otları, bitki köklerini, meyveleri toplayıp beslenirken avcılığa geçmiş, toplumsal örgütlenmeyi başarmış, tarımsal üretimi bulmuştur. Bu gelişim çizgisi hep sürmüştür. Öylesine ki, insan, mağaradan uzaya ulaşmış bulunuyor.
Ne var ki, bu gelişim sürekli ve kesintisiz değildir. Tarih bize gösteriyor ki zaman zaman duraksamalar ve hatta gerilemeler de olmuştur. Bu gerçeğin en yaygın bilinen örneği, Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasını izleyen Avrupa ortaçağıdır. Bu nedenle de bu döneme aynı zamanda “Karanlık Çağ” da denilir. Ancak, bu gibi duraksamalar ve gerilemeler hep geçici olmuş, belirli bir süre sonra insanlık yeniden eski gelişim çizgisini yakalamış, hatta sıçramalar yapmıştır.
Duraksamalar ve gerilemelerin kimi zaman küresel, kimi zaman bölgesel ve kimi zaman da yerel olduğunu görüyoruz. Küresel olana örnek, I.Dünya Savaşı’ndan sonra dünyada görülen emperyalizmin acımasızlığı, otoriter ve totaliter rejimlerin egemenliği, kapitalizmin bunalımının insanları sürüklediği yoksulluk v.b.dir. Ancak II. Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde bir süre için bunlar geride kalmış, insan hak ve özgürlükleri uluslararası düzende güvenceye bağlanmış, savaşın yıkıntıları üzerinde yeni bir dönem başlamış, sosyal haklar tanınmıştır. Bununla birlikte, bu dönem de çok sürememiştir. Önce, emperyalizm, gözüne kestirdiği ve gücü yettiği bölgelerde bir sömürü düzenini uygulamaya koymuş, kimi yerel işbirlikçi iktidarlar ise, bu olumsuzlukları yerel planda daha uç noktalara taşımışlardır.
Duraksama ve gerileme dönemlerinin önemli bir özelliği de, kültürel alandaki yozlaşma ve buna eşlik eden toplumsal değer yargılarındaki soysuzlaşmadır.
Son dönemde “küreselleşme” olgusu ile birlikte insanlık yeniden ve küresel boyutta bir gerilemeyi yaşamaktadır. Küreselleşmenin başını çeken ülkelerde egemen çevreler dışında halk ama özellikle emekçiler bu gerilemeden payını almaktadır. Ama asıl emperyalizmin etkisinde kalan bölgelerde durum daha açık bir biçimde gözlemlenmektedir. Bu bölgelerdeki kimi ülkeler ise, daha da içler acısı durumdadırlar. Gerçekten de, sosyal haklar her geçen gün daha da budanmakta, hatta bazı yerlerde tümden kaldırılmakta, hak ve özgürlükler hiçe sayılmakta, dinsel bağnazlık gittikçe artmakta, savaş ve işgal olağan sayılmaktadır. Kültürel alanda ise tam bir yozlaşma söz konusudur.
Türkiye, hem küresel olarak ve hem de bir bölge ülkesi olarak bu gerilemeden fazlasıyla payını almaktadır. Kaldı ki, yerel olarak da, Türkiye artık Atatürk Türkiyesi değildir.
Ülkemizde yaşananları bu açıdan burada yineleyip sıralamaya gerek bulunmuyor. Hep birlikte yaşıyoruz olumsuzlukları!... Gerçekten de, sosyal hakların nasıl yok edilmekte olduğunu, açlık ve yoksulluğun nasıl kol gezdiğini, ülkenin nasıl bir “korku imparatorluğu”na dönüştüğünü v.b…. bilmeyen kalmamıştır. Artık Orhan Pamuk gibilerin kitapları çok satmakta, Müslüm Gürses Fazıl Say’a yeğlenmekte, çoğu TV programları halkı ahmaklaştırmakta birbirleriyle yarışmakta, üniversiteler Darülfünun’u (kimileri de medreseleri) aratmaktadır.
Bununla birlikte, “zihinsel durgunluk” ya da “zihinsel gerileme” açısından içine sürüklendiğimiz içler acısı duruma bir-iki somut örnek vermek istiyorum.
Örneğin, üniversiteleri ele alalım. YÖK yasasına göre üniversitelerin bir görevi de halkı aydınlatmak olmasına ve 40 dolayında hukuk fakültesi olmasına karşın, herhangi bir hukuk fakültesi kurum olarak şu anayasa değişikliği konusunda olumlu ya da olumsuz bir görüş belirtemeyecek duruma düşmüş bulunmaktadırlar.
Anayasa Mahkemesi, bilindiği gibi, referanduma götürülecek anayasa değişikliğinin bazı hükümlerini anayasaya aykırı olduğu için iptal etmiştir. İptal edilen hükümlerden biri de Anayasa Mahkemesi’ne hukukçu olmayan kişilerin üye olarak atanmasına ilişkindir. Anayasa Mahkemesi, hukukçu olmayanların bu mahkemeye yargıç olarak atanamayacağını hükme bağlamıştır. Ne ki, Anayasa Mahkemesi’nin şu andaki başkanı hukukçu değildir, İşletme Fakültesi mezunudur!
Hanefi Avcı’nın görmek istemeyenlerin bile gözlerini açtıracak kitabı ve açıklamaları Türkiye için gerçekten önemli ve olumlu ve gelişmedir ama Avcı’nın kendisinin de açıkça söylediği gibi, kısa bir süre öncesine değin eleştirdiği cemaat ile yakın ilişkiler içinde olmasının nasıl açıklanacağını, görebildiğim kadarıyla, kimse dile getirmemektedir.
Hakimler Ve Savcılar Yüksek Kurulu ile Adalet Bakanlığı arasındaki “kavga”yı izliyoruz ama bugün Kurul’un görevden almak istediği yargıç ve savcıları zamanında aynı Kurul’un o görevlere atadığını düşünemiyoruz. Anlaşılan o ki, bu atamaları yaptığında Kurul üyeleri o kişilerin, söz gelimi Zekeriya Öz’ün, dosyalarını iyi incelememişler, gerekli özeni göstermemişler.
Yeni Ceza Yasası’nın CHP’lilerin yakındığı maddeleri TBMM’nde oylanırken CHP’lilerin de kabul oy verdiklerini düşünmüyoruz hiç.
Bunlar ve benzerleri insanlığın zihinsel gelişim çizgisine pek de uygun olmasa gerektir.
Türkiye’nin nasıl ve ne denli gerisin geriye gittiğine en çarpıcı örnek, anayasa alanındadır.
1982 Anayasası’na “hayır” oyu veren az sayıda kişiden biri de benim. Bu anayasayı eleştiren yazılar da yazdım. Ancak, anayasada yapılan onlarca değişikliği bir yana bıraksak bile, 1982 Anayasası’nı ilk haliyle de olsun savunmak durumundayız. Çünkü, Ergun Özbudun başkanlığındaki bir kurula yaptırılan anayasa taslağı AKP’nin kafasındaki anayasa düzenini ortaya koyduğu gibi referanduma sunulacak olan Anayasa Mahkemesi ve Hakimler Ve Savcılar Yüksek Kurulu ile ilgili değişiklik, 1982 Anayasası’ndan çok daha geridir.
Ama Anayasa Mahkemesi ve Hakimler Ve Savcılar Yüksek Kurulu ile ilgili Anayasa maddelerinin değiştirilmesi için bunlar sırf 12 Eylül’ün eseridir diye “evet” oyu vereceklerini açıklayan kimi “aydın”, “yazar”, “sanatçı” v.b. geçinenlere bakmayın siz. Tarih yine hükmünü sürdürecek, Türkiye yeniden ileriye atılımlar ülkesi olacaktır.
Çetin YETKİN
Odatv.com