Türkiye Cumhuriyeti "Tevhid Temeli" Üzerine Kurulmuştur Hakikat Bilgisi
Allah’a hamd, resulü Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimize ve evladı resule selâm olsun; Rabbim bizleri de evlâdı resul arasına dâhil etsin.
Zaman zaman gündeme getirilerek; "Türkiye Cumhuriyeti şu etkenle veya falanca iradeyle kurulmuş" denilerek Türkiye Cumhuriyeti'nin bölünmez bütünlüğünün tartışmaya açıldığını müşahede ediyoruz. Toplum olarak devletimizin kuruluşu konusunda kafamız karıştırılıyor. Bu kafa karışıklığı, kişisel özgürlükler, insan hakları vb. değerler altında yapıldığı gibi, 20'nci yüzyılın son çeyreğinden beri bazı dinci mahfiller ve dinciler tarafından da yüksek sesle söylenerek yapılmakta...
Kur’an ve vahiyden kopuk; Hazreti Peygamber Efendimizin ahlak ve öğretisinden uzaklaşmış olan sözde âlim, sözde dervişlerin ve mollaların gayret ve katkıları ile Osmanlı Devleti geri kalmış; sonra dağılıp yıkılmıştır.
Böyle medrese ve tekke ehli olan din adamlarından, gerek haçlı istilâcılara karşı yapılan İstiklâl Savaşı sırasında, gerekse Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, gerekse Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduktan sonra, başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran kadrolar çok eziyet çekmişlerdir. Onların önderliğiyle kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türk milleti hâla bu zihniyetten son derece zarar görmektedir.
Kur’an ve vahiy dışı bu zihniyet, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu engellemek için haçlılarla dahi işbirliği yapıp, haçlı istilâcılarla savaşan milli kuvvetleri ve onun lideri Gazi Atatürk’ü din dışı ilân etmişler ve utanmadan sıkılmadan verdikleri bu fetvalarını haçlı istilâcıların uçaklarıyla Türk milletine havadan atarak dağıttırmışlardır.
Bu zihniyet mensupları, haçlı istilâcıların denize dökülmesiyle kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin yıkılması; Türk milletinin bölünüp parçalanması için bugün* dahi haçlılarla işbirliği yapmaktadırlar.
Bu itibarla, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu kadroları bu meseleyi çok doğru ve isabetli bir şekilde teşhis ederek, haçlılarla işbirliği yapan ve Osmanlı Devleti'ni yıkan bu zihniyetin yetiştiği medrese ve tekkelerdeki "Arapçacılık"ı ve ezberciliği ön gören eğitim sistemini terk ederek, medreseleri tekkeleri lav edip kapatmıştır. Bunların yerine modern ve medeni dünyanın eğitim metotlarını uygulamışlardır.
Medrese ve tekkelerin Kur’an dışı hurafe yüklü faaliyetlerinden, şeyhlik, mollalık, hoca efendilik, mürşitlik, dedelik, babalık vb. unvânlarla beşeri menfaat sağlayan bu zihniyet, cumhuriyeti ve inkılaplarını da din dışı ilan etmişlerdir. Bunlar, cuma namazlarının Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde geçerli olmadığını söylemişler ve halen günümüzde de böyle söyleyenleri vardır. Seksenli yıllarda büyük bir cemaatin lideri, gazetelere yaptığı beyanatlarda, Türkiye Cumhuriyeti'nin “dar-ül harp” (İslam diyarı olmayan ve harp edilmesi gereken bir ülke) olduğunu beyan etmiş ve günlerce gazetelerde yazı serisi olarak yayınlanmıştır. İşte bu zihniyet Osmanlı Devleti'ni çökerttiği gibi, bu gün İslam dünyasının gözbebeği olan, Kuran’ın tavsiyesine ve Hz. Peygamber’in uygulamalarına en uygun sistem olan cumhuriyetle yönetilen devletimizin de en büyük ve tehlikeli düşmanıdır.
Çünkü bu ülkeyi din adına dar-ül harp ilan etmek; bazı gafil şahıs ve gruplar tarafından, sanki küçük ve önemli bir mesele değilmiş gibi görülür veya gösterilir. Fakat bu zihniyet ile, dar-ül harp ilanının arkasından verdiği fetvalarla, dar-ül harp olduğundan her Müslüman’ın Türkiye Cumhuriyeti'nin yıkılması için cihat/mücadele etmesi gerektiği ifade edilir. Türkiye Devleti dar-ül harp olduğu için, devlete vergi verilmemesi gerektiği söylenir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti dar-ül harp olduğu için, devletten çalmayı, tüyü bitmemiş yetimin hakkı olan kamu malını gasp etmeyi, ganimet olarak görürler ve kendilerine helâl ederek yerler.
Bu zihniyet, dar-ül harp şartları (savaş halinde ki şartlar) olduğundan "savaştayız ve savaşta yalan söylemek günah olmaz" deyip, cumhuriyetimizi kuran ve ayakta tutan kurum ve şahıslara, cumhuriyeti savunan kimselere, ilim adamlarına ve kurumlara çeşitli yalanlarla iftiralar atar; türlü hile ve desiselerle bu vatanseverleri din dışı ilan ederler. Bu zihniyet, Türk milletinin evlatlarına kendi devletleri olan Türkiye Cumhuriyeti'ni düşman ve harp edilmesi gereken bir devlet gibi gösterirler. Dava-hizmet gibi isimlerle bu gayelerini süsleyerek, "bu uğurda dar-ül harptır" diyerek faizcilik yapmayı, gerektiğinde içki içmek, zina yapmak, yalan söylemek gibi açık haram ve günahları işlemenin helal olduğunu taraftarlarına ilan ederler. Devletimizi ayakta tutan şahıs ve kurumları hasım olarak teşhir ederler. Özellikle yeryüzünde Hazreti Peygamber Efendimizin ismi ile anılan yegâne ordu olan, Türk Silahlı Kuvvetleri'ne ve Mehmetçik'e, (Muhammetçik) bu milletin evlatlarını düşman hale getirirler.
Velhasıl bu zihniyetin, din adına yaptığı olumsuz faaliyetleri sayılamayacak kadar çok olmuştur ve halen olmaktadır. Hâlbuki bu gün yeryüzünde cumhuriyet olup, seçme ve seçilme hakkının her vatandaşına eşit bir şekilde verildiği, Atatürk’ün liderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nden başka bir İslam devleti yoktur.
İslam dünyasında ismi cumhuriyet olan devletler vardır. Fakat bu devletlerin arka planında herkesin seçme ve seçilme hakkının olmadığı; ya aşiret, ya kabile veya bir diktatörlük mevcuttur. Bu itibarla, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kuruluşu ve işleyişi Kur’an’a ve Hz. Peygamber Efendimizin uygulamalarına en uygun olanıdır. Böyle olduğu için Türk milleti, bu gün İslam dünyası içinde her bakımdan en ileridir.
Atatürk ilke ve inkılâpları, cumhuriyet rejiminin devamını ve Türk milletinin bütünlüğünü esas alır. Çünkü son haçlı seferini püskürttüğümüz İstiklal Savaşı zaferle neticelenip Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, sınırları dışında olan halkların, gerek iltica yoluyla gerekse mübadele (nüfus değişimleri) yoluyla Türkiye’ye kabul edilmelerinde ırk, soy farkı aranmayıp, sadece Müslüman olmaları dikkate alınmıştır. Arnavut, Boşnak, Çerkez, Gürcü, Kürt, Arap, Laz, Pomak, Yörük, Türkmen vb. halklar içinden “Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve resuluhu” diyenler, yani sadece Müslüman olanlar, Türk milletinin asli unsurunu oluşturmuştur. Azınlık, yani asıl unsur olmayanlar ise, gayrimüslimler yani Müslüman olmayan Rum, Ermeni, Yahudi gibi halklar kabul edilmiştir.
Hatta Anadolu’daki öz be öz Peçenek Türklerinden olan Ortodoks Türkler, Hıristiyan oldukları için Yunanistan’a gönderilmişlerdir. Cumhuriyetin ilk yıllarında -Atatürk’ün sağlığında- bugün Moldova’da halen yaşayan Hıristiyan Gagavuz (Gökoğuz) Türklerinin, Türkiye Cumhuriyeti'ne gelip yerleşme talepleri, Hıristiyan [müşrik, yenipagan. HB] oldukları için kabul edilmemiştir.
Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce Anadolu'nun orta kesimlerindeki nüfusun yüzde 30'u, Ege ve Marmara bölgelerinde ise yaklaşık yüzde 60'ı, Hıristiyan ve gayrımüslim halklardan oluşuyordu. Bugün ağızlarımızı doldurarak "Türkiye Cumhuriyeti nüfusunun yüzde 99’nun Müslüman olduğunu" söylüyorsak, Türk milletinin aslını ve hamurunu “Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve resuluhu” imanını taşıyan tevhit dininin müminleri oluşturuyorsa bu, Atatürk ve cumhuriyeti kuran kadroların gayret ve ferasetleriyle olmuştur.
Bazılarının nefretle, bazılarının ise alaycı ifadelerle amaçlarından saptırarak anlattığı Atatürk ilke ve inkılâplarının, iyice araştırılıp analiz edildiğinde, tevhit müminlerinin aslını oluşturduğu Türk milletinin birlik ve bütünlüğünü sağlamaya yönelik müthiş yenilikler olduğu anlaşılır.
Mesela, bazı kesimlerin hafife aldığı ve "gardırop devrimciliği" diyerek alay ettiği kılık-kıyafet inkılâbı, aşiretçilik, kabilecilik ve sülalecilik ifade eden giysilerin giyilmesini engellemeye yöneliktir. Yani filancaların, filancaoğullarının aşiret-sülale kimliğini ifade eden ve millet bütünlüğüne zarar veren kılık-kıyafetleri kaldırılıp, bunların yerine medeni dünyanın ahlâka uygun modern kıyafetlerini herkesin giymesi özendirilerek, tevhit imanı taşıyan Türk milletinin bütünlüğü sağlanmıştır. Yine soyadı inkılâbıyla, falancaoğulları, fişmancaoğulları gibi aşiret, sülale yapılanmalarını ifade eden unvanlar yerine, her aileye bir soyadı verilerek millet bütünlüğü gözetilmiş ve sağlanmıştır.
Harf inkılâbı ise; o zamanlar Rus esareti altındaki Türkler ile alfabe birliğini sağlamaya yönelik olarak yapılmıştır. Çünkü tüm İslam dünyasında Arap alfabesi kullanılırken Ruslar Türk milletinin alfabe birliğini bozarak kendi esareti altındaki Türkleri Lâtin alfabesine geçirmişlerdir. Bunun üzerine Atatürk ve arkadaşları Türk dünyasındaki alfabe bütünlüğünü korumak için, Türkiye Cumhuriyeti'ni Lâtin alfabesine geçirmişlerdir. Fakat bir müddet sonra Ruslar Türkiye Cumhuriyeti'nin bu kararından sonra esareti altındaki Türk dünyasını Lâtin alfabesinden Kiril alfabesine geçirerek Türk dünyasındaki alfabe bütünleşmesini engellemişlerdir.
Velhasıl cumhuriyet devrindeki Atatürk ilke ve inkılâplarının daha birçok yararıyla, tevhit imanı taşıyan Türk milletinin bütünlüğünü ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin devamlılığını sağlamaya yönelik devrimlerdir.
Daha evvel de açıkladığımız gibi, Hazreti Peygamber Efendimiz cahiliye Arap geleneği olan aşiret, kabile yönetimlerini ve saltanatı kaldırıp, yerine şuraya, yani meclise danışarak meclisin önerdiği kişinin yönetimin başına getirilmesini uygulamıştır. Çünkü Kur’an’daki “İş ve yönetim konusunda onlarla da şuraya git” (Al-i İmran: 159), “İşleri, yönetimleri aralarında bir şuradır” (Şura: 38), “Şu bir gerçek ki, Allah size emanetleri onlara, ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder” (Nisa: 58) ayetlerinin de açıkça beyan ettiği gibi, Hazreti Peygamber Efendimiz kendisinden sonra devleti idare edecek olanın halk tarafından seçilmesini, ehil olanların yönetime getirilmesini ve adaletle hükmetmesini tavsiye etmiştir. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Hasan’a kadar buna riayet edilmiş, yönetime şuranın/meclisin yani halkın seçtiği ehil kimseler getirilmiştir.
Fakat Muaviye, Kur’an’ın emri ve Hazreti Peygamber Efendimizin tavsiyelerine riayetle seçkin sahabeler tarafından uygulanan; şuraya/meclise danışıp ehil olanın iş ve yönetim başına getirilmesi sistemini yıkmış ve kaldırmıştır. Aşiretçilik ve kabilecilik olan padişahlığı getirip, cahiliye Arap geleneğini ihya ederek oğlu Yezid'i padişah veliahdı ilan etmiştir. Bu uygulamaya itiraz eden Peygamber Efendimizin cümle müminlere emaneti olan Hz. Hüseyin ve Ehl-i Beyt başta olmak üzere seçkin sahabeleri şehit etmiş, kimi sahabeleri ise sürgün etmiştir. İslam dünyasında daha sonra kurulan devletler de Kur’an’ın emir ve Peygamber tavsiyelerini değil de, Muaviye’nin kabile yönetimi kurallarına göre birer aşiret devleti olarak kurulmuştur.
Bu aşiret yönetimi Atatürk’ün önderliğinde Türkiye Cumhuriyeti kurulana kadar, yani yüzde 99'u “Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve resuluhu” imanı taşıyan Türk milletinin asli unsurunu oluşturduğu, İslâm dışı halkların ise azınlık sayıldığı Türkiye Cumhuriyeti kurulana kadar devam etmiştir. Bu itibarla, milletimizin kafasını karıştırarak yok şu unsur, yok bu tesirlerle Türkiye cumhuriyeti oluştu diyenler bilmelidirler ki, Türkiye Cumhuriyeti tevhit temeli üzerine kurulmuştur.