Gayri-Millî CIAsal Belge
AKP, sonunda Türkiye'nin «derin» anayasası ve «Kırmızı Kitap» olarak bilinen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'ne el attı.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, MGSB'nin iç tehdit bölümünden «irtica» başlığının çıkarılması kararını aldıklarını açıkladı.
İKÖ Genel Sekreteri Ekmelettin İhsanoğlu'nun «İslam Barış Gücü» kurulması için girişimlerde bulunduklarını açıkladığı günlerde Başbakan Erdoğan'ın da MGSB'de rötuş kararı alması ilginç bir rastlantı olarak dikkat çekti.
Kamuoyunda «İslam Barış Gücü» ,Büyük Orta Doğu'nun Ordusu olarak adlandırılırken, Kırmızı Kitap'taki revizyonun da irticai faaliyetleri iç tehdit olmaktan çıkararak Kemalizmi tasfiye manası taşıdığı değerlendiriliyor.
Gazeteport'un haberine göre,MGSB, 5 yılda bir güncelleniyor. Halen yürürlükte olan MGSB, 24 Ekim 2005 tarihinde Milli Güvenlik Kurulu'nda kabul edildi ve 20 Mart 2006 tarihinde Bakanlar Kurulu tarafından yürürlüğe kondu. Yeni MGSB'nin Ekim 2010'a kadar revize edilmesi bekleniyor.
MGSB'de Türkiye Cumhuriyeti'nin milli menfaatleri ve milli hedefleri, milli hedeflere ulaşılabilmesi için takip edilecek iç ve dış güvenlik ile savunma siyasetlerine ilişkin esaslar yer alıyor.
Devrim Kanunları Rafa Kalkıyor
Kırmızı Kitap'tan irticai faaliyetlerin çıkarılması 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet'in kurulmasından sonra çıkartılan Devrim Kanunlarını da rafa kaldırıyor.
Bu kanunlar şöyle:
-Şeriye ve Evkaf Vekâletinin Kaldırılmasına Dair Kanun,
-Tevhidi Tedrisat Kanunu,
-Hilafetin Kaldırılmasıyla İlgili Kanun, Medeni Kanun,
-Tekke ve Zaviyelerin Kapatılmasına Dair Kanun,
-Şapka İktisası Hakkında Kanun, aşarın Kaldırılması Kanunu,
-Bazı Lakap ve Unvanların Kaldırılmasına Dair Kanun,
-Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun
-Hıyaneti Vataniye Kanunu.
İş yalnızca bununla kalmıyor.Esas hedef Kemalizm'in tümden silinmesi.BOP-Neo Osmancılık projesinde hedeflenen tüm hedeflere hızla varılıyor.ABD-AKP-TSK üçgeninde de bunlar büyük bir başarı ile ambalajlana ambalajlana yediriliyor.
Başbakan Tayyip Erdoğan'ın dediği gibi öyle iyi paslaşıyorlar ki,topu sektirmiyorlar bile. Ulusal devletin tüm yapı taşları yerinden sökülüyor.
Sahte düşmanlar, sahte inançlar üretiliyor. Kısacası anlayacağınız, BOP'un anayasasını bize yeni MGSB olarak yutturacaklar.
heddam.com
İrtica çıkacak bölücülük kalacak
'Devletin gizli anayasası' diye tanımlanan kırmızı kitaba, AKP Hükümeti'nden ikinci neşter. İç tehditten 'irtica' başlığı çıkarılıyor...
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın kamuoyunda 'Kırmızı Kitap' olarak bilinen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'nin (MGSB) bu yıl içinde revize edileceğini ve 'İç Tehdit' bölümünün kaldırılacağını açıklaması üzerine dikkatler bu belge üzerine odaklandı.
Mevzuata göre, MGSB, 5 yılda bir güncelleniyor. Halen yürürlükte olan MGSB, 24 Ekim 2005 tarihinde Milli Güvenlik Kurulu'nda kabul edildi ve 20 Mart 2006 tarihinde Bakanlar Kurulu tarafından yürürlüğe kondu. Yeni MGSB'nin Ekim 2010'a kadar revize edilmesi bekleniyor. Mevcut MGSB'de Türkiye'nin güvenliğini tehdit eden temel unsurlar, 'irtica, bölücülük ve aşırı sol' olarak sıralanıyor. Terör örgütü PKK'nın varlığını sürdürdüğü sürece 'bölücülüğün' iç tehdit değerlendirmesinde kalacağı belirtiliyor.
MGSB'de Türkiye Cumhuriyeti'nin milli menfaatleri ve milli hedefleri, milli hedeflere ulaşılabilmesi için takip edilecek iç ve dış güvenlik ile savunma siyasetlerine ilişkin esaslar yer alıyor.
25 SAYFAYA İNMİŞTİ
Yürürlükteki MGSB, Başbakan Erdoğan'ın Ocak 2005'te verdiği talimat doğrultusunda 100 sayfadan 25 sayfaya indirildi. Belgenin, ekleri olan İç Güvenlik ve Dış Güvenlik eylem planları kaldırıldı. Erdoğan'ın şimdi belgeyi ikinci kez kısaltma yoluna gitmesi bekleniyor.
Belgede, iç güvenliğin tehlikede olduğu durumlarda askerin kullanımına ilişkin ifadeler de yer alıyor. Yeni hazırlanacak belgeden, bu ifadelerin de çıkarılması bekleniyor. Bu ifadeler, MGSB 2005 yılında hazırlanırken de asker ile hükümeti karşı karşıya getirmişti. Kamuoyunda çok tartışılan EMASYA protokolü ile MGSB'deki 'Asayiş olaylarında askerin kullanımı' arasında organik bir bağlantı bulunuyor.
BÖLÜCÜLÜK KALIR
Yeni MGSB'de iç tehdit bölümünden 'irtica' başlığının da çıkarılması, 'bölücülük ve aşırı sol' ifadelerinin ise kalması bekleniyor. Uzmanlar, terör örgütü PKK'nın varlığını sürdürdüğü sürece tehdit değerlendirmesinde 'bölücülüğün' kalacağını belirtiyor.
'CASUS BELLİ' NE OLACAK?
Atina yönetimi ile yapılan son mektup teatisi çerçevesinde Türkiye, Ege'de yaşanan sorunları çözmeyi planlıyor. Mevcut MGSB'nin Yunanistan ile ilgili değerlendirmesinde, Kardak kayalıkları ve Ege Denizi'nde aidiyeti tartışmalı 100'den fazla ada için taviz verilmemesi ve bu konuda kararlı politika izlenmesi gerektiği belirtiliyor. Yunanistan'ın karasularını 12 mil olarak ilan etmesinin de Türkiye'nin Ege'deki menfaatleri açısından kabul edilemez olduğuna dikkat çekilen belgede, bunun 'casus belli' (savaş nedeni) sayılacağı ifadeleri yer alıyor.
YUNANİSTAN SOYKIRIMLARI KALDIRMALI
MGK kaynakları, Yunanistan Parlamentosu'nun, 1994'te kabul ettiği '19 Mayıs 1919, Pontus Rumlarına dönük soykırım günüdür' kararını, 25 Nisan 1996'da kabul ettiği 'Ermeni soykırımını tanıma' kararını ve 1998'de kabul ettiği '14 Eylül 1922 Küçük Asya soykırım günüdür' kararını kaldırmadan, Türkiye parlamentosunca alınan bir kararın ortadan kalkmasının mümkün olmadığının altını çiziyor.
KIBRIS, ERMENİSTAN 'SÜRECE' BAĞLI
Kıbrıs'ta da sorunların çözümü için müzakereler yürüyor. Müzakerelerin önümüzdeki aylarda sonuçlanması bekleniyor. Sorunlar aşılamaz ise MGSB'deki Kıbrıs ile ilgili mevcut durumun devam etmesi bekleniyor.
Türkiye, Ermenistan ile ilişkilerini normalleştirmek için de adımlar atıyor. Mevcut belgede, 'Ermenistan'ın ve Ermenilerin Türkiye'deki faaliyetleri işleniyor ve özellikle Doğu Anadolu'nun bazı illerine dikkat edilmesi gerektiği' belirtiliyor. Normalleşme süreci, belgedeki ifadeleri etkileyecek.
NASIL HAZIRLANACAK?
Belgenin hazırlanması aşamasında MGK Genel Sekreterliği, Cumhurbaşkanlığı, Dışişleri Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı, İçişleri Bakanlığı ve Milli İstihbarat Teşkilatı başta olmak üzere ilgili kurumlardan görüş isteyecek. İstenilen bu görüşler, sekreterlik tarafından derlenerek, MGK'ya sunulacak. MGSB, MGK tarafından uygun görülmesi halinde, Bakanlar Kurulu'na onaylanması için tavsiye edilecek. Bakanlar Kurulu onayı ile yürürlüğe giren belgenin uygulanmasından yine hükümet sorumlu olacak.
EMASYA'ya onay veren ilk bakan Akp'li Başesgioğlu
EMASYA Protokolü imzalandığında dönemin İçişleri Bakanı olan AKP İstanbul Milletvekili Murat Başesgioğlu, 'Yasanın ve protokolün uygulanmasında hukuk dışına çıkılması söz konusu olmuşsa, her zaman yargı denetimi işletilmesi mümkündür' dedi.
ÜÇ ADET 'İÇ TEHDİT' VAR
Mevcut belgede, Türkiye'nin güvenliğini tehdit eden temel unsurlar, irtica, bölücülük ve aşırı sol akımlar olarak sıralanıyor. 'Bunlarla mücadele ederken temel evrensel değerlerden vazgeçmemelidir' denilen belgede, 'aşırı sağ' tehdit olarak yer almıyor. İç tehditlerle ilgili izlenmesi gereken yol haritası ise belgede şöyle çiziliyor:
- Türkiye Cumhuriyeti etnik temele dayalı olarak kurulmamıştır. Kuruluş esası, tek devlet, tek ulus, tek bayrak, tek dildir. Atatürk'ün 'Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir' sözü temel bir ilkedir. Türkiye Cumhuriyeti'ne vatandaşlık bağı ile bağlı bulunan herkes ülkenin esas unsurudur.
- Atatürk'ün, 'Millet; dil, kültür ve ülkü birliğiyle birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu siyasi ve sosyal bir birliktir' sözü bugün de geçerli olan, çağımızın gereklerine yanıt veren bir yaklaşımdır.
Bu bağlamda mahalli dil ve kültürler bireysel özgürlük kapsamındadır. Bu özgürlüklerin kötüye kullanılmaması önem taşımaktadır. Bölücü
örgütün bu unsurları kendi amaçları
doğrultusunda kullanmamasını sağlamak gereklidir.
DİNİ DUYGULAR İNCİTİLMEMELİ
- İrticai faaliyetler içte ve dışta sürmektedir. Bunlarla mücadele ederken, toplumun dini duygularını incitmemeye özen gösterilmelidir. Bu bağlamda toplumun dini duygularını kullanmak isteyenlere izin verilmemelidir.
- Anayasa'da dikkat çekilen İnkılap Kanunları'nın ödün vermeden uygulanması gereklidir. Din eğitimi, devletin üstlenmesi gereken bir işlev olarak devam etmelidir. (Akşam)
internethaber
27 Ocak 2010 tarihli bir yazı
AK Kitabı Kim Yazıyor?
Avaz Türk'ün daha önce duyurduğu gibi, «Balyoz» un ardından, «Kırmızı Kitap» olarak bilinen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'nin yeniden yazılması gündeme getirildi.
Ancak bu öneriyi ilginç bir isim, daha önce TSK'ya sayısız defa hakaret eden, son olarak, «TSK'nın, PKK ile savaşmayı sevdiğini, çünkü kendisini böylece değerli hale getirdiğini» öne süren Türkiye-AB Karma Parlamento eski Eş Başkanı Joost Lagendijk dillendirdi.
«Balyoz» planının doğru olduğuna inandığını açıklayan Lagendijk, Kırmızı Kitap'ı tepeden tırnağa gözden geçirilmesini istediği gibi, burada yer alması gereken «gerçek tehditleri» de sıraladı.
Lagendijk,
«İslami köktencilik ve Kürt ayrılıkçılığı gibi iç tehditlerin zamanın gerisinde kaldığını»
iddia etti.
Avrupa Parlamentosu'ndaki görevi sırasında sık sık TSK'yı hedef alan Lagendijk, buradaki görevinden ayrıldıktan sonra Zaman Gazetesi'nde yazı yazmaya başlayacağını açıkladı.
Ancak tek yazıda kaldı. Bunda, Lagendjik'in «ateist» olduğunu açıklamasının cemaatte yarattığı rahatsızlığın etkili olduğu öne sürüldü. Lagendijk işsiz kalmadı, kısa bir süre sonra Aydın Doğan grubuna ait Radikal'de köşe yazarlığına başladı ve hem Türkiye'nin iş işleri, hem de TSK hakkında ahkâm kesmeye devam etti.
Son olarak «Balyoz» konusunda hem konuşan, hem yazan Lagendijk,
«Ben Genelkurmay Başkanlığı'nın açıklamasına inanmıyorum»
dedi. Samanyolu Tv'ye demeç veren Lagendijk, sorumluların mutlaka cezalandırılması gerektiğini, ordunun ancak bu şekilde aklanabileceğini öne sürüp,
«1-2 yıl alabilir, ama askeriye ile ilgili olan bu gelişmeler artık sivil siyasetçilerin işi olmalı. Artık statüko bu şekilde sürdürülemez»
şeklinde konuştu.
Lagendijk, Radikal'deki köşesinde ise «Balyoz sonrası senaryosunu» yazdı. Bu planları yapanlar için, «akıl hastanesinde değil, aramızdalar» diyen Lagendijk, bunun uygulanmamasının, TSK'da bölünme olduğu anlamına geldiğini bildirdi. «Balyoz» sonrası için Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'nin tepeden tırnağa gözden geçirilmesini isteyip, «İslami köktencilik ve Kürt ayrılıkçılığı gibi iç tehditlerin zamanın gerisinde kaldığını» iddia eden Lagendijk, yeni Kırmızı Kitap'ta yer alması gereken «gerçek tehditleri» de şöyle sıraladı:
«Bu, El Kaide veya nükleer silah sahibi İran gibi, modern ve profesyonel bir orduyla üzerine gidilmesi gereken (olası) dış tehditleri de içerecektir. Ve içteki tehlikeler, öncelikle ve esas olarak polis ve yargı tarafından etkisiz hale getirilmelidir...»
Lagendijk, 2005'te AB-Türkiye Karma Parlamento Eş Başkanıyken, «Türk Ordusu'nun, PKK'yla savaşmayı sevdiğini, çünkü bu durumun orduyu daha değerli hale getirdiğini» söyledi.
Bunun üzerine dönemin Hukukçular Birliği Üyesi Avukat Kemal Kerinçsiz, «Şüpheli adeta bir mütareke komiseri gibi davranıyor» diyerek, Lagendijk hakkında «TSK'ya hakaretten» suç duyurusunda bulundu, Savcılık da soruşturma açtı. Bu soruşturma AB'de büyük tepki çekerken, Kemal Kerinçsiz daha sonra «Ergenekon» kapsamında gözaltına alındı ve tutuklandı.
Papandreu'nun Mektubu Balyoz'dan Sonra
Öte yandan, Yunan Başbakanı Yorgo Papandreu'nun, Başbakan Erdoğan'ın mektubuna aylar sonra, «Balyoz» planının tartışıldığı bir dönemde cevap vermesi dikkat çekti.
Bilindiği gibi Balyoz'da, «Ege'de kendi uçağımızı düşürüp, bunu Yunanistan'ın yaptığının açıklanacağı» şeklinde bir planın yer aldığı iddia ediliyor.
Papandreu'nun, «Balyoz» tartışmaları sürürken gönderdiği cevabi mektupta, Ege konusunda şu talepler yer aldı:
«Ege'de, uluslararası hukuka, uluslararası ve ikili anlaşmalar ile toprak bütünlüğüne saygı, iyi komşuluk ilişkilerinin sürekliliğinin temelini oluşturacaktır...»
heddam.com
Devrim Ulusal Bir Kavramdır
Türkiye yanıyor... Bir taraftan toplumun «ordu imajı» yakılıyor. Bir taraftan da terör ve terörist «kavramı yakılarak» toplumun vatan, millet, devlet algısı tahrip ediliyor. Bütün kavramlar karman çorman... Silahsız savaşıyoruz.
Türkiye yanıyor... Bir taraftan toplumun «ordu imajı» yakılıyor. Bir taraftan da terör ve terörist «kavramı yakılarak» toplumun vatan, millet, devlet algısı tahrip ediliyor. Bütün kavramlar karman çorman... Silahsız savaşıyoruz. Toplum bunlarla boğuşurken; açılım, asimetrik psikolojik savaş, suikast iddiaları, kozmik oda, devlet sırrı tartışmaları, bizi tanımı ve boyutları belli olmayan bir savaşa sürüklerken AKP'nin, Kürtçülerin, ikinci cumhuriyetçilerin, «Soros çocuklarının» dönüp dolaşıp buluştuğu bir nokta var: «Karşı devrimcilik» Tüm bu ateşe vermenin tek bir amacı ve derdi olduğu ortaya çıkıyor: «Türk devrimi»
AKP'nin Tanıtım ve Medyadan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik,
«Biz, Cumhuriyetle birlikte gayrimüslimleri, Kürtleri, Alevileri, köylüleri ve dindar insanları ötekileştirdik»
diyor. Bu ifadeyle «sistemin» Türkiye'de neyi «demokratikleştirmek» istediği ortaya çıkıyor. Türk devrimi «değiştirilerek» yıkılmak isteniyor. «Kürt açılımı» ile Türk devriminin ezeli karşı devrimcileri, İslamcılarla Kürtçüler, Türk devrimini ve kazanımlarını yıkmak istiyorlar. Yaptığımız tartışmaların özü budur.
Türkiye 2009'da, belki de hiçbir zaman olmadığı kadar yoğun bir şekilde Kürt sorununu tartışmıştır. Daha önceki tartışmalardan çok daha yoğun olmasının nedeni, bu defa tartışmanın devletin çıkarları gereği değil, devletin parçalanması amacına uygun olarak yapılmasıdır. Yani tartışmanın bir tarafı, yani hükümet ve DTP/PKK el ele verip Türkiye Cumhuriyeti ulus-devletini parçalamak için çabalamaktadır. İşin en acı yanı ise, hükümet/DTP/PKK'nın bu tartışmayı çok yanlış bir söylem ile yürütüyor olmasıdır.
En tuhaf söylem, Abdullah Öcalan'ın Kürdistan'ın Atatürk'ü olarak gösterilmesidir. Bu söylemin, en belirgin bir ifadesi, Kürtçülerin yayın organlarından biri olan, Rizgari (Kurtuluş) dergisinin internet sitesinde, Sedat Günçekti imzasıyla 9 Aralık 2006 tarihinde kendisini göstermiştir. Yazının başlığı, ortaya atılan hatalı söylemin en net biçimidir: «Abdullah Öcalan: Yaşayan Atatürk». Bu hata 2009 yılında Kürt açılımı tartışmalarında da yapılmıştır: «Kürdistan'ın Atatürk'ü Abdullah Öcalan'dır» ya da «Sizin için Atatürk ne ise bizim için de Öcalan odur.» Hüseyin Çelik'e göre devrimin ötekileştirdiği Kürtlerin söylemi bu.
Öcalan avukatları aracılığı ile fikrini ilan etmiş:
«Bunlar Mustafa Kemal'i anlamıyorlar, Mustafa Kemal'e de Çılgın Türk diyorlar. Bu Mustafa Kemal'e hakarettir, çirkinliktir. Mustafa Kemal hiç de çılgın değildir. Tam tersine tamamen rasyonel ve gerçekçidir. O dönemin koşulları nasıl hareket etmeyi gerektiriyorsa öyle hareket etmiştir. Akıllı hareket etmiştir. Mustafa Kemal'in siyaseti, yöntemi, ortadadır, bellidir. Bugün yaşasaydı nasıl hareket edeceğini Atatürkçü geçinenler kendilerine sormalıdırlar. Cumhuriyeti, Atatürk'ü seviyoruz diyorlar fakat O'nun yaptıklarını veya yapacaklarını yapmıyorlar. Atatürk yaşasaydı yapacakları belliydi.»
Ötekileştirilmiş Kürtlerin yayın organının yazarı Günçekti bu cümlelere çok kızmış,
«Bravo. Atatürkçü dediğin böyle olmalı işte... Kürde, Ermeniye, (buraya dikkat) Elen'e hayatı zindan eden, her türlü farklı sesi kanla bastıran bir ırkçı diktatör ancak bu denli haklı ve mazur gösterilebilir»
demiş. Göbbels'in «Kürtleri ötekileştirdik» ifadesine ne kadar paralel bir mantık değil mi?
Öcalan devam etmiş:
«Türkiye'nin zaten tarihi düşmanları var, kuşatılmış durumda. Ermenistan'ı var, Yunanistan'ı zaten var. Gürcistan bile buna dahil edilebilir. Benim komployla Türkiye'ye teslim edilmemdeki amaç bu kuşatmanın Kürt ayağını oluşturmaktı. Fakat ben bu planları zaten biliyordum ve gördüm, ona göre tutum belirledim ve daha önce Mustafa Kemal'in yaptığını bugün yaparak bir ölçüde bu planları boşa çıkardım. İngilizler bu nedenle bana da kızgındırlar.»
Günçekti daha da kızmış:
«Atatürk, Emperyalizmle ve İngilizlerle işbirliği yapmasaydı, Türkiye cumhuriyeti diye bir devlet acaba yeryüzünde olur muydu? Öcalan Türk tarih tezinin bilinen yalanlarını allayıp pullayarak, Türklere biraz daha yaranmak istiyor. Ve yine çok komik bir şekilde kendisini Atatürk'le özdeşleştirerek, demek istiyor ki, ben yaşayan Atatürk'üm.»
Hangi cümle doğru, hangisi yanlış, sonuç ne? Önce sonuç: Bu söylem, yani yazarın çok kızdığı söylem, «yeni Atatürk fikri» Kürtler ve Kürtçüler arasında yaygınlaşmaktadır. Bu söylem, 2009 yılında Kürt açılımı tartışmalarında, Atatürk'ün liderliğini yıkmaya hizmet edeceği içindir ki AKP'nin de hoşuna gitmiştir ve hükümetin komprador kalemleri de bu söylemi yaymaya başlamışlardır. Yani APO'nun yeni lider olması, Atatürk Türk milliyetçisi olduğu için Kürtlerin işine, Atatürk laik bir devrimci olduğu için de İslamcıların işine gelmiştir. 1920'lerden bu yana el ele vermiş iki karşı-devrimci odak yine karşımızdadır.
Bu söylem karşısında ortaya çıkan bu ikili durum, Türk devriminin ikili karakterinden kaynaklanmaktadır: Türk devrimi bir yandan feodal bir toplumdan burjuva bir toplum modeline geçişi sağladığı için ulusal iken, ümmet toplumundan çağdaş topluma geçişi sağladığı için de laiktir. Bu yüzden de devrimin ilk günlerinden bu yana, iki tür karşı devrimci olmuştur: Devrimin ulusallığı ile sorunu olan Kürtler ve devrimin laikliği/çağdaşlığı ile sorunu olan İslamcılar. Bu karşı devrimciler, her zaman Batı parantezine girerek işbirliği yapabilmişlerdir. 2009 yılındaki Kürt açılımı bu işbirliğinin sadece bir örneğidir.
Sonuç budur ya da en azından ulaşılmak istenen budur. Peki APO'nun sözleri ve giderek «Kürdistan'ın Atatürk'ü» söyleminin yanlışı nerededir? Burada, Mustafa Kemal bir ulusal devrim lideri olduğu için devrimin tanımına girmek gerekmektedir:
Devrim ulusal bir kavramdır. Klasik diyalektik şemaya göre, feodal-ümmet toplumundan kapitalist-ulusal topluma geçiş devrimlerle gerçekleşir. Şemanın daha alt aşamalarında devrim gerçekleşmez. Yani, feodal-ümmet toplumu ilkel toplumun devrilmesiyle kurulmamıştır. Kuşkusuz orada da bir sınıf savaşımı mevcuttur; ancak orada sınıf savaşımı devrime değil evrime hizmet etmiştir denilebilir. Bu yüzden devrim ulusal bir kavramdır. Çünkü devrimler ulus inşa ederler, ulus-devlet, üniter devlet kurarlar.
Klasik aşamanın daha sonraki adımı sosyalist toplumdur, bu da bir devrimle gerçekleşir; ancak, sosyalist devrim mutlaka burjuva bir toplumda gerçekleşmelidir. Aksi halde sosyalist devrimin, devrimci kıvılcımı çakılmamış olur. Çünkü, sosyalist devrim, burjuva toplumun çelişkilerinin anti-tezidir. Buradan şu tez çıkmaktadır: Devrim sosyalist de olsa ulusaldır. Çünkü sosyalist devrimin içinde gelişeceği toplum, ulusal bir yapıdır. Sosyalist devrimin sorunu, toplumun ulusal olması değil; burjuva olmasıdır.
PKK'nın bu anlamda devrimci olması mümkün değildir ki APO, Mustafa Kemal olsun, yani bir ulusal bir devrimin lideri olsun.
Çünkü Kürtler, feodal ümmet toplumunun özelliklerini taşırlar. Ama bu Türkiye Cumhuriyeti'nin yapısının bir parçasıdır, Kürtlerin kendilerine has bir özelliği değil. Zira, Türkler arasında da feodal-ümmet toplumundan çıkamamış insanlar vardır. Kaldı ki, Kürtler bu özelliklerinden şikayetçi de görünmemektedirler. Hangi Kürtçü yazarın, Türk devriminin toprak reformu sorunuyla ilgilendiği görülmüştür?!!.. Türk devriminin toprak reformunu gerçekleştirememiş olması Kürtçülerin işine gelmektedir. Bu da onların feodal-ümmet toplumunun çelişkilerinden rahatsız olmadıklarını göstermektedir ki, bu durumda devrimci bir hareketten bahsedilemez. Kürtler, feodal yapıyı, ağalık sömürüsünü devirmek istememektedirler. İsteselerdi DTP onların temsilcisi olamazdı. Bu yüzden Kürt açılımı bir devrimci hareketin sonucu veya bir parçası değildir.
Türk devrimi diğer iki özelliğinin yanı sıra bağımsız bir devrimci harekettir. Bu hareket başarıya ulaşamasaydı da sonuna kadar bağımsızlığını koruyacaktı. Bunu kaydettikten sonra APO'nun sözlerini hatırlamakta yarar var:
«...Benim komployla Türkiye'ye teslim edilmemdeki amaç bu kuşatmanın Kürt ayağını oluşturmaktı. Fakat ben bu planları zaten biliyordum ve gördüm, ona göre tutum belirledim ve daha önce Mustafa Kemal'in yaptığını bugün yaparak bir ölçüde bu planları boşa çıkardım. İngilizler bu nedenle bana da kızgındırlar.»
Bu sözleri ile APO, hareketin bağımsız olduğunu ve bu hareketin lideri olarak kendisinin de bağımsız olduğunu ima emekte, bu suretle kendisini Mustafa Kemal'e benzetmektedir. Türkiye'nin başının, Batılı eller marifetiyle, Yunanistan'la, Ermenistan'la dertte olduğu doğrudur. Kendisinin bu dert zincirinin Kürt halkasının başı olarak atandığı da doğrudur. Ancak yanlış olan şu ki, APO bu atamadan şikayetçi değildir. Olabilmesi de mümkün değildir zaten. Lojistik desteğini tamamen ve en başından beri Batı'nın sağladığı bir hareketin lideri; Türkiye yararına, bağımsız bir duruş sergileyerek Batı'nın oyununu bozmaz. Bozamaz. Öyleyse PKK bir devrimci hareket de olamaz, APO da Mustafa Kemal'e benzeyemez. Bu söyleme böyle bir anti-tez gerekir. Bu anti-tezin gelmesi de doğaldır. Çünkü bilimseldir, rasyoneldir.
Hâlbuki APO'nun bu dediklerine çok kızan Rizgari yazarı şunları demiyor muydu: «Atatürk, Emperyalizmle ve İngilizlerle işbirliği yapmasaydı, Türkiye cumhuriyeti diye bir devlet acaba yeryüzünde olur muydu? Öcalan Türk tarih tezinin bilinen yalanlarını allayıp pullayarak, Türklere biraz daha yaranmak istiyor. Ve yine çok komik bir şekilde kendisini Atatürk'le özdeşleştirerek, demek istiyor ki, ben yaşayan Atatürk'üm.»
Bunun bilimsel, rasyonel bir karşı duruş, bir anti-tez olmadığı ortadadır. Yine kelime kelime inceleyelim:
Apo'nun kendisini Atatürk'e benzeterek komik duruma düştüğü doğrudur. Onun bu komikliğini tarihi gerçekler gözler önüne serer. Ama bu tarihin hangi satırı Mustafa Kemal'in emperyalizmle, İngilizlerle işbirliği yaparak devrimini başarıya ulaştırdığını yazar? Rizgari yazarı, resmi tarihin satırlarını çok okuduysa, Mustafa Kemal'in ölene dek İngilizlerle Fransızlarla tek bir ticaret anlaşması dahi yapmadığını yalanlayabilir mi? Ama kendisi apaçık yalan söylüyor.
Bilimsel bir tutarlılıkla oluşturulmamış bir dünya görüşüdür ideoloji, kirli bir ırmaktır; bu kirli ırmağa düşen mantıksızlaşır, akılsızlaşır ve giderek de militanlaşır. APO da, ona karşı çıkan yazar da, PKK ve DTP/BDP de zaten militandır da, bu ideoloji, bu mantıksızlık, militanlık demokrasiyle karıştırılıp toplumun hemen hemen her grubundan destek görürse ne olur?
Çok iyi bilinmelidir ki cevap, BÖLÜNMEDİR.
2009 yılında Kürt açılımı tartışmalarında bir gerçek su yüzüne çıkarılmıştır. Hepimizin bildiği bir başka söylem, «Birlikte savaştık, bu devleti birlikte kurduk» söylemi, yalanlanmıştır. Hem de bu resmi rakamlarla yapılmıştır:
Türksolu dergisinin 253. sayısında Gökçe Fırat, DTP Muş Milletvekili Sırrı Sakık'ın Çanakkale Şehitliği'ni gezerken yaptığı açıklamayı aktarıyor:
«Bu ülkede burada yatan şehitlerin ruhuna uygun bir cumhuriyet oluşturmak istiyoruz. Eminim ki, onların ruhu bizi izliyor. Burada şehit düşen Muşlusu, Şırnaklısı, Vanlısı, Gazianteplisi, İstanbullusu, Trabzonlusu hepsinin ruhu bizi izliyor. Hepsi diyor ki, bizim ruhumuzun şad olması için barışı ve kardeşliği savunun. Hepimize görevler düşüyor, Kürt'üyle, Türk'üyle. Demokrasiden yana olan herkese ortak bir vatan için ortak sorumluluklar düşüyor.»
Yani Sakık, bu devleti birlikte kurduk, diyor. Hüseyin Çelik ise devrimin Kürtleri ötekileştirdiğini iddia ediyordu. Genelkurmay rakamlarına dayanan çalışmasıyla Gökçe Fırat diyor ki:
«Çanakkale Savaşı'nda Osmanlı Ordusu'nun resmi kaybı 48 bin asker. Peki, bu 48 bin şehidimizin nerelerden gelip Çanakkale'de öldüğü biliniyor mu? Elbette biliniyor. Her bir şehidin, ana-baba adından tutun köyüne kadar kim oldukları biliniyor. Çanakkale'de kimler şehit olmuş? 48 bin şehidin 992 tanesi Güneydoğu'dan katılmış. Yani %2'si. Ama bu rakam da bizi yanıltmasın, bu 992 kişinin 502'si de Antep'ten katılmış. Mesela Sırrı Sakık'ın memleketi Muş'tan kaç kişi şehit olmuş? 7 kişi! Diyarbakır'dan 49, Van'dan 36, Siirt'ten 40, Mardin'den 7 kişi. Görüldüğü gibi rakamlar ortada: Kürtler pek Çanakkale'ye uğramamış! Kurtuluş Savaşı'nda durum farklı mı? Toplam 35 bin resmi şehidimiz var. Bunların 685'i Güneydoğu doğumlu. Oran olarak yine %2! Sırrı Sakık'ın memleketi Muş'tan katılım bu defa çok yüksek olmuş ki şehit sayısı 18!»
APO ne diyordu: Ben Mustafa Kemal gibiyim. Kürt hareketinin ele başı, Türk devriminin lideri Mustafa Kemal'e öykünüyor. Mustafa Kemal ulusal bir devrim yapmış, bu devrim için emperyalistlerle savaşmış, bu savaşa en az katılım Kürtlerden gelmiş, ama Kürt hareketinin lideri APO Mustafa Kemal'e benzediğini söylüyor.
Tekrar etmekte fayda var: Kürtler klasik şemaya uygun olarak, feodal ümmet toplumunu yıkmayı değil; tam tersine onunla barışık yaşamayı tercih etmiştir. Hatta Kürtler, yaşadıkları coğrafyada feodal ümmet toplumunu yıkıp ulusal burjuva bir devlet kuran devrime bile destek vermemiştir. Destek vermek bir yana, devrime ihanet etmişlerdir. Daha 1921'de devrimin ilk yıllarında Koçgiri'de isyan etmişlerdir. Türk devrimcileri emperyalistlerle savaşırken onların Truva atıyla da uğraşmak zorunda kalmışlardır. Kurtuluş Savaşı'nda, Doğu ve Güneydoğu'dan yaklaşık 2000 şehit çıkarken (ki bunların çoğu Antep'ten çıkmıştır); Gökçe Fırat'ın verdiği sayılarla, Kürtler Cumhuriyet'e, devrime karşı 1924 ile 1938 yılları arasında tam 11 kere isyan etmiş ve 17.000 isyancı ölmüştür.
Kurtuluş Savaşı'nda bölgeden 2000 şehit, devrime karşı isyanlarda bölgeden 17.0000 ölü.
Bu rakamlarla, tarihi materyalizmle de açık açık ortaya şu çıkıyor: Kürtler devrimci değiller, çünkü içinde bulundukları feodal yapıdan şikayetçi değiller; hatta şikayetçi olan ve bu yapıyı devirmek isteyen devrimcilere destek vermemiş ve onları arkalarından vurmuşlardır. Böyle bir toplumsal tabana sahip olan PKK da devrimci olamaz. PKK ancak Batı eliyle Türk devrimini devirmenin hareketi olabilir. Devrim «Kürtleri ötekileştirmemiştir.» Kürtler feodal toplumsal yapıları ile kendilerini Türk devriminin karşısında tanımlamışlardır. Bu anlamda APO da devrimci olamaz. APO, Mustafa Kemal'e benzeyemez. Çünkü devrim ulusal bir kavramdır.
Ama, bu benzetme söylemi, işe yarar. Çünkü, tarihi karşı devrim ortakları bu kez de bu söylem altında, yani Batı parantezinde birleşmiştir. İslamcılar yani AKP ile Kürtler, bu kez de Kürt açılımı adı altında karşı devrim faaliyetlerini gerçekleştirmektedir. AKP kısaltmasının bazı çevrelerce «Arap Kürt Partisi» olarak açılması boşuna değildir.
heddam.com