

Dr. Noyan UMRUK
Tekel İşçilerinin onurlu direnişi, arkasındaki anlamlı, dürüst ve de kararlı sendikal destek, küreselleşme ve yarattığı/yaratacağı krizler sürecinde tüm emekçiler için, dünyada ve ülkemizde sendikal örgütlenmenin ne denli önemli olduğunu herkese anımsattı. Ülkemizde uzun zamandır özlemi çekilen demokratik hak arama kararlılığı için Tekel İşçileri, Tek-Gıda İş Sendikası, Türk İş, başta DİSK olmak üzere içten dayanışma gayreti içinde olan diğer sendikal kuruluşlar, siyasi partiler, demokratik kitle örgütleri, mesleki kuruluşlar, halkın çok geniş bir kesiminin ortaya koyduğu ağırbaşlı yöntem bütün dünyaya örnek olacak düzeydedir.
Ancak, bu olumlu sınav, ülkemizde. sendikal örgütlenmenin nesnel biçimde değerlendirilmesini de engellememelidir.
I-SENDİKAL HAREKETTE DIŞSAL SORUNLAR:
1- Dünyada Teknolojik Gelişme Sürecinin Doğurduğu Yeni Üretim İlişkileri:
Başta iletişim sektörü olmak üzere tüm üretim alanlarına giren bu yeni teknoloji küresel rekabeti hızlandırmış, bu durum yeni çalışma türlerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Kısmi zamanlı çalışma, işin paylaşımı, çağrı üzerine çalışma, ödünç iş ilişkisi gibi yüzlerce yeni çalışma türü ortaya çıkarken; ekonomik krizler daha sıklaşmış, kapsamı büyümüş, bu yüzden kısa çalışma uygulamaları daha çok gündeme gelmeğe başlamıştır.
Bu yeni çalışma türlerinin tüm dünyada işçi sendikacılığını olumsuz yönde etkilediği bir gerçektir. Nitekim başta ABD ve Fransa olmak üzere birçok ülkede sendikalar ciddi üye kayıplarına uğramışlardır.
Ayrıca bu yeni ekonomik düzen sendikacılığa karşı bir tür savaş açmış, artan işsizliğin sorumlusu olarak sendikacılığı göstermiş; üretimi ve yatırımları hiçbir yasal korumanın olmadığı ülkelere yönlendirmiştir.
Türkiye’de 24 Ocak 1980 kararları ile benimsenen ve uygulamaya konulan bu yeni ekonomik düzen, kuşkusuz sendikaları da etkilemiştir. Sosyal hakların ve kurumların ekonomik büyüme önünde en önemli engel olduğu mesajı düzenli biçimde topluma verilmiş, uygulamalar buna göre yapılmıştır.
2- Sanayileşme Düzeyinin Yetersizliği, Çoğulcu Demokrasinin Kurumsallaşamaması:
Nüfus artış hızını henüz binde onların altına indirememiş olan Türkiye sanayileşme sürecini tamamlamış bir ülke görüntüsünü vermemektedir. Nüfusun Türkiye’de çalışanların büyük çoğunluğunun dünya görüşü, tutum ve davranışları, henüz sanayi toplumunun bireyi olmaktan uzak olduğunu göstermektedir.
Kuşkusuz son kırk yıl içinde, sendikalaşmanın da etkisi ile, bu alanda olumlu gelişmeler kaydedilmiştir. Ancak sendikal bilincin çalışanlar arasında yeterince yaygınlaştığı söylenemez. Bağımlı çalışanların büyük çoğunluğunun muhafazakar siyasal partilere oy vermeleri bu durumun anlamlı bir göstergesidir.
Sendikacılık hareketlerini belirleyen ana etkenlerden birincisi sanayileşme ise, ikincisi de çoğulcu demokrasinin tüm kurum ve kuralları ile yerleşmesi, toplumda bir yaşam biçimi haline gelmesidir. Bu açıdan da Türk sendikacılığının pek şanslı olduğu söylenemez. Zaman zaman çoğulcu demokrasiye ara veren askeri rejimler, demokratik kitle örgütlerinin yasama ve yürütme organları üzerinde yeterince etkili olamaması, siyasal faaliyetlerin halkın özlemlerine cevap vermekten uzak kalması, başta Anayasa olmak üzere birçok yasada kişi hak ve özgürlüklerini kısıtlayan hükümlerin bulunması, yargı mekanizmasının etkisiz konuma düşmesi çoğulcu demokrasinin yerleşmesini güçleştiren nedenlerden
sadece birkaçıdır.
3- Örgütlenmenin Önündeki Engeller
Çoğulcu demokrasinin bir ürünü olan özgür sendikacılık herşeyden önce serbestçe örgütlenme hakkını gerektirir. Birçok Avrupa ülkesinde sendikal örgütlenme, genel örgütlenme hakkı içinde yer almaktadır.
Ülkemizde ise siyasal iktidarlar örgütlenme hakkından genellikle kuşku duymuşladır. Gerçi, 1961 Anayasası bu endişeyi dağıtmaya çalışmıştır. Ancak 12 Mart 1971 müdahalesi sonrası dönemde adı geçen Anayasada yapılan değişikliklerle örgütlenme hakkına yeniden sınırlamalar konulmuştur. Sendikacılık hareketinin özellikle 12 Eylül 1980 müdahalesi ile çizilen hukuki çerçeveden olumsuz yönde etkilenmiştir.
Ancak örgütlenme özgürlüğünün önündeki tek engel kısıtlayıcı hukuk kuralları değildir. Kayıt dışı ekonomi, özelleştirme, alt işveren uygulamaları ve izlenen ekonomi politikaları da sendikal örgütlenmeyi yakından etkilemiştir.
a) Yasal Engeller
Türk yasa koyucusu örgütlenme hakkından genellikle kuşku duymuştur. Çok partili düzene geçildikten (1946) sonra bile bu konudaki endişeler ortadan kalkmamıştır. 1947 Sendikalar Kanununun (5018) TBMM’de görüşülmesi sırasında bu durum açıkça görülmekte ve özellikle iktidar partisi sözcüleri tarafından dile getirilmektedir. İşçi sendikalarına o sırada yürürlükte olan İş Kanunu (3008) kapsamına giren beden işçilerinin üye olabilecekleri kabul edilmiş, sendikaların milli kuruluşlar olduğu vurgulanmış, uluslararası kuruluşlara üye olabilmeleri Bakanlar Kurulunun iznine tabi tutulmuş, ayrıca sendikaların Çalışma Bakanlığının idari denetimine tabi oldukları açıkça benimsenmiştir. Sendikaların toplu pazarlık haklarının düzenlenmediği 1947-1960 döneminde grevin yasaklandığı da unutulmamalıdır (3008 sayılı yasa, m.72).
Bu yasakçı zihniyet sonraki yıllarda da devam etmiştir. Bunun tek istisnası 1961 Anayasasının kabulünü izleyen ilk yıllardır. Sözü geçen Anayasada tüm çalışanlara sendika kurma ve bunlara üye olabilme haklarının tanınması, toplu pazarlık ve grev haklarının Anayasada güvence altına alınması, 1963 yasalarının (274,275) ülkemizde sendikacılığın kısa sürede güçlenerek gelişmesi için özel hükümler getirmesi sendikacığın hızla gelişmesine neden olmuştur. Hatta bu dönemde, çok kısıtlı bir alanda, kamu görevlilerinin örgütlenmelerine olanak veren özel bir yasa kabul edilmiştir. (624)
Ancak bu dönem 12 Mart 1971 müdahalesi ile sona ermiştir. Nitekim Anayasada yapılan değişikliklerle memur sendikacılığı tasfiye edilmiştir.
Ancak sendikal örgütlenmeye en ciddi engeller 1982 T.C. Anayasası ve 2821 ve 2822 sayılı yasalarla getirilmiştir. Çalışanların bir kısmı örgütlenme hakkından yoksun bırakılırken (2821, m.21), sendikaların faaliyetine ciddi sınırlamalar konulmuş, sendikalar devletin idari ve mali denetimi altına alınmıştır. (m.52) Bu kısıtlamaların bir kısmı sonraki yıllarda Anayasadan ve yasalardan çıkarılmıştır. Ancak kamu görevlilerinin örgütlenme hakları önünde hala ciddi kısıtlamalar olduğu; özel okul öğretmenlerinin sendikalaşmasına 625 sayılı yasanın koyduğu yasağın devam ettiği, kamu kesiminde işçi-memur ayırımına çözüm
bulunamadığından binlerce işçinin kamu görevlisi statüsü ile çalıştırıldığı, bunların özgür toplu pazarlık ve grev haklarından yararlanamadıkları bir gerçektir.
Öte yandan 1982 Anayasasının 54. maddesi çerçevesinde grev hakkına getirilen kısıtlamalar ve hükümetin grevi ertelemesine ilişkin düzenlemeler hem ILO sözleşmelerine aykırı düşmektedir.
b) Giderek Boyutları Büyüyen Kayıt Dışı Ekonomi ve İstihdam
Her ülkede olduğu gibi ülkemizde de kayıt dışı ekonomi ve istihdam sendikalaşma önünde en önemli engellerden biridir. Bu sektörde çalışan işçilerin iş mevzuatının hükümlerinden bile yararlandırılmadığı ve genellikle sigortasız çalıştırıldığı bilindiğine göre bu sektörde faaliyet gösteren işverenlerin sendikal haklara saygı göstermeleri beklenemez.
Türkiye için bu durum özel bir önem taşımaktadır. Zira diğer ülkelere oranla Türkiye’de kayıt dışı ekonominin genişlemesi 1990’lı yıllardan itibaren hız kazanmıştır. Resmi araştırmalara göre OECD ülkelerinde son yirmi yıl içinde kayıt dışı ekonomi GSMH’nin %15’i civarında iken ülkemizde bu oran %50’yi aşmıştır.
Kayıt dışı ekonomide asıl istihdam biçimi olan kayıt dışı istihdam tarım dışı üretim faaliyetlerinde SSK ya bağlı çalışanların sayısına yaklaşmakta ve Devlet İstatistik Enstitüsü verilerine göre 2 milyonu aşmaktadır. (2)
Kayıt dışı istihdam içinde çocuk işçiliğinin de yer aldığı kuşkusuzdur. Ülkemizde istihdam edilen çocukların %87 sinin 1-9 işçi çalıştıran küçük işyerlerinde çalıştığı, bu kesimde kayıt dışı istihdamın yaygın olduğu ise bilinmektedir.
Ülkemizde öteden beri var olan ve son yıllarda gelişen klasik kayıt dışı istihdam türleri yanında 1990’lı yılların başından beri yabancı kaçak işçilik de giderek yaygınlaşmıştır. Bu konuda kesin rakamlar bulunmamakla beraber yakalanan yasa dışı göçmenlerin sayısı 2000’li yıllarda 250 bini aşmıştır. (3)
Kayıt dışı istihdam hakkında bir fikir veren bu rakamlar, hem haksız rekabetin boyutlarını göstermekte hem de sendikalaşma açısından ciddi bir engel oluşturmaktadır.
c) Yasa Dışı Alt İşveren Uygulamaları
Verimliliği artırabilmek, işçilik maliyetini düşürerek firmanın rekabet gücünü korumak gibi amaçlarla tüm dünyada son yirmi yıl içinde alt işveren uygulamalarının önemi artmıştır. Pahalı olan ileri teknolojiyi işletmelerin bizzat edinmesi yerine, bunları kullanan firmaları işyerinde devreye sokmaları çok daha kolay ve ekonomik olmaktadır. Bunun gibi işletmenin asıl üretim konusu dışında kalan bazı yardımcı işlerin alt işverenler aracılığı ile yerine getirilmesi hem maliyetleri düşürmekte, hem de yönetime kolaylık sağlamaktadır. Örneğin güvenlik, yemek, temizlik, ulaşım gibi işlerin alt işverene verilmesi uygulamada hizmetin kalitesini yükseltmekte ve işletme yönetiminin yükünü hafifletmektedir.
1 Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Kayıt dışı istihdam ve yabancı kaçak işçi istihdamı, Ankara , s23.
2 Aynı kaynak. S.43.
3Aynı kaynak, s.39.
Ancak alt işverenin tanımının, özellikle yasal amaçlar dışında kullanılmasını önlemenin kolay olmadığı evrensel bir olgudur. Nitekim Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) 1999 yılında bu alanı düzenleyen bir sözleşme tasarısını kabul edebilmek için yaptığı çalışmaları sonuçlandıramamıştır.
Ülkemizde ise 1475 sayılı yasanın konuya ilişkin hükümlerinin yetersizliği, özellikle amaç dışı kullanımının ciddi bir yaptırıma sahip olmaması alt işverenlik kurumunun çoğunlukla kötüye kullanılmasına neden olmuştur. Salt ücretleri düşürebilmek, işyerinde yıllardan beri toplu pazarlık yapan sendikaları bertaraf edebilmek için üretim sürecine göstermelik alt işverenler sokulmuştur. Yasal düzenlemelerin yetersizliği karşısında yüksek yargı organları içtihat yolu ile bazı normları geliştirmeye çalışmışlardır.
10 Haziran 2003 tarihinde yürürlüğe giren yeni iş kanununu hazırlayan bilim komisyonu da yargı kararlarından yararlanarak bu konuda kötü niyetli uygulamaları önlemek amacı ile yeni bir düzenleme yapmıştır. Bilindiği gibi T.B.M.M.’de İş Kanununun yasalaşması aşamasında en fazla tartışılan, değişiklik önergeleri verilen konulardan biri alt işverenlik olmuştur.
4857 sayılı İş Kanununun ilgili hükümleri henüz yeni olduğundan yüksek yargı organlarının kararları ile uygulama tam olarak istikrara kavuşmuş değildir. Doktrinde ise daha şimdiden oldukça zengin bir kaynakça oluştuğu gözlenmektedir.
Alt işveren konusundaki belirsizlik ve yetersizlikten Türk işçi sendikacılığı ciddi biçimde etkilenmiştir. Sendikaların nispeten kolay örgütlenebildikleri işkollarında bile birçok işverenin sisteme derhal alt işverenleri sokarak bu hareketi önlediği ya da mevcut sendikayı tasfiye için göstermelik altişverenler kullandığı oldukça sık rastlanan bir olgudur.
Gerçi yasal çerçeve bakımından alt işverenin işçilerinin de örgütlenme hakkı olduğu, yetkili sendikanın alt işverene ait işyerinde toplu pazarlık ve grev hakkını kullanabileceği; hatta alt işverenin bağıtladığı toplu sözleşmeden kaynaklanan işçi haklarından da asıl işverenin sorumlu olduğu (İş K. M.2/VI) ileri sürülebilir. Ancak uygulamada bunların gerçekleşme şansının yok denecek kadar az olduğu bilinmektedir.
d) Amacı ve Politikaları Belirsiz Özelleştirme Uygulamaları
Küreselleşmenin ön plana çıkardığı neoliberal iktisat politikaları 24 Ocak 1980 kararları ile ülkemizde de uygulanmaya başlamıştır. Bu politikanın vazgeçilmez ilkelerinden biri de kamuya ait olan iktisadi teşebbüslerin hızla tasfiye edilmesi, özelleştirilmesidir.
Bilindiği gibi devletin yatırımlar yoluyla ekonomik faaliyette bulunmasının çok farklı nedenleri vardır. İlkel toplum yapısını değiştirerek sanayileşmeyi hızlandırmaktan, özel girişimcilere öncülük yapmaktan, devlet kapitalizmine kadar uzanan değişik görüş ve ihtiyaçlar bu konuda rol oynamıştır. Ayrıca ülkenin gelişmişlik düzeyi, bölgeler arası aşırı farklılıklar, özel kesimin yatırım yapmakta istekli davranmadığı bölgeler ve işkolları devletçilik politikalarında etkili olmuştur.
Öte yandan Türkiye’de son çeyrek yüzyıl içinde kendimize özgü, tutarlı bir özelleştirme modeli ortaya konulamamış, bunun hukuksal çerçevesi sağlık esaslara kavuşturulmamıştır. Bu yüzden özelleştirmeler yürütme erki ile yargı arasında sürekli çekişmelere neden olmuştur. Sonuçta özelleştirilen işletmelerden elde edilen gelirler özelleştirmeyi finanse etmekten başka bir işe yaramamıştır.
Daha kötüsü özelleştirme sonucu işletmenin yeni yatırımlarla modernleştirilmesi, yeni istihdam yaratması üzerinde hiç durulmamış; istihdam sorunun çözümü devlete bırakılmıştır. Sık sık özelleştirmeler sonucu kapatılan işletmenin arsasının rant amacı ile kullanıldığı görülmüştür.
Sendikalaşma bu süreçten de ciddi biçimde ve olumsuz yönde etkilenmiştir.
Türkiye gibi tarihsel nedenlerle ekonomisinde kamunun ağırlıklı bir rolü olan ülkelerde sendikalaşma hareketlerinin de kamu işletmelerinde yoğunlaşması doğaldır. Bu durumun sendikacılık açısından olumlu ve olumsuz yönleri olduğu açıktır. Ancak plansız özelleştirmelerin sendikaları ciddi üye kaybına uğrattığı da bir gerçektir.
II- SENDİKAL HAREKETTE İÇSEL SORUNLAR:
Türk sendikacılığın belirgin içsel sorunları şunlardır:
1- Gücünü Yasal Desteklerde Arayan Bir Sendikacılık
Sanayileşme düzeyinin yetersizliği gibi yapısal nedenlerle sınıf bilincinin yeterince gelişmediği Türk toplumunda sendikacılık son altmış yıl içinde yasalarla biçimlenmiş, yasalara biçim verme gücüne sahip olamamıştır. Çoğulcu demokrasinin anayasalar ve yasalarla güvence altına alındığı dönemlerde sendikacılık ta güçlenmiş; yasal çerçevenin daraldığı dönemlerde ise etkinliğini kaybettiği görülmüştür. Bunun en tipik örneği 1961 Anayasasının ilk yıllarıdır.
Sendikalaşma, toplu pazarlık ve grev haklarının ilk kez Anayasaya girmesi ve 274-275 sayılı yasalarla (1963) düzenlenmesi Türk sendikacılığında 1963-70 döneminde hızlı bir gelişmeye neden olmuştur. Bu yasalarla sendikalara sadece çağdaş sosyal haklar tanınmakla kalmamış, sendikaların kısa sürede güçlenmesi amaçlanmıştır. Örneğin üyelik aidatının kaynakta kesilmesi, işçileri temsil yetkisinin sendikalara bırakılması, profesyonel yöneticiliğin korunması, aidat miktarının serbestçe belirlenmesi bunlardan sadece birkaçıdır.
Bu olanaklar sendikaları mali açıdan kısa sürede güçlendirmiş; BU DÖNEM SENDİKAL HAREKETİN ALTIN ÇAĞI OLMUŞTUR.
Ancak sendikaların önemli bir kısmı bu yasalardan aldıkları güce alışırken, sendika içi demokrasiden uzaklaşmışlardır. Profesyonel yöneticiliği kaybetmemek için genel kurulun oluşumuna tüzük hükümleri ile müdahale etmek, genel kurulun toplanma süresini iki yıldan üç yıla çıkarmak, seçimlere hile karıştırmak gibi yöntemlere başvurulduğu görülmüştür.
Öte yandan aynı yasalarda sendikalara çok geniş bir faaliyet alanı tanınmasına karşın sendikalar uğraşlarını toplu pazarlık etrafında yoğunlaştırmışlar; örneğin yasaların elverişli hükümlere sahip olduğu dönemlerde bile siyasal faaliyette bulunmaktan uzak durmuşlardır. Buna karşılık en büyük işveren konumundaki devlet ile siyasal iktidara yakın sendikacılar aracılığı ile ilişkilerin düzgün gitmesine özen gösterilmiş; hatta rakip sendikaların tasfiyesi için siyasal iktidarla işbirliği içine girildiği dönemler oluşmuştur. Nitekim sonradan Anayasa Mahkemesinin kararı ile birçok hükmü iptal edilen 1317 sayılı kanun ve bu kanunun parlamento da görüşülmesi sırasında çıkan 15-16 Haziran olayları bu tutumun açık bir göstergesidir.
Sendikaların yasal desteklerle kolay sendikacılık yapma alışkanlığını edinmesinde siyasal iktidarların da kuşkusuz rolü olmuştur. Sendikacılık hareketini kontrol altına almanın en kolay yolunun yasalarla bu harekete biçim vermek olduğu açıktır. İktidara aday siyasal partiler genel seçimler için düzenledikleri aday listelerinde birkaç sendika liderinin de yer almasına özen göstermişlerdir. Bunlardan seçilmek suretiyle parlamentoya girenlerin sendikacı kimliğinden çok, belirli bir partinin üyesi kimliği ile hareket ettikleri görülmüştür.
Sendikacılık hareketinin gücünü yasalardan beklemesi beraberinde ciddi sorunlar ve olumsuz sonuçlar getirmiştir.
.
2- Daha Çok Kamu Kesiminde Örgütlü Bir Sendikacılık
Sendikal örgütlenmenin birçok pratik güçlükleri beraberinde getirdiği bilinen bir gerçektir. Çoğulcu demokrasi ve özgür sendikacılık geleneğine sahip olmayan; sınıf bilinci gelişmemiş toplumlarda yasaların koruyucu hükümleri genellikle yeterli olmamakta ve sendikalaşma önünde fiili engeller kolay kolay aşılamamaktadır.
Bu durumun en önemli istisnası kamuya ait işyerleridir. Genellikle bunların yoğun işçi çalıştıran nispeten büyük işletmeler oluşu, yasaların dışına çıkma gayreti içinde olmamaları sendikal örgütlenme açısından kolaylık sağlamaktadır.
Nitekim Türk sendikacılığının da daha çok kamu kesiminde örgütlendiği görülmektedir. Bu kesime ait işyerlerinde toplu pazarlığın da sonuçta siyasal güçlerin devreye girmesi ile sonuçlandığı anlaşılmaktadır.
Türk sendikacılığı bu nedenlerle bir yandan özelleştirme uygulamalarından büyük ölçüde etkilenirken, öte yandan da mücadele gücünü, kendine güven duygusunu geliştirememektedir.
3- Faaliyet Alanı Toplu Pazarlıkla Sınırlı bir Sendikacılık
1963 yasaları ile Türk sendikacılığı oldukça geniş bir faaliyet alanına kavuşmuştur. Üstelik grev ve toplu sözleşme hakları anayasa güvencesi altına alınmıştır. Toplu pazarlık dışında sendikalara üyelerini temsilen dava açma, sosyal, kültürel hatta ekonomik alanlarda birçok faaliyet alanı tanınmıştır. Ufak bazı sınırlamalar dışında sendikaların siyasal alanda faaliyet göstermelerine de izin verilmiştir.
Türk sendikacılığı bunlardan sadece biri üzerinde faaliyetini yoğunlaştırmıştır. Bu alan toplu pazarlık olmuştur. Kuşkusuz üyelerinin hak ve menfaatlerini koruma ve geliştirme açısından toplu pazarlık faaliyeti olağan üstü bir öneme sahiptir. Ancak, genellikle iki yılda bir yapılan toplu pazarlıklar dışında Türk sendikaların diğer faaliyet alanlarına yeterince önem vermedikleri görülmüştür.
Halbuki 1970’lerden sonra Dünya’da sendikaların üye kaybını önlemek için faaliyet alanlarını genişlettikleri, üyelerine çeşitli hizmetleri götürebilmek amacı ile çaba harcadıkları bilinmektedir. Türkiye’de gelişmeler ters yönde olmuş, sendikalar özellikle 1980 den sonra, yasal bir zorunluluk olmasına karşın eğitim faaliyetine bile yeterli ilgiyi göstermemişlerdir.
4- Geciktirilmiş ve Kısıtlı Bir Kamu Görevlileri Sendikacılığı
Ülkemizde kamu görevlilerinin örgütlenme hakkına uzun süre kuşku ile yaklaşılmıştır. Bu tutumun oluşmasında Türk kamu personelinin hukuki statüsünün de rolü olmuştur. “Devletin asli ve sürekli kamu görevlerinin memurlar eliyle yürütüleceği” ne ilişkin Anayasa hükmü (m.128), kamu görevlilerinin örgütlenme haklarında kısıtlamalar yapılmasında gerekçe olarak kullanılmıştır.
Gerçekte ise Türk kamu personel yönetiminde bu ilkeye özen gösterilmemiş, atama yoluyla işe alınan yüzbinlerce işçi kamu görevlisi statüsünde çalıştırılmıştır.
Bu nedenle aynı işi yapanlardan biri memur, öteki işçi kimliği ile ayrı yasalara tabi tutulmuştur. İşçiler 1963 ten beri örgütlenme, toplu pazarlık ve grev haklarından yararlanırken, memur statüsünde çalışanlar bunlardan yoksun kalmışlardır.
Gerçi 1965 yılında 624 sayılı yasa ile memurlara da sendikalaşma hakkı tanınmıştır. Ancak bu yasa kamu görevlilerinin örgütlenme haklarına çok sayıda sınırlama getirmiş, bu örgütlere de çok sınırlı bir faaliyet alanı bırakmıştır. Bu çerçevede dahi memur sendikalarının faaliyetine 12 Mart 1971 döneminde Anayasada yapılan değişiklikle son verilmiştir.
Kamu görevlilerin örgütlenme haklarının yasal bir düzenlemeye kavuşabilmesi için otuz yıl beklemek gerekmiştir. Önce Anayasanın 53. maddesine eklenen bir fıkra, daha sonra 4688 sayılı yasanın kabulü Türk mevzuatında halen kamu personelinin örgütlenme haklarını düzenlemektedir.
Ancak her iki hukuki dayanağın da çağdaş, uluslararası sözleşmelere uyumlu olduğu söylenemez. Özellikle Türkiye Cumhuriyetinin onayladığı ILO’nun 87 ve 151 sayılı sözleşmeleri ile Anayasanın 53. ve 4688 sayılı yasanın birçok hükmünün çeliştiği, kamu çalışanlarının toplu sözleşme ve grev hakları ILO konferanslarında da sık sık dile getirilmektedir.
Ancak, kamu çalışanları da, 2000’li yıllara değin, uzun yıllar bu hakların kazanımı için etkili bir baskı grubu oluşturamamışlardır.