Türkiye Cumhuriyeti'ni "90 Yıllık Reklam Arası", "100 Yıllık Pranga" Olarak Görenlere Asıl Kendi Cehaletlerini Görmeleri İçin Kısa Bir Osmanlı Tarihçesi
On sekizinci yüzyıl sonları… Osmanlı devleti Fransız elçisinin gözünde “Fransa’nın bir sömürgesi”dir! Yüz yıl sonra ise İngiliz büyükelçisi, bakın, ne diyor: “Osmanlı İmparatorluğunu öyle yakından denetliyoruz ki, bu devletin, toprakları üzerindeki egemenliği pratik olarak sıfıra inmiştir.”
18.yüzyılın ikinci yarısı… İngiltere’de başlayan Sanayi Devrimi; eski olan ne varsa, hepsini yıkıp ortadan kaldırıyor, zayıf bulduğu devletleri “nüfuz alanına” alıyor, bu ülkeleri sömürgeleştiriyordu. Sömürge demek, yeni pazar ve ucuz hammadde demekti. Yıkma ve sömürgeleştirme kervanına zamanla diğer Avrupa devletleri de katıldı.
Süreçten payını Osmanlı da aldı. O yıllardaki ekonomik ve siyasi yapısı itibariyle, Osmanlı devleti hem büyük hem de kolay yutulur bir lokmaydı. İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya Osmanlı’yı parselleme sürecini, hızla ve hiç ara vermeden gerçekleştirdiler. Yıkım Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar sürdü. 12 Şubat 1856 tarihli Times’in Osmanlı devleti hakkında yazdığına bakınız: “Önümüzde zengin ve işlenmemiş bir ülke var. Batı’nın sermayesi bu ülkeye girebilir ve ona sahip olabilir.”
İki yıl sonra, 1858’de Arazi Kanunu çıkarıldı. Bu kanunla Avrupalı uzun süredir talep ettiği bir imtiyazı daha koparmış oldu: Yabancılara toprak mülkiyeti hakkı... Avrupa’nın taleplaerine sürekli boyun eğen anlı şanlı Osmanlı 1838’de ülkeyi serbest ticarete açmıştı. Serbest ticaret o zamana kadar yıkımını daha çok kentlerde ve kentsel kurumlarda yapmıştı. Artık Batı sermayesinin girişi ve yabancıya toprak satınalma hakkının tanınmasıyla kırsal bölgeler, köyler de kapitalizmin yıkımına açılıyordu.
Osmanlı Devleti aynı zamanda dış borç bağımlısı durumuna gelmişti. Borç vermeme tehdidinde bulunan Avrupa’nın baskısıyla, emisyon yetkisini, İngiliz ve Fransız sermayesi ile 1863’de kurulan Osmanlı Bankası’na devretti. Böylece İmparatorluğun para politikası da Avrupa denetimine geçti. Banka, Avrupa finans kapitalinin bir aracı olarak çalıştı. Ülkeye mali danışman akını başladı. Bunlardan Hobart-Foster misyonunun raporuna göre ekonomi serbest rekabete açılmalı, devlet tekellerine son verilmeliydi. Kamu işletmeleri yerli ve yabancı sermayeye satılmalıydı. Devlet yabancıların serbestçe faaliyette bulunmasını sağlayacaktı. 1867’de yabancılara gayrimenkul mülkiyet hakkı tanıyan yasa çıkarıldı.
* * *
Dış borçlanmanın üzerinden yalnızca 21 yıl geçmiş, Osmanlı borçlarını ödeyemez duruma gelmiştir. Osmanlı Hükümeti, çaresiz, moratoryum ilân ediyor. 1878 Berlin Kongresi… Borçların ödenebilmesini sağlamak üzere yabancı alacaklıların oluşturduğu bir “mali yönetim konsorsiyumu” kuruluyor.
Ekim 1879’da İngiliz donanması İstanbul önlerinde… Talepleri, Osmanlıların dayatmış oldukları reformlara devam etmesi…
Aralık 1881’de Muharrem Kararnamesi... Berlin Antlaşması’nın ardından, Düyun-u Umumiye İdaresi kuruldu. İdare, Osmanlı Devlet gelirlerinin %20-32 arasında bir kısmına el koyması karşılığında Osmanlı borçlarının konsolidasyon işleminin yapılmasını sağladı
Ve anlı şanlı Osmanlı devleti, Muharrem Kararnamesi ile Avrupa’nın ekonomik vesayeti altına girdi. Avrupa Düyun-u Umumiye ile, Osmanlının mali bağımsızlığını tümüyle elinden aldı.
1900’lü yıllara girerken, yabancı yatırımlar içinde en büyük pay Fransız şirketlerine aitti. Fransız sermayesi kadar Fransız kültürü ve dili, imparatorluğun her yanında egemen oldu. İkincisi sırada ise Almanlar yer alıyordu. Doğrudan yatırımların bir diğeri, İngilizlerin başta tarım olmak üzere Batı Anadolu’daki yatırımları oldu. Şirketlerine ortak olarak daima gayrimüslim Osmanlıları alıyorlardı.
Başka bir doğrudan yatırım ABD’nin kültür kurumları oldu. İmparatorlukta 17 Amerikan dinî misyonu, 200 misyon şubesi ve 600 Amerikan okuluyla 27 konsolosluk bulunuyordu. Osmanlı azınlıkları içinde milliyetçi duyguları harekete geçirerek ve onları eğiterek ayrılıkçılığın bir ideoloji olarak benimsenmesinde bu kurumlar ön planda rol aldı.
Yabancı sermaye ile birlikte toplumdaki çelişkiler giderek derinleşti. Devlet, neredeyse bütün vergi gereksinimini fakir köylünün ödediği Aşar ile karşılıyordu. Gayrımüslim azınlıklar iç sömürü yoluyla gelirlerini artırıyorlar; vergi ödemedikleri, büyük sayıda işçi kullanan sınai üretime geçmeyip ürünleri ithal ettikleri için topluma katkıları çok sınırlı kalıyordu.
* * *
Osmanlı’nın emperyalist devletlerle ekonomik ilişkileri ortaya farklı ve ayrıcalıklı bir kapitalist sınıf çıkardı: Bu sınıf tümüyle dışa bağımlıydı. “Avrupa uzantısı azınlıklar”la kimi “Avrupalılar”dan oluşuyordu. Türklere karşı geniş imtiyazlarla donatılmıştı.
Sömürü düzeninin kurumları ise kapitülasyonlar, Duyun-ı Umumiye İdaresi, yabancı bankalar, İstanbul Borsası, Aşar vergisi ve imtiyazlı yabancı şirketlerdi.
Osmanlı’nın eski kurumlarından bazıları (tımar-zeamet düzeni, yeniçeri ocağı, para basma yetkisi olan darphane, ahilik ve esnaf loncaları...), gelişmiş Batı kapitalizmine eklemlenme sürecinde ortadan kalktı. Aynı ölçüde çağdışı olan kimi eski kurumlar (kapitülasyonlar, Aşar vergisi, iltizam sistemi, hilâfet ve mutlakiyet rejimi,…), Batı sermayesine hizmet ettikleri için dipdiri ayakta bırakıldı. Dahası bunların etkinliğini artırmak için, kaynağı Batı sermayesi olan yeni kurumlar oluşturuldu: Osmanlı Bankası, Duyun-ı Umumiye İdaresi, imtiyazlı demiryolu şirketleri, yabancı bankalar, Fransız Reji İdaresi’nin tütün tekeli gibi.
Osmanlı topraklarında azınlıkların Batılı eğitim kurumlarını örnek alarak kurdukları okullar, çağdaş bilgilerle donanmış bir gayrimüslim sınıfın ortaya çıkmasında önemli rol oynadı. Bu azınlık, “modern” yaşam biçimiyle toplumsal hiyerarşinin “tepe”sine yerleşti. Başta kırsal bölgelerde yaşayanları olmak üzere Müslüman Türklerin büyük bir kısmı, “modernleşme”nin dışında kaldı. Ülkenin yönetiminden de dışlandılar. “Avrupalılar ve azınlıklar” giderek zenginleşirken, Müslüman Türkler yoksullaştı. Yerli, emek-yoğun sanayiler çöktü. Üretim hızla azaldı. İşsizlik arttı
Sonrası ise, çorap söküğü gibi geldi: 1918 Sonbaharı… Birinci Dünya Savaşı’nın sonu… Emperyalizm (bugünkü Avrupa Birliği ve ABD), Osmanlı Devleti’nin paylaşımını gizli antlaşmalara bağlamış. Ekim 1918… Mondros Mütarekesi… Osmanlı kayıtsız şartsız teslim oluyor. Ağustos 1920 Sevr Antlaşması… Osmanlı Devleti üzerinde “Uluslararası Mali Denetim Komisyonu” kuruluyor. Devlet-i Aliye egemenlik hakkını, bir devlet olarak var olma hakkını tümden yitiriyor. Çok geçmeden ülke fiilen işgal ediliyor.
* * *
Cehaletten, göklere çıkardığınız Osmanlı gerçekte ne acınacak hallere düşmüş gördünüz mü? Göremediniz galiba, Size kısa bir özet daha yapayım, belki daha rahat görürsünüz:
Osmanlı… Avrupa’nın kolay yutulur lokması, parsellenecek ülke.
Ülkenin Avrupalı danışmanların istilasına uğraması, sürekli imtiyazlar koparılması; serbest ticaret dayatmasıyla ekonominin çökmesi; dış borç bağımlısı devletin, borçlarını ödeyemeyince, gelirlerine el konulması.
Para politikasının Avrupa denetimine geçmesi; Avrupa’nın, Osmanlının mali bağımsızlığını tümüyle elinden alması.
Avrupa uzantısı azınlıkların, Türklere karşı geniş imtiyazlarla donatılmış bir kapitalist sınıfa dönüşmesi; gayrımüslim sınıf giderek zenginleşip refah içinde yüzerken, Müslüman Türklerin yoksullaşması; yerli sanayilerin çökmesi, bütün vergi yükünün fakir köylünün sırtına yüklenmesi.
Sonunda kapitülasyonlar, Duyun-ı Umumiye İdaresi, yabancı bankalar, İstanbul Borsası, Aşar vergisi ve imtiyazlı yabancı şirketler gibi kurumları olan bir sömürü düzeninin kurulması; devletin Avrupa’nın ekonomik vesayeti altına girmesi.
Fransız kültür ve dilinin, ülkede egemen olması; ABD’nin kültür kurumlarının yerleşmesi, Osmanlı azınlıkları içinde ayrılıkçılığın bir ideoloji olarak yayılmaya başlaması; toplumsal hiyerarşinin tepesine yerleşen çağdaş bir gayrimüslim sınıf ortaya çıkarken, Müslüman Türklerin modernleşmenin dışında kalması, ülke yönetiminden dışlanması.
Ve sonunda siyasi çöküş: Mondros Mütarekesi, Osmanlı’nın kayıtsız şartsız teslim olması; Sevr Antlaşması, Osmanlı Devleti üzerinde “Uluslararası Mali Denetim Komisyonu” kurulması, Devletin egemenlik hakkını, bir devlet olarak var olma hakkını tümden yitirmesi; çok geçmeden ülkenin fiilen işgal edilmesi.
* * *
İşte “reklam” öncesi de bu, “pranga” öncesi de!...
Dahası var: Yukarda özetlediğim tarihî olayların hemen hemen aynısı, aynı yapı ve sırada günümüzde de, yani “devri saltanatınız”da da tekrarlanıyor; güle güle seyredin!
Bilim ne diyor: Aynı faktörler bir araya gelince, sonuç da aynı olur. Einstein ne demiş: “Aptallığın en açık kanıtı, aynı şeyi defalarca yapıp değişik sonuç almayı beklemektir.”
Hiç tarih okumuyor musunuz, hiç düşünmüyor, hiç ders almıyor musunuz?
Prof. Dr. Cihan DURA, 2 Şubat 2017