Türkiye'de Aydın Kırımı / Metin AYDOĞAN

Türkiye'de Aydın Kırımı / Metin AYDOĞAN

İletigönderen Oğuz Kağan » Prş Oca 23, 2014 17:01

Türkiye'de Aydın Kırımı -1

24 Ocak Uğur Mumcu’nun öldürülüşünün yıldönümüdür. Çok güç yetişen ve toplumun en değerli düşünsel varlığı olan aydınlar, Türkiye’de yoğun kıyım ve kırıma uğramıştır. Aşağıdaki yazıyı onların anısına saygı için yayınlıyoruz.

Türkiye Cumhuriyet’i kurulduğunda sıkıntısı çekilen ana sorun; buyruk, yönerge ya da yasayla giderilemeyecek olan aydın eksikliğiydi. Cumhuriyet olanaksızlıklara karşın bu eksikliği gidermiş ve kendine uygun; özverili, inançlı ve yurtsever bir aydın kuşağı yetiştirmişti. Ülke bu kuşağın omuzları üzerinde yükselmiştir. Ancak, Atatürk öldükten ve Batı ile ilişkiye geçildikten özellikle de 1950’den sonra, bu kuşak ve yetiştirdiği kuşaklar, belirli bir plan içinde önce etkisizleştirildi sonra üst düzey devlet görevlerinden uzaklaştırıldı. Bu tür uygulamalar, onları yıldırmadı. Bulundukları yer ve konumda görüşlerini savundular, pes etmediler. Sıra; izlemelere, sorgulara, hapis ve sürgünlere geldi. O da yetmedi, öldürmeler başladı. Her görüşten binlerce yurtsever sokak ortalarında öldürüldü. Ulus olarak yitirilenler yalnızca yurtseverlerin yaşamı değildi. Gerçek yitik, topluma karşı gösterilen duyarlılıklarda ve haksızlığa karşı direnme gücünde yaşandı. Özgür düşünce, düşünceyi eyleme dönüştürme girişkenliği ve örgütlenme istenci (iradesi) büyük zarar gördü.

Cumhuriyet’in Aydına Verdiği Önem

Şevket Süreyya (Aydemir), Birinci Dünya Savaşı’na yedek subay olarak katılan bir öğretmendir. Savaştan sonra Moskova’da yüksek öğrenim görmüş ve bir komünist olarak döndüğü İstanbul’da tutuklanmıştır. Afyon Cezaevi’nde iki yıl yattıktan sonra, 1927’de çıkarılan afla serbest bırakılır ve doğrudan Ankara’ya gelerek, görev istemiyle Milli Eğitim Bakanlığı’na başvurur. Başvurduğu gün, Teknik Öğretim Genel Müdür Yardımcılığına atanmıştır. Atamayı yapan Müsteşar Kemal Zaim Sunel, görevlendirme yazısını imzalarken Şevket Süreyya’ya şunları söyler: “Hangi ülke, çocuklarına bizim ülkemiz kadar muhtaçtır? Hangi millet bizimki kadar fakirdir? Öyle bir işin içindeyiz ki, herkes dağarcığında ne varsa ortaya dökmelidir.” 1 

Kurtuluş Savaşı ve sonrasındaki devrimler, bugünün kuşaklarının kavrayamayacağı ya da yeterince kavrayamayacağı kadar güç koşullar ve olanaksızlıklar içinde başarılmıştır. Güçlüklerin en başta geleni, bilinçli ve eğitimli kadro, yani aydın eksikliğidir.

Kurtuluş Savaşı süresince Ankara’ya, çoğunluğu subay ancak bin beş yüz kişi gelmiş, koskoca Osmanlı Ordusundan Ankara direnişine, İnönü Savaşı’na dek yalnızca beş general katılmıştı.

Savaş’ın öncü gücünü oluşturan insanları birleştiren tek ortak nokta, yalnızca yurt sevgisi ve ülkenin kurtarılmasıydı. Ayrı eğitim ve kültür yapısına sahiptiler. Önemli bir bölümünün savaş sonrası için herhangi bir öneri ve öngörüsü yoktu. Saltanatın kurtarılıp sürdürüleceğine inananlar çoğunluktaydı. Osmanlıdan aydın sayılabilecek bir kadro gelmemiş, var olan az sayıda yetişmiş insan ise savaşlarda yitirilmişti.

1924’de tüm ülkedeki ziraat mühendisi sayısı yalnızca 20’dir. 1920’de yalnızca 260 doktor vardır. 2  Mühendis, mimar, eczacı, diş hekimi, tüccar, bankacı, teknisyen ve ekonomist yok denecek kadar azdır. Ticaret, bankacılık ve ulaşım, azınlıklar aracılığıyla yabancıların elindedir. Yabancılar ve azınlıklar Türkiye’den gittiğinde, “Türkler bu işlerden anlamadığı için” ticaretin, bankacılığın duracağı, “Türk makinist ve teknisyen bulunmaması” nedeniyle de demiryolu ulaşımının yapılamayacağını düşünüyorlardı.

Aydın Yetiştirmek

Atatürk, Cumhuriyet ilkelerine bağlı, yeniliğe açık, ulusal değerlerle donanmış yeni aydınlar yetiştirmek için, işe eğitimle başladı. “Gençlerimize, görecekleri öğrenim sınırı ne olursa olsun onlara, en önce ve herşeyden önce, Türkiye’nin bağımsızlığına, benliğine, milli geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmenin gereği öğretilmelidir” diyordu. 3  Yeni aydın türünün yaratılmasına büyük önem veriyor, bu işin gençliğe dayanılarak ve ona iyi bir eğitim verilerek ancak başarılabileceğini biliyordu. Gençliğe seslenişi ve orduya vasiyeti bu amaçla yazılmıştı.

Halkevleri

Kapatılana dek geçen yirmi yıl içinde 478 Halkevi ve 4322 Halkodası açıldı. Bu örgütlerle, Anadolu’nun en uzak yörelerine ve en küçük birimlerine ulaşan, sıradışı bir aydınlanma sağlandı. Halkevleri, Atatürk’ün ölümüne dek geçen ilk sekiz yıl içinde 23 750 konferans, 12 350 oyun, 9050 konser, 7850 film gösterisi ve 970 sergi gerçekleştirdi. Aynı dönem içinde 2.557.853 yurttaş Halkevleri kütüphanelerinden yararlandı, 48 bin yurttaş değişik kurslara katıldı, 50 dergi yayımlandı. 4 

Atatürk’ün başlattığı Anadolu aydınlanması, kısa süre içinde, ulusal bilinçle donanmış aydın yetiştirmede yeterli olmasa da önemli kazanımlar elde etti. 1945 yılına gelindiğinde yalnızca 4 yıllık köy enstitüleri döneminde; 1726 ilkokul açılmış; 2757 öğretmen, 604 eğitmen, 163 gezici başöğretmen, 265 gezici sağlık memuru yetişmişti. Köy enstitüleri kendi olanaklarıyla 37 kamyon almış, 6 enstitü elektrik üretmiş, köylerde 741 işlik (atölye), 993 öğretmen evi, 406 bölge okulu, 100 km yol ve 700 ayrı türde bina yapmıştı. 5  Köy enstitüsünü bitiren öğretmenler, Atatürk’ün amaçladığı gibi, görevle gittikleri köylere aydınlığı ve uygarlığı götüren ulusçu aydınlar haline gelmişlerdi.

İlk Hedef Köy Enstitüleri

Topluma önderlik edecek aydın yetiştirmede köy enstitüleri olağanüstü başarılı olmuştu. Anadolu köylerinin okumaya kararlı direngen gençleri, hiçbir güçlükten yılmayarak, köy enstitülerine geliyor, okullarını hem yapıyor hem de buralarda okuyordu. 1942-1949 arasında, yani yalnızca 7 yıllık dönemde yetişen 17 bin öğretmenin hemen tümü inanmış yurtseverler, düzeyli aydınlardı. İçlerinden, yalnızca Türkiye’de değil, ülke dışında da ünlenen yazarlar, ozanlar, düşünürler çıktı. Hem yapıp hem okudukları enstitüler tümüyle Türkiye’ye özgüydü. Dünyanın birçok ülkesinde örnek alınmış, benzerleri yapılmıştı.

ABD ve Aydın Kırımı

Köy enstitülerinin dünya çapında dikkat çeken başarısının, 1945’ten sonra Türkiye’ye girmeye başlayan ABD’nin dikkatini çekmemesi olası değildi. Nitekim ABD, o dönemdeki Türk hükümetine 12 adet “eğitim projesi” kabul ettirdi ve bu kabulden sonra Türk Milli Eğitimi çok ayrı bir yöne döndü. Köy enstitüleri önce etkisizleştirildi sonra kapatıldı, yerlerine imam hatip okulları açılmaya başlandı. 6 

Oysa korunup geliştirilmesi gereken devrimlerin boyut ve kapsamı çok genişti, Türk ulusunun kalkınıp güçlenmesini amaçlıyordu. Bu nedenle, devrimi koruyacak kadroların, sürekliliği olan bir kararlılık içinde, bağımsızlık düşüncesinden ödün vermeden yetiştirilmesi gerekiyordu. Ancak böyle olmadı. Yeni kadrolar yetiştirmek bir yana, zorluklarla yetiştirilmiş Devrime inanmış kadrolar, düzenli bir program içinde etkisizleştirildiler ve yoğunluğu giderek artan bir baskı altına alındılar.

Atatürk Sonrası Yoğunlaşan Aydın Kırımı

1939-1960 arası, Türkiye’deki aydın kırımının ilk evresidir. Atatürk’ün yakın çevresinin yönetimden uzaklaştırılmasıyla başlayan, yazar ve düşünürlerin sudan gerekçelerle tutuklanıp cezalandırıldığı bu dönemin gerçek yükünü, köy enstitüsü çıkışlı öğretmenler çektiler. Mesleklerinde olduğu kadar, düşünsel etkinliklerinde ve hemen tüm eylemlerinde hükümet baskısıyla karşılaştılar. Soruşturuldular, sürüldüler ve tutuklandılar. Yüksek okul mezunu olmalarına karşın (Yüksek Köy Enstitüsü çıkışlılar), bir bölümü yedek subay yapılmadı. 7  Valiler, kaymakamlar, müfettişler, milletvekilleri ve bakanlar, onları hemen her fırsatta suçladılar.

Suçlamalar, köy enstitülerinin tümünü kapsıyor ancak bu işin öncülerine karşı yoğunlaşıyordu. CHP’li Milli Eğitim Bakanları Reşat Şemsettin Sirer ve Tahsin Banguoğlu, enstitülerin kurucusu İsmail Hakkı Tonguç’u, önce Talim Terbiye Kurulu’na sonra Ankara Atatürk Lisesi elişi öğretmenliğine atamıştı. DP’li Bakan Tevfik İleri ise, 14 Ağustos 1950’de radyoda yaptığı konuşmada, köy enstitüsü çıkışlılar için, “Öğretmenler içinde, üç dört yüz kadar komünist bulunmaktadır. Bunları saptayıp mahkemeye vereceğiz, Milli Eğitim’i bunlardan temizleyeceğim” diyordu. 8 

Bitmeyen Baskı

Köy enstitüsü çıkışlı olanlar başta olmak üzere, hemen tüm ulusçu öğretmenler, yaşamları boyunca bu tür söylemlerle karşılaştılar. Soruşturmalar ve sürgünlerle dolu ve hiç bitmeyen düşünsel ve fiziksel bir baskı içinde yaşadılar. Ülkeyi ve halkı sevmek, bu sevgiyi eyleme dönüştürmek, ulusal bağımsızlığı savunmak ya da anti-emperyalist olmak; komünist olmakla eşanlamlı hale getirilmişti. Sırayla yönetime gelen hükümetler, herhalde örneği pek olmayan, sınır konmamış bir düşmanlıkla, kendi öğretmenine saldırıyordu.

Enstitülülere yöneltilen soruşturmalar, suçlamalar ve cezalar, gerçekte Türk Devrimi’ne, bağlı olarak ulusal varlığa zarar veren uygulamalardı. Türkiye’de acıklı bir durum yaşanıyor ve Cumhuriyet’le kurulan devlet, kendisini korumak için yetiştirilen kadroları eziyordu.

Roman okumak (Ignazio Silone’nin Fontamara’sı), roman yazmak (Bizim Köy-Mahmut Makal) tutuklama nedeni olabiliyordu. “Rusya’da aile vardır” ya da “enstitüye gelmeden ağanın koyunlarını güdüyordum” demek, “derse fazla kitapla girmek”, “Doğu’da ağalığın olduğunu” ileri sürmek soruşturma nedeniydi. 9  1969’da gerçekleştirilen demokratik bir eylem gerekçe yapılarak, 5000 öğretmene sürgün, 30 bin öğretmene aylık kesimi, 200 öğretmene kıdem indirimi cezası verilmişti. 10 

Kayseri’de toplanan Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) Kurultayı, bir küme gerici tarafından basılmış ve bina ateşe verilmişti. Bir bayan öğretmen, elbiseleri parçalanarak bir kamyona koyulmuş ve Kayseri sokaklarında dolaştırılmıştı. Kurultay yapılan binada kuşatılan öğretmenleri, yakılmaktan son anda ordu birlikleri kurtarmıştı. 11  Sürekli hale gelen baskılar sonucu çalışamaz duruma gelen öğretmenler, mesleklerini bırakmaya, yurtdışına işçi olarak gitmeye başladılar. 1965-1969 yılları arasındaki yalnızca beş yılda, 3500 öğretmen meslekten ayrılmış, bunlardan 670’i yurtdışına çalışmaya gitmişti. 12 

Aydın Olmak Büyük Suç

Böylesine yoğun bir baskı altına alınan öğretmenlerin tek suçu, aydın sorumluluğu duyarak ulusal hakları savunmaları ve Türk Devrimi’ne sahip çıkmalarıydı. TÖS Genel Başkanı Fakir Baykurt’un Ulus gazetesine yaptığı açıklama, bunu açık biçimde ortaya koymaktadır. Baykurt şunları söylemişti: “Öğretmenler, yetiştirdiği nesillere; devrimleri, yer altı ve yer üstü zenginliklerini, hiç ödün vermeden öğretmektedirler. Bunu yaparken Atatürk, her davranışı ve her sözüyle bizlere biricik rehber olmaktadır.” 13 

Öğretmenler, özellikle de köy enstitüsü çıkışlı olanlar, her türlü baskıyı göğüslediler, baskılardan yılmadılar ve Türk Devrimi’yle Atatürk’ü gençlere öğretmeyi sürdürdüler. Ulusal hakları savunmada engel tanımadan, zorlu köy koşullarının onlara verdiği dayanıklılıkla saldırıların ağır yüküne katlanmasını biliyorlar ve direniyorlardı. Her koşulda, örgütleniyor ve örgütlüyorlardı.

1938-1960 arasında öğretmenlerden ayrı olarak, yazarlar, şairler, bilim adamları hatta sanatçılar, hiçbir ayrım gözetilmeden, üstelik yoğun biçimde baskı görüp acı çektiler. Oysa yurtsever aydınlar, çok güç koşullarda, büyük emeklerle yetişmişlerdi. Nüfusun yalnızca yüzde 10’unun okuma yazma bildiği bir toplumda aydın yetiştirmenin ne anlama geldiğini, böyle bir toplumda bir tek aydının bile değerinin ne olduğunu, yalnızca bu işi yapanlar, yani eğitimciler iyi biliyordu.

Köy enstitüsü çıkışlı Hasan Kıyafet’in söylediği şu sözler, yurtsever öğretmenin nasıl yetiştiğini, nasıl mücadele ettiğini ve neler çektiğini göstermesi bakımından, oldukça öğreticidir: “Köy enstitüleri, bizleri başarının tadına doyurmuştu. Bunu ilk kez insan olduğumuzu anımsatarak yaptı. İnsan olduğumuzu önce, ilk kez giydiğimiz ayakkabı, iç çamaşırı gibi yadırgadık. Doğrusu insan olduğumuzu kabullenmek oldukça güç oldu. Ama tadını aldıktan sonra da peşini bırakmadık. Ölümüne sarıldık insanlığımıza! Ne zormuş insan olmak! Ne tatlıymış insan olmak.. Köy enstitülerini kuruluşlarının 60 yıl ardından daha çok özlüyor ve arıyoruz. Topu topu 7 yıl kadar sürmüş verimli yaşamları. Neredeyse bir ilkokul çocuğunun okul çağı kadar ömrü olmuş. Anadolumuz’un yoğun karanlığından bir yıldız gibi kaymış geçmiş. Yalnız geçerken ısıtmış ortalığı, iz bırakmış. İşte bu nedenledir ki, düşmanı çok olmuş. Sermayesi karanlık olanlar, tez elden mezarını kazmışlar.” 14 


 1  “Suyu Arayan Adam”, Ş.S.Aydemir, Remzi Kitapevi İstanbul, sf.445
 2  “Atatürk’ün 1 Mart 1922 Meclisi Açış Konuşması”, “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri”, “1 Mart 1923 Meclisi Açış Konuşması” 1.Cilt, sf.216–217
 3  “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri” 3.C. ak. Hüseyin Cevizoğlu, “Atatürkçülük”, Ufuk Ajansı Yayınları, sf.69
 4  “Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi”, İletişim Y., 4.Cilt, sf.882
 5  “Bozkırdan Doğan Uygarlık – Köy Enstitüleri” Y.Kaya, 1.Cilt, sf.452–453
 6  a.g.e. sf.452–453
 7  a.g.e. sf.404
 8  a.g.e. sf.445–446
 9  “Bozkırdan Doğan Uygarlık–Köy Enstitüleri”, Yalçın Kaya, 1.Cilt, Tiglat Matbaacılık A.Ş. İstanbul – 2001, sf.436, 440 ve 476
 10  a.g.e. 2.Cilt, sf.395
 11  “Lider ve Demegog” Ş.S.Aydemir, Remzi Kitapevi İst.–1997, sf.129
 12  “Bozkırdan Doğan Uygarlık–Köy Enstitüleri”, Yalçın Kaya, 2.Cilt, Tiglat Matbaacılık A.Ş. İstanbul– 2001, sf.402
 13  a.g.e. 2.Cilt, sf.414
 14  “Bozkırdan Doğan Uygarlık–Köy Enstitüleri”, Y.Kaya, 1.Cilt, Tiglat Mat. A.Ş. İstanbul–2001, sf.485


Metin AYDOĞAN, 23 Ocak 2014
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!

Re: Türkiye'de Aydın Kırımı / Metin AYDOĞAN

İletigönderen Oğuz Kağan » Pzt Oca 27, 2014 12:59

Türkiye'de Aydın Kırımı -2

24 Ocak Uğur Mumcu’nun öldürülüşünün yıldönümüdür. Çok güç yetişen ve toplumun en değerli düşünsel varlığı olan aydınlar, Türkiye’de yoğun kıyım ve kırıma uğramıştır. Aşağıdaki yazıyı üç bölüm olarak onların anısına saygı için yayınlıyoruz.

Türkiye Cumhuriyet’i kurulduğunda sıkıntısı çekilen ana sorun; buyruk, yönerge ya da yasayla giderilemeyecek olan aydın eksikliğiydi. Cumhuriyet olanaksızlıklara karşın bu eksikliği gidermiş ve kendine uygun; özverili, inançlı ve yurtsever bir aydın kuşağı yetiştirmişti. Ülke bu kuşağın omuzları üzerinde yükselmiştir. Ancak, Atatürk öldükten ve Batı ile ilişkiye geçildikten özellikle de 1950’den sonra, bu kuşak ve yetiştirdiği kuşaklar, belirli bir plan içinde önce etkisizleştirildi sonra üst düzey devlet görevlerinden uzaklaştırıldı. Bu tür uygulamalar, onları yıldırmadı. Bulundukları yer ve konumda görüşlerini savundular, pes etmediler. Sıra; izlemelere, sorgulara, hapis ve sürgünlere geldi. O da yetmedi, öldürmeler başladı. Her görüşten binlerce yurtsever sokak ortalarında öldürüldü. Ulus olarak yitirilenler yalnızca yurtseverlerin yaşamı değildi. Gerçek yitik, topluma karşı gösterilen duyarlılıklarda ve haksızlığa karşı direnme gücünde yaşandı. Özgür düşünce, düşünceyi eyleme dönüştürme girişkenliği ve örgütlenme istenci (iradesi) büyük zarar gördü.

68 Kuşağı

Cumhuriyet’in ilk kuşak öğretmenleri, “Atatürk’ü her davranışı ve her sözüyle örnek alan” ve “ulusal bağımsızlığın bekçiliğini” yapan bir gençlik yetiştirmeyi başardılar. Üstelik bu gençlik sözle yetinmedi, edindiği bilinç doğrultusunda hiçbir çıkar hesabına girmeden mücadeleye atıldı. Okuyor, tartışıyor ve örgütleniyorlardı. Atatürk’ün gençliğe seslenişini ve Bursa söylevini kendilerine rehber alarak eyleme geçtiler. Ülkenin bağımsızlığını yitirdiğini, anti-emperyalist bir savaş sonunda kurulan Cumhuriyet’in savunulması gerektiğini görüyorlardı. Yaşlarının ve konumlarının kaldıramayacağı bir mücadele içine girdiler. Tutuklandılar, ceza yediler, hatta idam edildiler, ama inançlarından hiçbir biçimde ödün vermediler. 68 Kuşağı adı verilen gençlik hareketi böyle ortaya çıktı.

68 Kuşağı ve sürdürdüğü kavganın, destansı bir yanı vardır. Aynı dönemde dünyanın başka yerlerinde ortaya çıkan gençlik hareketlerinden çok farklıydı ve Türk toplumuna özgü, olağanüstü direngen bir mücadele ruhuna sahipti. Yurtsever aydınlar haline gelen gençler, yanlışına doğrusuna, önüne arkasına bakmadan çıkarsız ve önyargısız bir atılganlıkla hiçbir kişisel çıkar gözetmeden, ülkeyi korumak için kendilerini ortaya koyuyordu. 21-22 yaşında genç insanlar, gözünü kırpmadan ölüme gidiyor, giriştiği kavgada hiçbir engel tanımıyor ve hiçbir şeyden yılmıyordu. Böyle bir şey, dünyanın hiçbir ülkesinde görülmemişti.

Gençlik Aydınlanması

68 Kuşağı için çok şey yazılıp söylendi. Yapılanlar ve sonuçları ortada duruyor. Birçok insan o dönemi yaşadı. Dönem için, fazla derine inmeden tek bir tanım yapılacaksa, bu tanım herhalde, Kurtuluş Savaşı’na, Atatürk’e ve Cumhuriyet aydınlanması’na sahip çıkan gençliğin, ödünsüz bir anti-emperyalist mücadele içine girmesi biçiminde olmalıdır.

Anadolu’nun her yöresine dağılmış olan yurtsever öğretmenlerin yetiştirdiği gençler, üniversitelere geliyor ve sürekli bir öğrenme isteğiyle, hızla bilinçleniyordu. Üniversitelerde adeta bir gençlik aydınlanması yaşanıyordu. Türk Devrim Tarihi ve Kemalizm başta olmak üzere, yoğun biçimde; felsefe, tarih, toplum bilim kitapları okunuyor; panel ve tartışmalar, kültürel etkinlikler düzenleniyor, gençliğin bilinç düzeyi hızla yükseliyordu.

Üniversiteler, yurtlar, öğrenci evlerinin her biri adeta birer tartışma merkeziydi. Gençler, o denli çok bilgi edinmişlerdi ki, kazandıkları özgüvenle kendilerini, ülkeyi yönetenler dahil, herkesten daha bilgili görüyor, bilinç düzeyi olarak özellikle politikacılardan çok ilerde olduklarına inanıyorlardı.

Bu inanç, boş bir böbürlenmeyi değil, belli oranda gerçeği yansıtıyordu. Edindikleri bilgi ve bilinç nedeniyle, ülke sorunlarını kavrıyor ve gerçeği yansıtmayan hiçbir politik söze kanmıyorlardı. Ulusal bağımsızlık, hiçbir koşulda ödün verilmeyecek olan temel amaçtı. Eyleme dönüşmeyen bilginin onlar için bir değeri yoktu. Düşünceyle eylem kesinlikle bütünleşmeliydi. Bu anlayışla ve gelecekte kendilerini bekleyen güçlükleri bilerek, sonuçlarına aldırış etmeden savaşıma girdiler ancak çok ağır bir bedel ödediler.

Yoğun Saldırı

Gençliğin, Müdafaa-i Hukuk anlayışına ve Mustafa Kemal’e bağlı kalarak anti-emperyalist bir yöneliş içine girmesi, kendisini hedef alan gerici tepkiyi de birlikte getirdi Dışarda planlanan ve ülke içinde önceden hazırlanmış olan örgütler, harekete geçirildi ve ulusal bir savaşım içindeki gençlerin üzerine salındı.

Adalet Partisi Gençlik Kolları, AP’lilerin yönetiminde bulunduğu Komünizmle Mücadele Dernekleri, İlim Yayma Derneği, Milli Türk Talebe Birliği gibi örgütler saldırılarda başı çekiyor, kolluk kuvvetleri bunlara dolaylı-dolaysız destek veriyordu. Atatürkçü çizgide yasal eylemler düzenleyen gençler, dinsizlik ve ahlaksızlık anlamında ve küfür olarak kullanılan komünistlik suçlamasıyla suçlanıyor, öldürülmelerini isteyen çağrılar yapılıyordu.

Bir kısım basın, yoğun ve ilkel bir yalan kampanyasını sürekli hale getirmişti. “Komünistlerin ortalıkta kol gezdiği, milliyetçi-mukaddesatçıları kesecekleri, ailelerinin ırzına geçecekleri” söyleniyor, sürekli olarak “komünistlerin Allah’a inanmadıkları, Türkler’in düşmanı olduğu ve bunların birbirlerinin karısıyla, bacısıyla serbestçe yatıp kalktığı” ileri sürülüyordu. 1 

Halkı cihad’a (din için savaş) çağıran “İslamcı” gazeteler “koşulları ortaya çıktığında cihadın Müslümanlar için farz (yerine getirilmesi gereken Tanrı emirleri y.n.) olduğu” nu yazıyordu. Bugün gazetesi yazarlarından Mehmet Ş.Eygi, o günlerde Suudi Arabistan’daki Türk hacı adaylarına şunları söylemişti: “Camiye gitmeyen herkes komünisttir, siyonisttir, dizsizdir. Mahallenizde, camiye gitmeyenleri belleyin. Sizlere harekete geçme emri verilince bunları öldüreceksiniz. Bu köpekler öldürülünce hareket kolaylaşacak, amacımıza daha rahat ulaşabileceğiz.” 2 

Kışkırtmalara olumlu yanıt verecek çevreler önceden hazırlanmıştı. Daha önce TİP toplantılarını basan gizli-açık örgütler, gençliğin yasal eylemlerine saldırmaya başladılar. “Komünizme karşı vatan savunması” adıyla saldırılara katılan örgütler de artmış ve özellikle CKMP’nin “gençlik kampları”na katılmış olan “disiplinli kadrolar”, 1969’dan sonra öncü konuma gelmeye başlamışlardı. Adalet Partisi Gençlik Kolları üyelerinin, Atatürkçü çizgideki Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF)’nun 13 Kasım 1966’da Sakarya’daki kongresine saldırması, gençliğe yönelen planlı saldırının ilk örneklerinden biriydi. TMTF’nin Komünizmle herhangi bir ilişkisi yoktu ve TMTF’liler derneklerini; “Atatürkçü, halkçı, devrime, Anayasa’nın öngördüğü temel hedeflere bağlı, Türk halkını çileden, yoksulluktan kurtararak çağdaş uygarlık düzeyine ulaştıracak” bir örgüt olarak tanımlıyordu. 3 

“Atatürkçülüğe ve Tam Bağımsızlığa Yürüyüş”

10 Kasım 1968’de, 27 Mayıs Milli Devrim Derneği, Türk Milli Gençlik Federasyonu (TMTF), Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı (TMGT), Devrimci Öğrenciler Birliği (DÖB) ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi Öğrenci Birliği gibi kuruluşlar; Samsun’dan Ankara’ya, “Atatürkçülüğe Dönüş, Tam Bağımsızlık Yürüyüşü” düzenledi. Yürüyüş, nitelik ve katılım olarak önemli bir eylemdi ancak bu eylemi önemli kılan bir başka yan, gençlik eylemlerinde kışkırtıcı ajan kulanımının kanıtlandığı ilk eylem olmasıydı.

Adının Muzaffer Köklü olduğu sonradan öğrenilen bir kişi, gazetecilerin toplu olarak bulunduğu bir anda aniden kızıl bir bayrakla kitlenin önüne çıkmış ve yürüyüş kolunda kimsenin tanımadığı küçük bir küme, ne marşı olduğu anlaşılmayan bir şeyler söylemişlerdi. Bu hareket bir kısım basında; “Orak Çekiçli Bayraklarla Yürüyorlar”, “Türk Bayrağından Ay Yıldızı Çıkardılar”, “Komünist Marşı Söylediler” biçiminde haber yapılmış ve üç aydır sürdürülen “Komünist bir ayaklanma olacak”, “din elden gidecek” yaymacası üst düzeye çıkarılmıştı.

Yürüyüşçülerin Ankara’ya varacağı 10 Kasım günü, Hacıbayram Camisinde toplu namaz kılan bir küme, yürüyüşçüleri “Ankara’ya sokmamak için” beklemeye başlamıştı. Çatışmaya doğru giden gergin hava, Cumhuriyet’in başkenti Ankara’da yurttaşları tedirgin etmiş ve CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, TMGT Başkanı Kazım Kolcuoğlu’nu yanına çağırtarak, “atılacak her adımda dikkatli, hem de çok dikkatli olunması gereken günler yaşandığı” nı söyleyerek, yürüyüşün, Ankara’nın dışında bitirilmesini istemiştir.

Bütün bunlar olurken Başbakan Süleyman Demirel, izin alınmış yürüyüş için önlem almak yerine, “din ve vicdan hürriyetini savunmak bizim görevimizdir” diye açıklama yapıyor 4 , sonuç olarak Atatürk’ü anmak için yapılan yasal yürüyüş Ankara’ya girmeden bitiriliyordu.

“Kanlı Pazar”

1968’de gerçekleştirilen “Atatürkçülüğe Dönüş, Tam Bağımsızlık Yürüyüşü”ne karşı yapılan yayınlar, gençlere yöneltilen ve öldürülmelerle sonuçlanacak saldırıların, toplu kırımlar’ın habercisi gibidir. Sonraki saldırıların hemen tümünde, bu yürüyüşte uygulanan ve aynı yerde planladığı açıkça belli olan yöntemler, geliştirilerek uygulanmıştır.

“Atatürkçülüğe ve Tam Bağımsızlığa Yürüyüş” eyleminden üç ay sonra İstanbul’da gerçekleştirilen “Emperyalizme ve Sömürüye Karşı İşçi Yürüyüşü” adlı yasal eylem, Samsun’da olduğu gibi önce basında karalandı, saldırı hazırlıkları yapıldı. Kimi gazeteler, “Ya Tam Susturacağız, Ya Kan Kusturacağız”, “Kızılları Boğmanın Vakti Geldi”, “Cihada Hazır Olun” gibi başlıklarla çıktı. Mehmet Ş.Eygi, Bugün gazetesinde yaptığı çağrılarda şunları söyledi: “Müslüman kardeşim.. Komünizm küfrüne karşı derhal silahlan. İslamda askerlik ve cihad ihtiyari değil, mecburîdir.. Herkes, komünizm küfrü ile savaşa hazır olsun.. Cihad eden zelil olmaz. Sağ kalırsa gazi, ölürse şehit olur. Ey müslümanlar! İmanınız tehlikede, dininiz tehlikede, Kuranınız tehlikede, camiler tehlikede. Din iman elden gidecek. Kalkın ey ehli İslam! Davranın!..” biçiminde çağrılar yaptı. 5 

Çağrılar ve yapılan hazırlıklar sonucu miting günü, yürüyüşün bitiş noktası olan Taksim alanına, kalabalık bir saldırgan topluluk gatirildi. Kırk bin kişilik yürüyüş kolunun ilk birkaç bini alana girdiğinde saldırıya geçildi ve Türk siyaset tarihine “Kanlı Pazar” olarak geçen olaylar sonunda, iki genç öldürüldü, 104 kişi yaralandı. Ölümle sonuçlanan kışkırtmalara ve açık saldırıya karşın, dönemin İçişleri Bakanı Faruk Sükan, “Olaylara yürüyüş yapan solcuların, sağcılar üzerine molotof kokteyli atması neden olmuştur” dedi, Başbakan Süleyman Demirel ise “Bu tip olaylar hür olan memleketlerin işaretleridir” diye, inanılması güç sözler söyledi. 6 

Cezaevleri, Öldürmeler, İdamlar

12 Mart 1971 döneminde çok sayıda genç, çoğu faili meçhul biçimde öldürüldü, üç gençlik önderi idam edildi, yüzlercesi tutuklandı, hapisle cezalandırıldı, binlercesi işkence gördü. 18-22 yaşındaki genç insanlar saldırılar karşısında korunmadıklarını görerek, kendilerini savunma savıyla silahlanmaya başladılar. Sanki görünmez bir el, gençleri silahlanmaya ve kendi aralarında çatışmaya yöneltiyor, çok da başarılı oluyordu.

Gençler, yurt yararına olduğu inancıyla, kaldıramayacakları ağır bir savaşımın içine giriyor ve sanki düşman işgaline karşı koyarcasına birbiriyle çarpışıyordu. Ülkede cirit atan yabancı ajanlar, işbirlikçiler aracılığıyla olayları istedikleri biçimde yönlendiriyordu. Büyük bir kitlesel güce ulaşan gençlik örgütlerine, üstelik çoğu kez yönetici olarak sızılıyor, öğrenci kitlesi kendisini birden konumu ve gücüyle orantılı olmayan bir çatışma içinde buluyordu.

Bugün medyada ya da iş çevrelerinde ABD ve AB politikalarını savunarak, Atatürk’e, Cumhuriyet’e ve ulus-devlete saldıran pek çok kişi, o dönemde etkili öğrenci örgütlerinin yöneticileriydiler. Bunlar, yasadışı yollardan Filistin kampları’na gidip geliyor, aldıkları silahlı eğitimin “ayrıcalığıyla” gençliğe en keskin eylemleri öneriyorlardı.

En hızlı “devrimciler” onlardı. “Devrim ancak silahla olur”, “hareket herşeydir”, “silahtan korkanlar küçük burjuvadır” diyorlardı. Bunlara, daha sonra dönek denildi. Oysa bunları dönek değil, işin başından beri görevli kabul etmek gerekiyordu.

“Ülkücüler”, “Devrimciler”

1960 yılında, birlikte hareket ederek Demokrat Parti’nin çöküşünü sağlayan Türk gençliği, sonraki 6-7 yıl içinde, birbirini görmeye katlanamayan amansız düşmanlar gibi iki büyük parçaya bölünmüştü. Yetişme biçimleri, gelecek umutları ve tarihsel kökleri ayrı olmayan, aynı ulusun gençleri, akıldışı bir kinle donatılmış ve belki de başka hiçbir yerde görülmeyen bir şiddetle, birbirini kırmaya başlamışlardı.

Ülkücü ve devrimci tanımlarıyla kutuplaşan genç insanlar; durmadan birbirine saldırıyor, vuruyor, kırıyor ve öldürüyordu. Giriştikleri aykırı eylemin yurt yararına olduğunu sanıyorlar, karşıtlarına ne denli zarar verdirirse ülkesine o denli yararlı olduğuna inanıyorlardı.

Ancak, gerçek zararı gençleri birbirini hırpalayan Türkiye görüyor, geleceğini bağladığı genç aydınlarını, sonuçsuz ve sonsuz bir kavgada yitiriyordu. Ülkücüler saldırırken Türk insanını “Komünizm belâsından”, ülkeyi “Rus işgalinden” kurtardığına; devrimciler saldırırken de “faşizme ve ABD emperyalizmine” karşı yurtsever bir görev yerine getirdiğine inanıyordu. Bu açmaz, gerçekten ustalıkla hazırlanmış büyük bir oyundu.

Devrimcilerin gerçekleştirdiği saldırı biçimi, üniversitelerde başlangıçta daha güçlü oldukları için ülkücüleri okula sokmamak ve eğitim haklarını elinden alarak, onları okulu bırakmaya zorlamaktı. “Devrimci” kesim içinde bu işe öncülük edenler incelenecek olursa, bunların bugün medya’da etkili yerlerde bulunan geçmişleri karışık işbirlikçiler olduğu görülecektir. Bunlar o dönemde, bir görevi yerine getirir gibi, ülkücüleri okula sokmama eylemlerini düzenleyen en hızlı “devrimciler”di.

Silahlı Çatışma ve Öldürmeler

Ülkücülere yönelik eylemler, dövme ve okula sokmamakla sınırlı kalmadı. Doğal bir tepki gibi görülerek ve “devrimcilere yapılan saldırılara karşılık vermek üzere” yaralama ve öldürmelerle sonuçlanan silahlı saldırılara yöneldi. Aynı anlayış ve yöntemi, ülkücüler de kullandı.

Ateşli silahlar kullanılarak gerçekleştirilen karşılıklı saldırılar sonucu; Mehmet Büyüksevinç, Battal Mehetoğlu, Taylan Özgür, İlker Mansuroğlu gibi “devrimci” öğrencilerin öldürülmesine karşılık; Ruhi Kılıçkıran, Süleyman Özmen, Yusuf İmamoğlu ve Dursun Önkuzu adlı ülkücü öğrenciler arka arkaya öldürüldüler. 7 

Hükümetin Tutumu

Ülkücü ve devrimciler birbirleriyle çatışırken hükümet, olaylara karışmıyor görünüyor ancak el altından hemen tüm olayları dolaylı biçimde yönlendiriyordu. Her iki kesim için de, ilerde kullanılmak üzere raporlar hazırlatıyor, kışkırtıcı ajan kullanımını mükemmel sayılabilecek bir ustalıkla işletiyordu. Gerek devrimciler gerekse ülkücüler, Adalet Partisi yönetiminin politikalarını onaylamıyor, birbirleriyle çatışsalar da hükümete karşı eleştirilerini giderek arttırıyorlardı. Gençliğin hükümete yönelttiği eleştiriler, Türk halkının duygu ve isteğini önemli oranda yansıtıyor, giderek toplumsal karşıtlığı temsil eden siyasi görüşler haline geliyordu. Bu durum üzerine, “uzun vadeli ve çok aşamalı bir plan uygulamaya kondu.” 8 

Gençlik eylemlerini; önemsizmiş gibi göstererek başıboş bırakmak, gerektiğinde yönlendirmek, olabildiğince parçalara ayırmak, aykırı eylemlerle halkta tepki yaratmak, gençleri bu tür eylemler içine çekmek, hazırlanan planın ana hedefleriydi. 9 

Toplum Psikoloğu ve Eğitimbilimci (pedagog) Tanzer Sülker Yılmaz, Türkiye’de Gençlik Hareketleri adlı yapıtında, plan hakkında şunları söylemektedir: “Önce üniversite ve yüksek okullardaki olaylara kayıtsız kalınarak öğrenci-öğretim üyesi bütünleşmesinin parçalanması yoluna gidildi. Sol hareket içine yerleştirilen kışkırtıcı ajanların görevi ise, öğrenci kitlesini, halkı sola karşı yabancılaştıracak eylemlere yöneltmekti.” 10 

Başarılı Kurmaca

“Plan” başarıyla uygulandı ve “öğrenci olayları” birdenbire yön değiştirdi. Şiddetli ve sürekli silahlı bir çatışmaya dönüşerek ülkenin her yerine yayıldı. Kim olduğu, nereden geldiği, kime bağlı olduğu belirsiz silahlı kişiler, gençliğin her kesiminde, üstelik karar verici yerlere geliyor, çatışmaya dayalı bir siyaseti örgütlerde tek geçerli yöntem durumuna getiriyordu.

Gençliğin akademik-demokratik istemleri ortadan kalkmış; onun yerini, halkın nedenini hiç anlamadığı, destek bir yana kaygıyla izlediği ve giderek tepki duyduğu kanlı bir çatışma almıştı. Bu ortamda, gençliğin halktan koparak yalnız kalmaması, giderek örselenip ezilmemesi ve halkın çatışmaların bitmesi için her şeyi kabullenir duruma gelmemesi elbette olası değildi. Çatışmalarla, hem ülkenin aydınları yok ediliyor hem de ülke her türlü karışmaya hazır duruma getiriliyordu: bir taşla iki kuş birden vuruluyordu.

Aydın Kırımı ve CIA

Türkiye’de, gençler üzerinden gerçekleştirilen kirli siyasetin; uzun erimli bir program olduğu, bu programın dışarda hazırlandığı, ulusal varlığın en önemli unsuru olan aydınların hedef alındığı, artık bilinen bir gerçektir. Gençleri ve aydınları etkisizleştirmeye ve kimi zaman yok etmeye yönelen eylemler, durumu açıkça ortaya koymaktadır.

Aydın kırımının amaç ve kapsamını gösteren kanıtlar, yalnızca olayların kendisi değildir. En yetkili kişiler, kimi zaman, durumu ortaya koyan açıklamalar yapmaktadırlar. CIA Başkanı Helms bunlardan biridir. Helms, 12 Mart’tan sonra yaptığı açıklamada, “Evet, 12 Mart’ı hazırlayan oluşumları (çatışmaları diye okuyunuz y.n.), ajanlarımızın aracılığıyla biz düzenledik” demiştir. 11 

Demirel Hükümeti’nin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil ise 7 Şubat 1974’de şunları söylemiştir: “12 Mart’ta CIA vardır. CIA benim altımı oymuş. Adamın elinde imkan var. Girmiş, enfilitre (denetimsiz y.n) benim içimde. Onun için hiç şaşırmam, aramam da. Çünkü bulamam... Bakınız, Amerika şuna aldırmaz: Bir ülkede demokrat yönetim olmuş, şoven yönetim olmuş, faşist yönetim olmuş ona hiç bakmaz. Amerika o ülkenin kendisine ne ölçüde bağlı olduğuna, kendi politikasına ne dereceye kadar satelit (uydu y.n.) haline getirildiğine bakar... 12 Mart’tan bir süre önceydi. Böyle bir hareketin olacağı bana, Amerikan Sefiri tarafından ihsas edilmişti.” 12 

Türkiye’nin Yitiği

“12 Mart Muhtırası”nın öncesi ve sonrasında gerçek darbe, Türkiye’nin gelecekteki aydınları olan üniversite gençliğine vuruldu. Ancak, yaşı ve konumu gözetilmeksizin ve olaylarla hiçbir ilişkisi olmamasına karşın Türkiye’nin en nitelikli aydınları da gözaltına alındı, tutuklandı ve fiziki ya da tinsel işkenceye uğratıldı.

Öğretim üyeleri, yazarlar, gazeteciler, sanatçılar, sendikacılar, subaylar, hatta generaller bile herhangi bir hukuksal dayanağa gerek duyulmadan gözaltına alındılar, tutuklandılar.

Türk bilim dünyasının büyük isimlerinden Prof.Tarık Zafer Tunaya başta olmak üzere, Prof.İsmet Sungurbey, Prof.Mümtaz Sosyal, Prof.Muammer Aksoy, Prof.Bahri Savcı, Asis.Bülent Tanör, Asis.Uğur Mumcu, Yazar Doğan Avcıoğlu, Yazar İlhan Selçuk, Samim Kocagöz, Yaşar Kemal, İlhami Sosyal, Demirtaş Ceyhun, Sinema Sanatçısı Yılmaz Güney, Korgeneral Cemal Madanoğlu, Tuğgeneral Celil Gürkan, Albay Osman Köksal, Yarbay Talat Turan, Hava Üsteğmen Mehmet Balaban, Deniz Teğmen Alp Kuran, DİSK Başkanı Kemal Türkler, Genel Sekreteri Kemal Sülker, Maden-iş Genel Başkan Yard. Şinasi Kaya, Gıda-iş Genel Başkanı Kemal Nebioğlu, Mimarlar Odası Genel Sekreteri Yavuz Önen, TİP Genel Başkanı Behice Boran, Genel Sekreterler Tarık Ekinci ve Şaban Erik, Dr.Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli gözaltına alınan ya da tutuklanan aydınların yalnızca bir bölümüydü.

12 Mart 1971, toplu aydın kırımının ikinci evresini oluşturan 1965-1971 döneminin sonu ve üst noktasıdır. Uzun süreden beri uygulanan baskı yöntemleri, 12 Mart’ın sert yöntemleriyle aydınlara büyük zarar verecek ancak onları tümüyle sindiremeyecektir. Siyasi savaşım 12 Mart’dan sonra, bölünmüş de olsa, üstelik kitlesel duruma gelerek sürdürülecektir. Aydın kırımının son ve kesin darbesi, dokuz yıl sonraki 12 Eylül ile gerçekleştirilecektir.

Ortak Payda: Yurtseverlik

68 Kuşağı içinde yer alan geniş gençlik kesimlerinin hangi duygular ve özlemler içinde davrandıklarını, giriştikleri eylemde neyi amaçladıklarını anlamak için, kümeleri temsil etme konumundaki önderlerin ve kuruluşların görüşlerine bakmak gerekir. Bu yapıldığında, o dönem gençliğinin ağırlıklı olarak; ülkenin çıkarları için davrandığı ve ulusal bağımsızlığa önem verdiği anlaşılacak, kullanılan siyasal söylemlerin benzer yaklaşımları içerdiği görülecektir.

Yirmi dört yaşında idam edilen ve kendisini “baştan beri Mustafa Kemalci gören” 13  Deniz Gezmiş, mahkemedeki savunmasında şunları söyler; “Türkiye, Kurtuluş Savaşı’ndan 50 yıl sonra bugün yeniden yarı-sömürge durumundadır. Ve Kemalist Cumhuriyetin başına anti-Kemalist politikacılar geçmiştir. Bu koşullarda gençlik, emperyalizme ve anti-Kemalist gidişe karşı verilen savaşta, somut olarak ön saflarda bulunmak zorundadır... Amerikan emperyalizmi bugün, saldırganlık yolunu seçmiştir. Buna karşı biz de, tıpkı Mustafa Kemal gibi emperyalizme karşı mücadele yolunu seçtik... Haklı olarak şunu söylüyoruz: 19 Mayıs 1919, saldırgan emperyalistlere ve onların emrindeki iç düşmana karşı, Mustafa Kemal önderliğinde, Türk halkını örgütlemek için, Kurtuluş Savaşının politik anlamda başlangıcıdır. 19 Mayıs 1919, emperyalizme, padişahlığa, hükümete ve köhnemiş devlet yapısına karşı Mustafa Kemal ve arkadaşları önderliğinde yürütülen devrimin başlangıcıdır. 19 Mayıs 1919, Ulusal Kurtuluş Mücadelesi için Mustafa Kemal ve arkadaşlarının, halkın silahlı gücü ve öncüsü olarak harekete geçişidir...” 14 

Deniz Gezmiş mahkemede bunları dile getirirken, 1970 başında babasına yazdığı mektupta şunları söylemişti: “Baba, sana her zaman teşekkür borçluyum. Çünkü Kemalist düşünceyle yetiştirdin beni. Küçüklüğümden beri evde sürekli Kurtuluş Savaşı anılarıyla büyüdüm. Ve o zamandan beri yabancılardan nefret ettim. Baba, biz Türkiye’nin ikinci kurtuluş savaşçılarıyız. Elbette ki hapislere atılacağız, kurşunlanacağız da. Tıpkı birinci Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi. Ama bu toprakları yabancılara bırakmayacağız...” 15 

Şubat 1970’de, Çapa Yüksek Öğretmen Okulu Milliyetçi Öğrencileri imzasıyla bir bildiri yayımlanır. Bildiri’de; “ulusal sanayimiz yok ediliyor, montaj sanayi ile milletin gözü boyanıyor, Coca Cola, bira, şarap, paçavra fabrikaları ile Türk milleti az gelişmişlikten kurtulamaz” deniyor ve “ülkücüler” in “emperyalizmin yalnızca ekonomik olanına değil, her çeşidine; Amerikan, Çin, Rus, Yahudi emperyalistlerine” de karşı olduğu söyleniyordu. Bildiri, ismi verilmeden Atatürk’ten alınan şu sözlerle sona eriyordu: “Türkiye maymun değildir. Taklit etmeyecektir. Ne Amerikanlaşacak ne Batılaşacaktır. Yalnız ve yalnız özleşecektir.” 16 


 1  “Pazar Sohbeti”, Emin Çölaşan, Hürriyet 10.07.1988; ak. Tanzer Sülker Yılmaz, “Türkiye’de Gençlik Hareketleri”, Top.Dön.Y., İst.–1997, sf.126
 2  “İki 1 Mayıs”, Nail Güreli, Gür Yay., 1979, sf.175–176; ak. a.g.e. sf.115
 3  a.g.e. sf.110
 4  a.g.e. sf.127–128
 5  a.g.e. sf.168
 6  Milliyet 18.02.1969 ve 21.02.1969; ak. “Türkiye’de Gençlik Hareketleri”, Tanzer Sülker Yılmaz, Top.Dön.Yay., İstanbul–1997, sf.169
 7  “Ülkücü Hareket – I” Hakkı Öznur, Akik, Ankara–1996, sf.205
 8  “Türkiye’de Gençlik Hareketleri” T.S.Yılmaz, Top.Dön.Yay., İst.–1997, sf.124
 9  a.g.e. sf.124
 10  a.g.e. sf.124
 11  “Tarih Açısından 12 Mart” İsmail Cem, Cem Yay., 2.C., İst.–1977, sf. 72; ak. a.g.e. sf.187
 12  “Türkiye’de Gençlik Hareketleri” T.S.Yılmaz, Top.Dön.Yay., İst.–1997, sf.187
 13  “Deniz–Bir İsyancının İzleri” T.Feyizoğlu, Belge Yay., 2. Bas.–1992, sf.203
 14  a.g.e. sf.260, 261, 282 ve “I.THKO Davası” Yöntem Y., 1.C., İst.–1974, sf.415
 15  a.g.e. sf.196, 197
 16  “Fırtınalı Yıllarda Ülkücü hareket” T.Feyizoğlu, Ozan Y., 2000, sf.512-513


Metin AYDOĞAN, 27 Ocak 2014
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!

Re: Türkiye'de Aydın Kırımı / Metin AYDOĞAN

İletigönderen Oğuz Kağan » Çrş Oca 29, 2014 20:01

Türkiye'de Aydın Kırımı -3

24 Ocak Uğur Mumcu’nun öldürülüşünün yıldönümüdür. Çok güç yetişen ve toplumun en değerli düşünsel varlığı olan aydınlar, Türkiye’de yoğun kıyım ve kırıma uğramıştır. Aşağıdaki yazıyı üç bölüm olarak onların anısına saygı için yayınlıyoruz.

Türkiye Cumhuriyet’i kurulduğunda sıkıntısı çekilen ana sorun; buyruk, yönerge ya da yasayla giderilemeyecek olan aydın eksikliğiydi. Cumhuriyet olanaksızlıklara karşın bu eksikliği gidermiş ve kendine uygun; özverili, inançlı ve yurtsever bir aydın kuşağı yetiştirmişti. Ülke bu kuşağın omuzları üzerinde yükselmiştir. Ancak, Atatürk öldükten ve Batı ile ilişkiye geçildikten özellikle de 1950’den sonra, bu kuşak ve yetiştirdiği kuşaklar, belirli bir plan içinde önce etkisizleştirildi sonra üst düzey devlet görevlerinden uzaklaştırıldı. Bu tür uygulamalar, onları yıldırmadı. Bulundukları yer ve konumda görüşlerini savundular, pes etmediler. Sıra; izlemelere, sorgulara, hapis ve sürgünlere geldi. O da yetmedi, öldürmeler başladı. Her görüşten binlerce yurtsever sokak ortalarında öldürüldü. Ulus olarak yitirilenler yalnızca yurtseverlerin yaşamı değildi. Gerçek yitik, topluma karşı gösterilen duyarlılıklarda ve haksızlığa karşı direnme gücünde yaşandı. Özgür düşünce, düşünceyi eyleme dönüştürme girişkenliği ve örgütlenme istenci (iradesi) büyük zarar gördü.

1974-1980 Katliam ve Vahşet Dönemi

1970-1980 arasında savcılık yapan Prof.Çetin Yetkin, İstanbul’da (1978) soruşturmasını yaptığı bir çatışma olayı için şunları anlatıyor: “Mecidiyeköy’de bir çatışma olduğunu ve iki kişinin silahla vurulduğunu ilettiler. Olay yerine gittiğimde, daha önce gelmiş olan polislerin bazılarının ağladığını gördüm. İçlerinde karşıt görüşte olanlar olsa da, hepsi iyi polislerdi. Yerde, 20 yaşlarında uzun boylu sırım gibi iki genç yatıyordu. Ana caddeye çıkan çapraz durumdaki iki sokak başında karşılaşmışlar ve aynı anda silahlarını çekerek birbirlerini tek kurşunla öldürmüşlerdi. Biri ülkücü, diğeri devrimciydi. Okumak için İstanbul’a gelen Orta Anadolu çocuklarıydı. Gördüklerimden son derece etkilendim ve duyduğum acıyı hiç unutmadım, yaşamım boyunca unutacağımı da sanmıyorum.” 1 

1960 sonlarında üniversite gençliği içinde yaşanan çatışmalar, başka bir boyut ve içerik kazanarak 1974’ten sonra yeniden başladı ve kısa bir süre içinde şiddetin her türünü içeren büyük bir çatışmaya dönüştü. Çatışmaların 1974’te başlaması boşuna değildi. Türkiye Kıbrıs’a askeri çıkarma yapmış ve Türk bölgelerini koruma altına almıştı. Bu girişimden sonra Türkiye, dışarda ekonomik ve askeri yasaklamalar (ambargo), içerde ise zamanla iç savaş halini alacak bir çatışmayla karşı karşıya kaldı, programlanmış bir terör karmaşası içine çekildi.

Çatışmadan Vahşete

1974 sonrasında çatışmalar, bu kez vahşi bir durum almıştı. Yeni örgütler ortaya çıkıyor, bunlar sınır tanımaz bir saldırganlık içinde, çatışmayı ülkenin her yanına yayıyordu. Yükselen yeni terör, öğrenci ağırlıklı ülkücü, devrimci çatışmasını gölgede bırakmış, profesyonel eylemlere dönüşmüştü. Sağ ve sol olarak adlandırılan bir kısım insanlar, hem birbirleriyle hem kendi içlerinde, silah kullanarak çatışma içine giriyordu. Solcu sağcıyı sağcı solcuyu, hatta solcu solcuyu, sağcı sağcıyı acımasızca öldürüyordu. 1975’te kurulan ASALA, Batı başkentlerinde Türk diplomatları öldürüyor, aynı yıl Türk devletiyle çatışmaya hazırlanmak üzere PKK kuruluyordu.

1974’ten sonra yalnızca öğrenciler değil, toplumun değişik kesimlerinden insanlar çatışma içine çekildi. Siyasetle ilgisi olsun ya da olmasın her sınıftan insan ayrım gözetilmeden saldırıya uğradı, yaralandı ya da öldürüldü. İşçiler, öğretmenler, doktor ve mühendisler, bilim adamları, sanatçılar, yazarlar, ozanlar, parti başkanları, milletvekilleri, savcılar, emniyet müdürleri, bakanlar, hatta başbakanlar bile artık terörün hedefiydi.

İnsanlar tek tek ya da toplu olarak, acımasız yöntemlerle katlediliyordu. Topluluklar üzerine bombalar atılıyor, toplu taşım araçları, mitingler kurşunlanıyor, kaçırılan insanlar işkence edilerek öldürülüyordu. Bu iş için eğitildiği belli olan bir küme insan çılgına dönmüş yokediciler gibi vurdular, kırdılar, öldürdüler. Kan dökerken kural tanımama ve dizginlenmeyen bir öldürme duygusu, sonsuz ve ilkel bir vahşete dönüştürülerek ülkenin her yerine yayıldı. Türkiye bu kez ikiye değil, belki de iki bin parçaya bölünmüştü.

Örnekler

Devrimci kesimden üniversite öğrencisi Rıfat Kurt’un yakılmış cesedi, 27 Mart 1977’de sokakta bulundu. Adli tıp raporuna göre Rıfat Kurt, diri diri yakılmıştı. Tüm Öğretmenler Birliği Dayanışma Derneği (TÖP-DER) üyesi Mehmet Baş adlı lise öğretmeni, İstanbul Çatalca’da; kolları ve boğazı kesilip, sağ gözü oyularak ve tam yirmisekiz yerinden bıçaklanarak öldürüldü.

25 Mayıs 1977’de Ordu’nun Kazgan İlçesi Tavacık Köyü İlkokulu öğretmeni Münir Özsever, dövülerek uçuruma atıldı, parçalanmış cesedini bir hafta sonra köylüler buldu.

İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi öğrencilerinden Kıbrıs uyruklu “devrimci” Muharrem Özdemir, 6 Aralık 1977’de işkence edildikten sonra ağzından kurşunlanarak öldürüldü. 2 

DİSK’e bağlı Genel-İş üyesi Ali Şahin, 6 Şubat 1978’de asılmış olarak bulundu. 9 Ekim’de Ankara Bahçelievler’de evleri basılan yedi üniversite öğrencisinden beşi evde kurşunlanarak ve havlu ile boğularak, ikisi Eskişehir yolunda enselerinden tek kurşunla vurularak öldürüldü.

16 Mart 1978’de güvenlik kaygısıyla okullarından topluca çıkan İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin üzerine bomba atıldı, biri kız yedi öğrenci öldü, kırk iki öğrenci yaralandı.

Okmeydanı Motor Sanat Enstitüsü öğrencisi Şakir Ay, 4 Kasım 1976’da, vücuduna “yüksek dozda uyuşturucu verilerek”, Kayseri Fevzi Çakmak Lisesi öğrencisi Mutad Karademir, kaldığı evde kafası sopayla parçalanarak öldürüldü. 3 

Benzer cinayetler, “ülkücü” kesime yönelik olarak da işlendi. 15 Mayıs 1976’da Afyon Sandıklı Lisesi öğrencisi ve Ülkü Ocakları üyesi İbrahim Türkeş, 17 Mayıs’ta, Erzurum Tortum İlçesi’nde yine Ülkü Ocakları üyesi lise öğrencisi Mustafa Ertaş bıçakla öldürüldü.

Milliyetçi Hareket Partisi, İstanbul İl Başkanı Recep Haşatlı’nın arabası 3 Ekim 1978’de tarandı ve Haşatlı yanındaki oğluyla birlikte öldürüldü. 12 Mart döneminde Maltepe’de Hüseyin Cevahir’i vuran Deniz Yarbay Cihangir Erdeniz emekli olduktan sonra açtığı av malzemeleri satan dükkanında tarandı, yanında çalışan gençle birlikte yaşamını yitirdi. 4 

1979 Ocağı’nda İstanbul Ümraniye’de beş “ülkücü” işçi, işkence edildikten sonra kurşunlanarak öldürüldü, MHP Genel Merkezi bombalanarak otomatik silahlarla tarandı. Bahçelievler Karakolu’na elli metre uzaklıkta gerçekleştirilen bu saldırıda Ömer Yüce ve Alper Demir adlı iki parti üyesi öldü.

MHP yöneticilerine değişik tarihlerde yapılan saldırılarda, MHP Bingöl Belediye Başkanı Hikmet Çetin, Mardin İl Başkanı Ata Pehlivanoğlu, Uşak İl Başkanı Ali Köleoğlu, Kars İl Başkanı Hüseyin Cahit Aküzüm, Manisa İl Başkanı Cemil Çöllü, Tarsus eski İlçe Başkanı Ali Düzenli öldürüldü. Şişli İlçe Başkanı Yusuf Bahri Genç’in dükkanı tam on sekiz kez bombalandı, on dokuzuncu bomba arabasına kondu ve Yusuf Bahri Genç bu saldırıyla öldürüldü. 5 

CHP’liler ve herhangi bir siyasi oluşum içinde yer almayan insanlar da öldürülüyordu. Denetim dışına çıkan saldırganlık, Türk toplumunun tarihinde ve töresinde olmayan bir vahşet dalgası toplumun üzerine çökmüştü. Ölme ve öldürme günlük yaşamın bir parçası olmuş, ülkenin binbir zorlukla yetişmiş aydınları, yani zaten kıt olan eğitimli insan kaynakları yok ediliyordu.

Dehşet eylemleriyle şoka sokulan toplum, kendine güvenini yitiriyor; insanlar, sayıları hızla artan ve bulunduğu yörede etkinlik kuran örgütlerden birine katılmak ya da katılmış görünmek zorunda kalıyordu. Türk toplumu yalnızca insanlarını değil, en güç koşullarda bile ayakta kalmasını sağlayan, birlik ve dayanışma geleneklerini yitiriyordu.

İşkence ve öldürmeye dayalı eylemler, kişisel ya da kümesel çatışmadan çok, toplumu sindirmeyi ve ulusal dayanışma geleneklerini yok etmeyi amaçlıyordu. O nedenle, terörün kendi mantığı içinde bile var olması gereken eylem sınırlaması, bu saldırılarda görülmüyor, hiçbir nedeni olmadan adam öldürülüyordu. Üstelik bu utanç verici ve insanlık dışı eylemler, örgüt bildirileri ve açıklamalarla sahiplenilmekten çekinilmiyordu.

Sınır Konmamış Öldürme

1980 yılının ilk dokuz ayı içinde (1 Ocak-12 Eylül arası), aralarında bir milletvekilinin de bulunduğu 29 CHP yöneticisi öldürüldü. 14 Nisan 1978’de, Kahramanmaraş Pazarcık Postanesi’ne gönderilen bir paket, PTT görevlisini öldürdü. 3 gün sonra 17 Nisan’da, bu kez Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu, yine paketli bomba ile gelini ve iki torunuyla birlikte katledildi.

4 Temmuz’da Antakya’da gerçekleştirilen öldürme olayı, duyanlara inanılmaz gibi geldi ancak gerçekti. Bir evin alt katını boyayan işçi Mehmet Çelik, sigarası bitince üst katta kalan ve hiç tanımadığı kişilerden bir sigara istiyor. Kendisine fünyeli bir sigara verilen Mehmet Çelik, patlama sonucu yüzü parçalanarak ölüyordu.

27 Kasım 1978’de, Erzincan’da bir evin önüne patlayıcı koyduktan sonra zili çalıp kaçan kişiler, bir ev hanımının yaşamını yitirmesine yol açtılar.

18 Nisan 1978’de, Malatya’ya 8 km uzaklıktaki Beylerderesi Köprüsü yakınında, tren yoluna bağlanan üç genç, canlı canlı tren tarafından parçalandı.

1 Mayıs 1978’de, İstanbul Sarıyer’de bulunan erkek cesedinin kimliğinin saptanamamasının nedeni, yakılarak öldürülmesi ve kömür haline gelmesiydi. 3 Kasım’da, İstanbul Silivri’de bulunan erkek cesedinin kimliğinin saptanamamasının nedeni ise, ellerinin ve başının kesilmiş olmasıydı. 6 

Ruhsal Çarpıklık

1979 yılında gazetecilere işlediği cinayetlerle ilgili açıklamalarda bulunan Veli Can Oduncu, şunları söylemişti: “Erkin Akın bana ‘Fatih’te solcuların gittiği bir kahve var, orayı kurşunlayacağız’ demişti. Sarhoşluğumuz devam ediyordu. Kahveye girdik, tabancalarımızı çektik. Erkin bana, aynı masada oturan yirmi yaşlarında iki kişiyi gösterdi. İkimiz birden iki metre mesafeden ateş ettik. Taksi tutup Zeytinburnu’na döndük. Eve gidip yattım. Ertesi gün, gazetelerde Fatih’te bir kahvede, iki ülkücünün kurşunlanarak öldürüldüğünü okuyunca şaşırdım. Erkin’e ‘sen bana solcu dedin, vurduklarımız ülkücüymüş’ diye söylenince, ‘ben öyle biliyordum’ dedi.” 7 

Marksist-Leninist Silahlı Propaganda Birliği (MLSPB) adlı örgüt tarafından MHP İstanbul İl Başkanı Recep Haşatlı ve oğlu’nun öldürülmesi olayıyla ilgili olarak bir bildiri yayımlanmış ve bu bildiride şunlar söylenmişti: “Daha yolun başındayız. Bazı MHP yöneticilerini, devrimci kanı dökenleri azalttık.. Kararlıyız. MHP’nin bütün kilit adamları azaltılacaktır.. Başbuğlarına da sıra gelecektir.” 8 

Herkes Herkesi Öldürüyor

30 Temmuz 1978’de, Adana’nın Dumlupınar semtinde, Halkın Sesi ile Halkın Kurtuluşu adlı “devrimci” kümeleri arasında çıkan çatışmada, Halkın Kurtuluşu’ndan Faysal Kelleci ve Oktay Çiğdemal bıçaklanarak öldürüldü. Çatışma nedeni, aynı mahallede gazete satmaktı.

29 Eylül’de Kars’ta, bu kez Devrimci Yol ile Halkın Kurtuluşu arasında bir çatışma yaşanıyor, burada da Halkın Kurtuluşu’ndan Eğitim Enstitüsü öğrencisi Vedat Yılmaz kurşunlanarak öldürülüyordu. Aynı kümeler, 29 Eylül’de İstanbul Çağlayan’da bildiri dağıtma yüzünden birbirine giriyor, burada Yüksel Bakır adlı örgüt üyesi işçi, yaşamını yitiriyordu. 23 Kasım’da Urfa’da, Ferit Uzun adlı Ziraat Mühendisi, “devrimci” kümeler arasında slogan atma yüzünden çıkan çatışmada öldürülmüştü. 9 

Örneği çok olan bu tür öldürme olayları, ülkücülerle İslamcı akıncılar, ya da bunların kendi içlerinde de oluyordu. 10 Ocak 1978’de Elazığ’da, ülkücü-akıncı çatışmasında, akıncılardan Selahattin Öndek bıçaklanarak öldürüldü.

28 Temmuz’da, Rize’nin Güneysu Bucağı Yeşil Köyü’nde, akıncılar içindeki çatışmada tabancayla vurulan Kaya Muradım’ın katili, bir başka akıncıydı. 26 Ekim’de Malatya Darende’de, ülkücü İrfan Altaş, ülkücü öğretmen adayı Hacı Abdullah Köse’yi, “din konusundaki tartışma nedeniyle” öldürmüştü. 10 

Öldürmelerdeki sınır tanımazlık o denli genişlemişti ki, siyasi cinayetlerde yalnızca erkekler değil, genç kızlar da öldürülüyordu. Böyle bir olay Türk tarihinin hiçbir döneminde yaşanmamıştı; kadın, Türkler’de saygı gören bir varlıktı. Ankara Ziraat Fakültesi öğrencisi Aynur Sertbudak, Aralık 1976’da pusu kurularak; İstanbul’da İGMYO öğrencisi Çiğdem Yıldır, Mayıs 1977’de kurşunlanarak; Üniversite sınavı için Görele’den Trabzon’a gelen Hatice Sefer Haziran 1978’de kurşunla; Ankara’da öğretmen İclal Akın Temmuz 1978’de yine kurşunla öldürüldüler. 11 

Malatya, Kahramanmaraş, Sivas, Çorum

Malatya’yla başlayan; Sivas, Kahramanmaraş ve Çorum’la süren toplu öldürmeler, 1974-1980 karmaşası içinde üzerinde pek durulmayan önemli olaylardır. Alevi yurttaşlara yönelen ve çocuklardan yaşlılara kadınlardan korumasız hastalara dek çok sayıda insanı ayrımsız içine alan öldürme eylemleri, kendiliğinden gelişen çatışmalar değil; önceden hazırlanan, amacı belli, planlanmış eylemlerdi.

Malatya’daki saldırıların görgü tanıklarından Avukat Süleyman Efe, yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Allah Allah diyerek tekbir getiriyor, saldırıyor, kepenklerini kırabildikleri dükkanları yağmalıyorlardı. İki gün öncesinde camilerde vaazlar verilmiş, köylere mektuplar gönderilmişti. Malatya’da camilere bomba atılacağı, solcu komünistlerin bankalara saldırıp soyacağı bildirilmiş, tüm Müslümanlar din uğruna cihada davet edilmişti.” Bir başka, üstelik yetkili tanık; Muş valisi Ömer Haliloğlu ise şunları söylüyordu: “Cumartesi günü, köy yolları karla kaplı olmasına karşın dört bine yakın bir topluluk il merkezine gelmişti. Ellerinde sopalar vardı. Rusya’dan gelen komünistleri arıyorlardı. Kendilerine böyle bir propaganda yapılmıştı; din, Kuran elden gidiyordu, camiler kapatılacaktı...” 12 

Alevi Kırımı

Aralık 1978 Kahramanmaraş ve Mayıs 1980 Çorum olayları, toplu öldürme eylemlerinde yeni bir aşamayı gösteriyordu. Yaptıkları işte iyi eğitilmiş olduğu belli olan bir küme kışkırtıcı ajan; bağnazlığı, parayı ve mezhepsel kışkırtmayı kullanarak Alevi yurttaşlara karşı saldırılar düzenledi. Mahalleler basıldı, önceden belirlenen evlerde yaş ve cins farkı gözetmeden insanlar öldürüldü.

Anlamsız gibi görünen vahşetin elbette bir nedeni vardı. Türk geleneklerini Anadolu’da hala yaşatan ve Cumhuriyete bağlı aydın bir kesim olan milyonlarca Aleviye, yurtlarını terk etmeleri için gözdağı veriliyordu; toplu göçe zorlamak için yıldırılmaya çalışılıyordu.

Kahramanmaraş olayları, ülkücülerin beğendiği bir filmi oynatan sinemadan çıkanlar üzerine, bir ses bombası atılmasıyla başladı. Yalnızca bir kişinin ayağından yaralanmasına karşın, bir gün içinde ve karşılıklı olmak üzere önce TÖB-DER üyesi iki öğretmen, ardından iki ülkücü öldürüldü.

22 Aralık’ta dört cenaze birden kaldırılacaktı. Kentin hemen her yerinde, halkı çatışmaya yönelten yalana ve dinsel kışkırtmaya dayanan çağrılar yapılıyor ancak emniyet güçleri herhangi bir önlem almıyordu. Kahramanmaraş Müftüsü, resmi bir araçla kenti dolaşmış ve “kışkırtıcı konuşmalar yapmıştı.” 13 

Resmi açıklama, olaylarda 136 kişinin yaşamını yitirdiği biçimindeydi. Ölü sayısının daha çok olduğunu savlayanlar da vardı. Gazetelere yansıyan haberlere göre, kolluk kuvvetleri, Ağrı Dağı eteklerine, “yaşları 16-40 arasında değişen, aralarında 4-5 yaşında çocukların da olduğu” çok sayıda ölü gömmüştü. 14 

Çorum

Çorum olayları, Kahramanmaraş’ın bir buçuk yıl sonraki yinelemesi gibiydi. 29 Mayıs 1980’de Cuma namazı sırasında bir caminin yakınında bomba patlamış, çevreye ateş açılmış ve bu garip olayın hemen ardından, “komünistler camileri yakıp yıktılar” biçiminde söylenti çıkarılmıştı.

Yapılanlar, gerek yaymaca ve gerekse saldırı yöntemi olarak Kahramanmaraş’ta olanların aynısıydı. Sonuçları da hemen aynı oldu. Yine yüzlerce ev ve işyeri yakıldı, 26 kişi öldürüldü, yüzlerce insan yaralandı. Çatışmalar Merzifon ve Amasya’ya da sıçradı ve yörede insana ürküntü veren olaylar yaşandı. “Kadınların iç çamaşırları çıkarılıp sırıklara takılıp sokaklarda dolaştırılıyor” ve Aleviler, “kadın-erkek, yaşlı-genç, hatta çocuk demeden” öldürülüyordu. 15 

Amaç

Malatya’da başlayıp Çorum’a dek yayılan tasarlanmış saldırı, siyasi ayrılıkların neden olduğu bir iç sorun değil, dış kaynaklı bir düzenlemeydi. Türkiye’ye yeni bir biçim vermek isteyen küresel güçler, gerekli dönüşümleri gerçekleştirecek yaptırım gücü yüksek yeni bir yönetim istiyor; çatışmalarla, böyle bir yönetim getirmek için gerekçe oluşturacak eylemler düzenliyordu.

Ulus-devlet işleyişini yerelleşmeye götüren emperyalist uygulama; etnik, dinsel ve mezhepsel çatışmayı küresel siyasetin merkezine yerleştirmişti. “Ilımlı İslam” olarak açıklanan siyasetin başarılı olabilmesi için, bu siyasete engel oluşturduğu düşünülen Aleviler’in sindirilmesi, bunun için de inanç ayrılıklarının çatışma aracı olarak kullanılması gerekiyordu. Ayrılıkçı Kürt hareketi ile birleşecek bir Alevi-Sunni çatışması, bu kullanım için verimli bir alan olabilirdi. Kahramanmaraş’ın üzerinde pek durulmayan ilk amacı buydu.

Türkler’in Anadolu’daki varlığının en eski ve ana bölgesi İç Anadolu’dur. Türklüğü burada yaşatan güç, yüzyıllar boyunca burada oluşan toplumsal yapıya ve inanç dengelerine dayanmıştır. Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nı bu bölgede başlatmış; Savaşı, Alevi ve Sunni halkın özverisine dayanarak ve Anadolu yaylasının içlerine çekilerek kazanmıştı. İç Anadolu, Türkler’in Anadolu’daki ana yaşam alanı, fetihler için insan kaynağı, gerektiğinde son ve güçlü direnme noktasıydı.

Batı, Anadolu’daki Türk egemenliğini, tarihin hiçbir döneminde içine sindirememişti. Sevr’le başarılamayan, farklı biçimde şimdi başarılmak istenen ve yoksullaşmaya bağlı göçlerle zaten sarsılmış olan toplumsal denge, inanç kümeleri arasına kin sokularak bozulmalıydı. Bunun için, Türk töresini Araplaşmaya karşı yüzyıllardır koruyan Aleviler göçe zorlanmalı, Orta Anadolu’da nüfus olarak azaltılarak güvensiz bir yalnızlık içinde, direnme gücünden yoksun, küçük bir topluluk haline getirilmeliydi. Türkiye ABD tarafından o denli teslim alınmıştı ki, Osmanlının başaramadığını Amerikalılar deneyecek ve işbirlikçileri aracılığıyla Alevileri, kendi ülkelerinde eritmeye çalışacaktı.

Kahramanmaraş’ın üzerinde durulmayan ikinci amacı buydu. Bu amaç, o denli açık yürütülüyordu ki, ABD Büyükelçiliği görevlileri, olaylardan bir hafta önce kente gelmiş ve kendilerini gizlemeye gerek duymadan, değişik kişi ve kümelerle görüşmüştü. Aynı ekip Çorum Olayları’ndan önce, Çorum’da da görülmüştü. 16 

CIA’nın Rolü

CIA, sonu yönetim değişikliğiyle bitecek çatışmalar yaratma konusunda kanıtlanmış yeteneklere sahip bir örgüttür. 1945’ten beri Türkiye’ye yerleşmiş ve bu uzun süre içinde hemen hiç izlenmemiştir. İzlenmek bir yana, arkasındaki devletin gücünden çekinen yönetimlerce çoğu zaman çalışmalarına göz yumulmuş, ya da desteklenmiştir.

Türkiye’ye atanan ABD büyükelçilik görevlileri, büyükelçi başta olmak üzere genellikle CIA ile ilişkili kişilerdir. Aydın kırımının arttığı 1965-1980 arasındaki on beş yıl, CIA’nin Türkiye’deki çalışmalarının en yoğun dönemidir.

CIA’nın darbe hazırlama konusundaki uzmanlığını, bu örgütte on bir yıl çalışmış olan Philippe Agee, Kaçış adlı kitabında şöyle açıklamaktadır: “Darbe konusunda CIA kadar uzman başka bir örgüt bulunmaz. CIA istediği zaman istediği ülkede, büyük karışıklıklar çıkarır, bunları finanse eder.. Karışıklık, darbe yapmak için istenen ortamı sağlar.. (Darbe yapacak olanlar y.n. ), ülkenin tam bir çıkmaz içinde olduğunu ve sorunu ancak kendilerinin çözebileceği bir ortamın yaratılmasını isterler. Bu da CIA’nın görevidir.. Darbe yapanlar genellikle CIA’nın adamlarıdır.” 17 

1974’le 1980 arasında Türkiye’de binlerce insan öldürüldü, onbinlercesi yaralandı. Köylerini kentlerini, adeta kaçarak terk edip başka yerlere göçenlerin sayısı bilinmiyor. Terörün yoğunlaştığı 1978-1980 arasındaki yalnızca iki yıl içinde 5241 kişi öldürülmüş, pek çoğu sakat kalan, 14152 kişi yaralanmıştı. Ancak, bu yıkım yetmemişti. Büyük yıkım, devlet terörü halinde 12 Eylül’le birlikte geldi.

12 Eylül Kırımı

12 Eylül uygulamalarıyla 650 bin kişi gözaltına alındı ve bunların büyük çoğunluğuna işkence yapıldı. İşkenceler, yalnızca konuşturmak, bilgi sağlamak amacıyla değil, kişilikleri ezmek, direnme gücünü yok etmek için herkese yapılıyordu. 1 milyon 683 bin kişi fişlendi, fişlenenler kamusal alanlar başta olmak üzere birçok haktan yoksun kılındı. Açılan 21 bin davada 230 bin kişi yargılandı, 7 bin kişinin idamı istendi, 517 kişiye idam cezası verildi, 259 idam dosyası Meclis’e gönderildi. Devrimci ve ülkücüleri içeren 50 kişi idam edildi. 18 

Halkevleri, mühendis ve tabip odaları, sendikalar başta olmak üzere çalışanlara ait tüm kitle örgütleri kapatıldı; yöneticileri tutuklandı. 98 bin 404 kişi “örgüt üyesi olmak”, 71 bin kişi örgüt yönetmek suçlarından yargılandı. 23 bin 677 dernek kapatıldı. 388 bin kişiye pasaport verilmedi, 30 bin kişi “sakıncalı” olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı, 30 bin kişi mülteci olarak yurtdışına kaçtı. 300 kişi kuşkulu biçimde öldü, 171 kişinin sorgu sırasında “işkenceden öldüğü” belgelendi. 299 kişi cezaevinde, 95 kişi “çatışmada” öldü, 43 kişi “intihar” etti. 19 

Öğretmen örgütlenmesinde görev alan, önder konumdaki 5 bin 854 öğretmenin işine birkaç ay içinde son verildi. Üniversitelerde 120 profesör ve doçent, Adalet Bakanlığı’ndan 47 hakim atıldı. 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi ve bunlara 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. 300 gazeteci saldırıya uğradı, üçü silahla öldürüldü. Zararlı görülen gazeteler, toplam 300 gün yayın yapamadı. 39 ton kitap ve dergi imha edildi. 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı, TRT’nin çektiği kimi belgeseller yakıldı. 20 

Kırımların Toplumsal Boyutu

Ülkeleri için yaşamlarını ortaya koyarak inançları doğrultusunda mücadeleye atılan genç insanlar, siyasi eğilim ve görüşlerine bakılmaksızın 50 yıl boyunca hırpalandılar, acımasızca ezildiler. Oysa bunlar, güçlüklerle yetişmiş yurtsever insanlar ve değişik görüşlerdeki aydınlardı. Türk ulusunun kültürel zenginliğiydi. “Sanki görünmez bir el” Türkiye’yi karıştırmış; ülke aydınlarını, özellikle topluma önderlik edebilecek aydınları yok etmişti.

Yitirilen ve yerleri hala doldurulamayan eğitimli insan birikimi, ulus olarak yitirilen değerler bütününün yalnızca bir bölümüdür. Gerçek yitik, toplum çıkarlarına gösterilen duyarlılıklarda ve haksızlığa karşı direnme geleneklerinde yaşanmış; özgür düşünce, düşünceyi eyleme dönüştürme girişkenliği ve Türkler’e özgü örgütlenme yeteneği büyük zarar görmüştü.

Toplum üzerinde o denli yoğun bir baskı oluşturulmuştu ki, örgütlenmek ve örgütlü davranmak, halkın gözünde en tehlikeli iş durumuna gelmişti. Doğru ya da yanlış ancak ülke çıkarını düşünerek davranan herkes cezalandırılmış, kitleler duyarsız ve edilgen bir topluluk durumuna getirilmişti. Üstelik, ağır biçimde yaşanan aydın kırımı henüz bitmemişti ve örneği olmayan biçimde sürdürülecekti. Sivasta insanlar yakılacak; Uğur Mumcular, Bahriye Üçoklar, Turan Dursunlar, Ahmet Taner Kışlalılar, Necip Hablemitoğlular sokak ortasında öldürülecekti. Gazeteciler, parti başkanları, rektörler ağır cezalara çarptırılacak; başta Genel Kurmay Başkanı olmak üzere, ordunun yüzlerce üst düzey komutanı cezaevlerine doldurulacaktı. Son dönem aydın kırımında, bedenler değil insanların ruhu öldürülmek istenecekti.


 1  Prof.Dr. Çetin Yetkin’le görüşmeden.
 2  “Türkiye’de Gençlik Hareketleri” T.S.Y., Top.Dön.Yay., – 1997, sf.325
 3  a.g.e. sf.281, 291, 332, 353
 4  a.g.e. sf.289, 341
 5  “Ülkücü Hareket–I (1908–1980)” Hakkı Öznur, Akik, Ank.1996, sf.240, 256, 252
 6  “Türkiye’de Gençlik Hareketleri” T.S.Yılmaz, Top.Dön.Yay., 1997, sf.337
 7  a.g.e. sf.284
 8  a.g.e. sf.341
 9  a.g.e. sf.339
 10  a.g.e. sf.339
 11  İleri Dergisi, 27.12.1976, Sayı 3 ve 27.06.1978 Sayı 11; Devrimci Yol Dergisi 15.05.1977, Sayı 2 ve 31.07.1978, Sayı 20
 12  a.g.e. sf.264
 13  Günaydın Gazetesi 26.12.1978
 14  Günaydın Gazetesi 26.12.1978
 15  a.g.e. sf.390
 16  Mehmet Ali Birant, 32.Gün Programı, CNN – Türk, Aralık 2003
 17  “Türkiye’de Gençlik Hareketleri” T.S.Yılmaz, Top.Dön.Y., 1997, sf.424
 18  Darbenin Bilançosu, Cumhuriyet 12.09.2000
 19  a.g.g. 12.09.2000
 20  a.g.g. 12.09.2000


Metin AYDOĞAN, 29 Ocak 2014
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!


Şu dizine dön: Metin AYDOĞAN

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 6 konuk

x