Türkiye'den "Aydın" Manzaraları / Prof. Dr. Cihan DURA

Türkiye'den "Aydın" Manzaraları / Prof. Dr. Cihan DURA

İletigönderen Oğuz Kağan » Cmt Kas 03, 2012 19:50

Türkiye'den "Aydın" Manzaraları

"Bir devletin değeri, onu meydana getiren kişilerin değerine eşittir." (J. Stuart Mill)

5 Ocak 2006... Akşam... Özgür telefon etti. İleri’nin yeni sayısının teması “Türkiyeliler”miş. Dergi 10 güne kadar baskıya verilecekmiş.

Bence iyi bir yazı belgelere dayanmalı, salt dedüktif olmamalı. Dolayısiyle, aceleye getirilmemeli. “Bu kadar kısa bir sürede nasıl iyi bir yazı yetiştirebilirim” diye kara kara düşünürken, benzer konuda birkaç yıl önce topladığım, bilgisayarımda öylece bekleyip duran dokümanlar aklıma geldi. Tarihleri biraz eskiydi ama, sergiledikleri tipler bugün de dipdiri aramızdaydı. Onları değerlendirebilirdim. Fırladığım gibi, bilgisayarımın başına geçtim.

İşte, o tipleri bir araya getirdim bu yazımda.

Meğer ne kadar da zenginmiş ülkemiz “düşmana şenlik” aydın tipleri açısından: Liboşu var, yalakası, işbirlikçisi, haini, hırsızı, sahtekârı,… var; tabii “Türkiyeli”si de...

Yurdumuzun gerçekleri, Batı etkisinden bağımsız gözlemler gerektirir. Gözlemler bizi hipotezlere, bu berikiler de teorilere götürür, onlar da isabetli politikalara… Sözünü ettiğim dokumanlar işte bu gözlem yapma tutkumun eseridir. Hemen hepsi, gazetelerden derlenmiştir. Ancak özetlenmiş, yeniden düzenlenmiş, bazı isimler gerektiğinde simgeleştirilmiştir. Görüleceği gibi çoğu Medya ile ilgilidir. Medya, birinciliği kimseye bırakmıyor. Yazının neredeyse yarısını ona ayırmak zorunda kaldım. Geri kalanları ise “Diğerleri” başlığı altında topladım.

A) MEDYA

Medya tiplerini şu başlıklar altında sunuyorum: Özel TV’ler, medya liboşları, tetikçiler, Batı yalakaları, işbirlikçiler, bukalemun, gerçeği söyle kimin hizmetindesin, kravatlı gerici, azınlık yalakası.

1) Özel TV’ler

Özel televizyon kanalları ciddî program kalıplarına ve özellikle denetim organlarına sahip değiller. Böyle bir kaygıları da yok. Ülkenin sosyal yaşamına, eğitim, kültür ve müzik faaliyetlerine ciddî bir destek vermezler. Yayınları genellikle “reyting” amacına yönelik haberler, açık oturumlar ile abartılı gösteri (şov) programlarına oturtulmuştur. Öğretici-eğitici program ve belgesellere gereken önemi vermezler.Türk sanat müziğine itibar etmezler.

Spikerleri deneyimsizdir, bozuk bir Türkçe ile konuşurlar. Sık sık asparagas haber verilir. Kişi hakları hiçe sayılır. Yayınlarda kanal sahibinin siyasal görüşleri ağır basar. Program sunucuları, çoğu, uzmanı olmadıkları konulara el atar. Bilgisiz ve yanlıdır.

Şov programları utandırıcı gösterilere, Türk geleneklerine aykırı davranışlara sahne olur. Örneğin yasal evlilik kurumu küçük düşürülür; “metres” olgusu göklere çıkartılır. Genç kızları gayrimeşru yaşama, metresliğe teşvik edici bir hava yaratılır. Kadın kılığında, müstehcenliği sanat diye sunan erkeklerle olan rezalet ise cabası... [Aydın Olgun, Cumhuriyet, 31.3.2002]

2) Medya Liboşları

Liboşizmin medyatörleri... Liberal olmayı sermayeye yağdanlığın ideolojik gerekçesi olarak benimsemişlerdir. “Ne solcuyum, ne sağcı” dünyasında yerlerini alıp, bilgi ve birikimlerini “en becerikli liboş” olmanın alt yapısında kullandılar.

Liboş medyatörler... 12 Eylül faşizminin yavuklusu idiler. Şimdi ise AB üyeliği için özgürlük ve demokrasinin âdeta kara sevdalıları...

Medyatörlükte ustalaştıkça, patronlarının gözünde daha bir “sadık militan” oluyorlar [Oktay Ekinci, Cumhuriyet, 5.3.2002]

3)Tetikçiler

a) "Tetikçi ne demek? Tetikçi, birisinin emriyle eylem yapan kişidir.

Adama derler ki: şu kişiyi vur! Emir uygulanır.

Tetikçi köşe yazarları var mı? Var! Kimin hesabına tetikçilik yapıyorlar, arkalarında kimler var?

Bunlar iş dünyasında, para piyasasında, politika borsasında çıkar uğruna tetikçilik yapıyorlar.

Tetikçi köşe yazarları, tetikçilikten çok para kazanıyorlar." [İlhan Selçuk, Cumhuriyet, 30.3.2002]

b) Kriz öncesi ve sonrası rakamları yan yana koymuşlar, manşetten Zekeriya Temizel’i ülkeye milyarlar kaybettiren insan, neredeyse “vatan haini” olarak tanıtıyorlar.

Temizel’in mâli yapısı zayıf bankalara el koydurup, patronlarını DGM’ye yollamakla en büyük suçu işlediğini yazıyorlar. Bankanın içini boşaltmak, hortumlamak, batırmak suç değil. Suçluların yargılanmasını, hesap sorulmasını istemek suç! Haddini bilmeyen, banka ortaklarına ve sahiplerine, hele medya patronlarına uzanan Zekeriya Temizel’in defteri dürülmeli, siyaset sahnesinden silinmeli.

Sayın Cumhurbaşkanı Anayasa kitapçığını fırlatmamış olsaydı, hükümetten gelen bütün yasa değişikliklerini ve kararları onaylamış olsaydı, sanki her şey güllük gülistanlık olacaktı.

Medya tetikçileri her gün her fırsatta kitlelerin bilincinde şartlı refleks yaratmak üzere her haber ve yorumlarında vurgulamayı asla unutmuyorlar: “Ekonomik krizleri tetikleyen Zekeriya Temizel... Hükümet’le uyumsuz, krizden çıkışta, IMF ve Dünya Bankası’na uyumda engel oluşturan ise Cumhurbaşkanı...”

Medya tetikçilerinin hedefi olanlara bir örnek de Sadettin Tantan... Cesareti ve operasyonlarda sonuna kadar gitme kararlılığıyla söz söylenemeyecek bir kimlik... Tetikçiler onu da suçlu ilan etti. Çünkü el attığı dosyaların ucu birlikte yola çıktığı siyasilere, hele hele medyaya kadar uzansa da geri dönmüyordu! böyle olduğu için o da her fırsatta “karalanması gerekenler listesi”ne alınmış oldu.

Dahası var: Şükrü Sina Gürel! Niçin o da kara listeye girdi? Çünkü boraks madenlerinin özelleştirilmesine, yabancı tekellere satılmasına karşı çıkmıştı!

Medya tetikçilerinin solda iktidara alternatif olmaktan çok uzak örgütlenmelere bile tahammülleri yok. Neden? Çünkü bu tür çabalar, düzenin sorgulanması tehditini doğurabilecek. Tetikçiler bırakır mı? alternatif görüşlerin, güç kazanmadan, daha baştan defteri dürülmeli! Gerçekleri dillendirecek en küçük parti, kişi, gazete,... hemen susturulmalı!

Peki kimi tutuyor, tetikçiler?

- Yeniden cumhurbaşkanı seçtirebilseler, ya da bir biçimde siyasetin başına getirebilseler, Süleyman Demirel’in hiçbir sakıncası yok.

- Recep Tayyip Erdoğan da medya tetikçilerinin baş tacı. Aylardır, partisinin birinci parti olduğu görüntüsünü beyinlere kazıyorlar. [Şükran Soner, Cumhuriyet, 21.2.2002].

4) Batı Yalakaları

a) Bu hafta ülkemizde dünya bilimi açısından çok önemli, hatta bilimin en ağır toplarından bir konuğu ağırlayacağız: Noam Chomsky.

“Kürtleri Türkiye asimile ediyor” dediği kitabı mahkemeye verildiği için, 74 yaşındaki bu delifişek bizzat yargılamada hazır bulunmak vesilesiyle kalkıp Türkiye’ye geliyor.

İçin için gülüyorum ve Chomsky’ye şapka çıkartıyorum. Çünkü tam bir mizah ustalığı sergiliyor ve kimbilir ne kadar eğleniyordur. Ben Chomsky’nin böyle bir vesileyle bile gelmiş olmasından çok memnunum.

Türkiye Devleti ve hükümetini temsilen uygar birileri, hatta Chomsky’yi havaalanında karşılamalıdır. Türkiye bilimler akademisi de ona “hoş geldin” demelidir.

Chomsky’ye kızılmaz. O dünya çapında dokunulmazlığı olan çok saygın bir bilim adamıdır. ABD’nin en saygın üniversitesi MIT’de 50 yıldır kürsü sahibidir; ama kendi hükümetine ve devletine de emperyalist diye saldırır. Sadece ABD için değil, dünyada çeşitli iktidarlar açısından da iflah olmaz bir “baş belâsı”dır.

Peki de, Chomsky bu gücü nereden alıyor?

Dilbilim, matematik ve felsefe okuyan Chomsky “dilbilimin belki de Einstein’ı” düzeyinde bir bilim adamı. 1957 yılında ortaya attığı 1960 ve 70’lerde geliştirdiği “üretici-dönüşümsel” dil teorisi; dilbilim araştırmalarında devrim yarattı.

Chomsky’nin teorisi; dil öğrenimi, psikoloji-psikiyatri çalışmalarında önemli değişikliklere ve yeni çalışmalara yol açtı. Fakat günümüzde en süpriz gelişme, Chomsky’nin, dil yetisinin doğuştan geldiği teorisinin, genetik izlerinin bulunması oldu.

Hangi nedenle olursa olsun, hoş geldin büyük dil teorisyeni!..." [B.O., Cumhuriyet, 10.2.2002]

Bu yazıya yorum eklememek olmaz.

Çok önemli, en ağır top, delifişek, mizah ustası, dokunulmaz, saygın, Einstein, devrimci,...

Bu ne methiye kardeşim, bu ne aşağılık duygusu ve teslimiyet... Bu adamın hiç mi eleştirilecek bir tarafı yok? Türkiye Cumhuriyeti Devleti onu havaalanında karşılamalıymış. Hem de uygar birini bulmalıymışız. Chomsky’ye kızılmazmış.

Hiçbir bilim adamı, eğer gerçekten bilim adamı ise dokunulmazlık istemez.

Bu yazı sahibinin, bir yerlere kapanıp Chomsky’nin ayaklarını öpmediği kalmış. Bir de “Hangi nedenle gelirsen gel, hoş geldin” diyor. Ya sizin aranıza nifak tohumu saçmak için gelmişse? İyi yanına “iyi”, kötü yanına “kötü” de; bu ne teslimiyetçilik, bu ne pohpohçuluk gösterisi! Bilim adamıysa o yönüyle konuş, politika yapıyorsa o yönüyle eleştir. Şekerle tuz birbirine karıştırılır mı? Eğer “Hayır” diyorsan, senin bu yaptığına ne denir o zaman?

b) Sistemden beslenip, sisteme başkaldıran eylemci aydın Noam Chomsky...

İstanbul’da The Marmara Oteli’nde son model ithal elbiseleri vücuduna yakıştırmış kadınlar, son model ithal düşünceleri kafasına yakıştırmış erkekler, kendilerini modelin geldiği ülkenin aydını gibi görerek, batılı olduklarını sanırlar. Batı’dan gelmiş dil profesörü Chomsky’yi överler, överler; yüceltirler, yüceltirler. Tanrılaştırır, göklere çıkartırlar.

Otel kapısında izdiham..., ülkemin aydınları birbirini ezerler.

Evet bu, Profesör Chomsky’dir. 70 kitabı vardır, dünyanın her yerinde tanınır, okunur. Dil profesörüdür. “İnsanların doğuştan dil öğrenme ve konuşma potansiyeli olduğu”nu ilk o bulmuştur.

Ama ülkemin aydınları Chomsky’nin bu yanından çok, onun uzmanlığı ile ilgisi olmayan “vahşileşen liberal ekonomik sistemi, dünyaya jandarmalık yaparken de kıyıcı olan askerî sistemi eleştiren” yönünü çok severler.

Chomsky’yi ilahlaştırırlar.

“Karen Fogg’a ayıp edildi. Mektupları okundu. Haberleşme özgürlüğü hançerlendi” diye dövünen aydınlar, aynı zamanda Chomsky’yi yüceltenlerdir.

Karen’in bu mektuplarda Türkiye’nin Cumhurbaşkanı’na, Meclis’ine, Ordu’suna yaptığı hakaretleri görmezler. Karen’in komiser tavrına, bölge valisi tafrasına aldırmazlar [Necati Doğru, Cumhuriyet, 14.2.2002].

Hiçbir yoruma gerek yok. Dosdoğru yazılmış. Bir önceki yazıya da iyi bir eleştiri ve yanıt oluyor.

5) İşbirlikçiler

“- Rezil olduk!... Avrupa Birliği’nin gözünde çok kötü duruma düştük... Karen Fogg’un özel e-mail yazışmalarının gizlice ele geçirilip açıklanması Ankara’yı Brüksel karşısında zor duruma soktu. Türkiye’nin dışa açılmasını, batı ile ilişkilerini geliştirmesini ve bölgede gerçek güç olmasını istemeyen çevreler, AB’ye saldırılarını artırmaya başladılar. Bu iğrenç suça karşı mücadele etmemiz lazım. Bu, Türkiye açısından yüz kızartıcı bir olay!...”

Bunlar Madam Karen Fogg’un Türkiye ile ilgili yazışmaları açığa çıktığından bu yana, basında yer alan kimi haber ve yorumların bir özeti.

Özel yazışma ne demek? AB temsilcisi bayanın aşk mektupları mı açıklandı, yoksa tamamen özel bir sorununu mu açığa vuruldu? Ya da kişiliğini zedeleyecek bir bilgi mi yayımlandı? Hiçbiri değil...

Her yurtseverin yapması gereken yapıldı: Türkiye üzerinde oynanan kirli oyunları Türk halkına açıklandı. O yazışmalarda Karen Fogg ulusalcı görüş sahiplerine “uyuyan köpekler,” Cumhurbaşkanı’na “haddini bildirdik” demek cüretini gösteriyor; bulunduğu ülkenin yurttaşlarıyla şifreli, kodlu haberleşme yürütüyor, PKK’li teröristlerden “Bölgedeki dostların sınırın dışında çıkmaza saplanmış çocukları” şeklinde söz ediyordu. Bunlar mı “kişiye özel” yazışma?

“Kürtçe gazete çıkarmak isteyen çocukları nasıl finanse edebiliriz” mesajını açıklamak mı özel hayata müdahale?

AB muhipleri günlerdir müthiş bir çabayla bu görüşü savunuyorlar. Olayın hemen ardından Türkiye’ye gelen AB Komiseri Günter Ferheugen’in açıklamalarını da kendi görüşlerine dayanak yapıyorlar.

Asıl bunların yüzlerinin kızarması gerekmez mi?

Kızarmaz,... kızarmaz.

Çünkü bağımsızlığımızı satışa çıkardı onlar!

[Ümit Zileli, Cumhuriyet, 21.2.2002]

6) Bukalemun

Geçen gün dinci gazetedeki yazısında I.N. sözü Amerikan vatandaşı Merwe’ye getiriyor ve şunları yazıyordu: “TBMM Genel Kurulu’ndaki kılık kıyafeti Meclis İçtüzüğü’nün 56. maddesi düzenliyor. Kadın milletvekillerine başı açık olma şartı getirmiyor. Sadece ‘Kadınlar tayyör giyer’ deniliyor. Dolayısiyle Genel Kurul’da başörtüsü serbestliği var.”

Madem böyle, kendisine bir çağrıda bulunalım: I.N. bu yıl 1 Ekim günü Meclis’in açılışına türbanlı gelmelidir. Eğer inançlı, ilkeli ve onurlu ise, bu yazdıklarını korkmadan hayata geçirmelidir. Ama yapamaz. Yüreği yetmez. Partisi ona “Haydi bir saatliğine giy şunu” dese, inanın ki bunu yapmaktansa Fazilet’ten istifa eder.

I.N.’nin bir kitabı var: “Özal Döneminde Medyanın İçyüzü, Yazarlar, Kavgalar.” Bu kitapta merhum kocasının sahibi olduğu gazetede “aile boyu” yaşanan olayları anlatıyor.

Özal döneminde gazete para açısından kötüye gidiyor. Bunların elinde İstanbul’da geniş araziler var. Arazileri Devlet’e kakalamak için büyük çaba harcıyorlar.

I.N.’nin yazılarına Özal ve çevresi bozuluyor. İlanlar kısılıyor. Arazileri satamıyorlar. Aile zor durumda kalıyor.

I.N.’nin yazıları Özal kızmasın diye sansür ediliyor. Bu görevi A.T. yerine getiriyor.

I.N. o dönemde henüz hidayete ermemiş, dincilere yamanmamış. Boğaz’daki yalılarında sosyeteye verdiği çılgın partiler, her pazar günü düzenlenen içkili yemekler, sauna öyküleri herkesin dilinde...

O yıllarda, D.S.’nin de en yakınlarından (Daha sonra ona da sırtını dönecek, aleyhinde en ağır yazıları yazacak). Derdini D.S.’ye döküyor. 20 Şubat 1991 tarihli mektubunda şunları yazıyor:

Sayın Beyefendi, önceleri ‘Özal ve eşine hakaret etmeyeceksin, Ailevi sorunlara girmeyeceksin’ şeklinde başlatılan sansür gitgide ağırlaştı. İlk başta A.T. yazılarımı bu ölçü içinde okuyordu. Ancak ilerleyen aylar içinde, ilk başta belirlenen ilkeler yetersiz bulundu. Eleştirilerimi biraz daha frenlemem istendi. Sansürcülük görevi A.T.’den alındı. Yazılarımı kâh K.(kocası), kâh Ö.(abisi), kâh K.A. okumaya başladı. Size ilişikte gönderdiğim makalem de, K.’nin sansürüne takıldı. Beyefendi, bu mektubu şikâyet için değil, çirkin bir durumun tespiti için kaleme aldım.”

İnsan neler görüyor?

- Kocasını, abisini, çalışma arkadaşlarını D.S.’ye şikâyet eden,

- Ardından ona da sırtını dönüp hakkında en ağır yazıları yazan,

- Sonra “dinci” kesilip milletvekili seçilme uğruna kapağı F. Partisi’ne atan!

- Ve günümüzün “ifade özgürlüğü” şampiyonlarından A.T.... Meğer o da bir zamanlar sansürcülük yapıp bizim I.N.’ye hayatı zindan edermiş! [E. Çölaşan, Hürriyet, 27.8.2000]

Kısa bir yorum: I.N. bana bukalemunu hatırlattı.

7) Gerçeği Söyle, Kimin Hizmetindesin?

B.MA. yazıyor:

Benim gazetecilik anlayışımda haber öne çıkar. Devletin yüksek çıkarları değil. Kimse bana dezenformasyon, manipülasyon empoze edemez. Benim gazeteci olarak görevim, haber neredeyse oraya gitmek, gerçeği aramak ve bulup çıkarmaktır. Bu kimi zaman siyasilerin, kimi zaman bürokratların, kimi zaman da “derin devlet”in hoşuna gitmez. Ben onlara yaranmaya çalışmam. Kendimi okuyucuya karşı sorumlu hissederim. Kalemimi “hizmete özel” kullanmam. [B.A.M., Posta, 26.7.200]

B.MA. burada şifre kullanıyor. Aslında kendisi sabah akşam dezenformasyon ve manipülasyon yapar, çalıştığı yabancı uyruklu TV kanalında, haber programında… Onu isteyen AB, ABD olunca iş değişir. B.MA.’nın gözünde, bizim devletimiz derin devlettir. B.MA.’nın gözünde devlet, ABD’dir. Tabii kendisini sorumlu hissettiği, yaranmaya çalıştığı da aslında odur. Öyle bir TV kanalında sabah akşam AB ve ABD propagandası yapan biri, çıkıp bir de “Kalemimi hizmete özel kullanmam” derse, buna kargalar bile güler.

8) Kravatlı Gerici

D.C., 3 Mayıs tarihli Sabah gazetesinde Dallas’lı imamın kızı Merwe olayını şöyle yorumluyor: “Beni asıl şaşırtan ne biliyor musunuz? Çete dâvâsından kaçmak için, kirli dosyalarını kapamak için, kanlı ellerini yıkamak için Meclis çatısı altına sığınmaya çalışan bunca isim varken, DSP grubunun başörtülü bir kadını tek hedef olarak seçmiş olması... Öbürleri boyunlarındaki kravat sayesinde muteber olacaklar. Suça, günaha bulaşmamış tahsilli bir kadın başındaki örtü nedeniyle ‘düşman’ ilan edilecek.

Ben bunu içime sindiremiyorum.”

D.C.’nin bu yazısı üzerinden yalnızca 12 gün geçtikten sonra şu gerçekler ortaya çıkıyor:

- Merwe, Hamas destekçisi bir grubun toplantılarına katılmış.

- Bu toplantılarda “Cihat” çağrısı yapmış.

- ABD yurttaşı olduğu anlaşılmış.

- Amerikan çıkarları için çalışacağına ant içmiş [D. Som, Cumhuriyet, 15.5.1999].

Yamukluğa bakın: Merwe yalnızca “başörtülü” bir kadınmış.

Ne kadar kaba, sığ ve yanlı bir bakış. Sormak lazım bu araştırmacı yazara: Bu olayın başka boyutları yok mu? Bu bir politikacı,… bir zihniyeti, bir mesleği, faaliyetleri olmalı. Bunları neden hesaba katmıyor, alelacele çiziktirmeye kalkışıyorsun? İlle kafasındaki şablona uyacak. Kravatla, başörtüsünü bir tutuyor.

Kardeşim, dürüst davransana! Namussuzu ayrı, şeriatçıyı ayrı eleştirsene! Neden birinin suçunu öne çıkararak, öbürünün densizliğini gizlemeye çalışıyorsun? Neymiş, tahsilli bayanmış, suça, günaha bulaşmamış. Peki nereden çıkarıyorsun, bulaşmadığını? Önce bir araştırsana, Acelen nedir? Bak daha onbeş gün geçmeden, kirli çamaşırları bir bir ortaya dökülmüş. Araştırmacı gazetecilik böyle mi olur?

9) Azınlık Yalakası

Bizim insanlarımız da Balkanlar’dan, evlerinden yurtlarından koparak Türkiye’ye göç ettiler. Yüzbinlercesi katledildi. Acaba onlar için de o ülkelerde böyle Türkiye’de yapıldığı gibi karşılama törenleri düzenlenir mi? Böyle Ç.O.’nun yaptığı gibi ağıtlar yazılır mı?

İşte, yazılarının hemen hemen tamamında, Türkleri dışlayan, onlardan başka herkese methiyeler düzen Ç.O.’nun bir yazısından bir özet:

Büyükada’da önceki gün hüzün ve sevinç bir aradaydı. İrini Noti, Atina’da kurulan Büyükadalılar Derneği’nin yöneticilerinden. 25 yıl önce 17 yaşındayken Büyükada’yı bırakıp bırakıp gidenlerden. Babası da, annesi de Atina’da ölmüşler. İrini’nin babası bütün Adalıların tanıdığı Perdeci Dimitri.

İrini, babasını şöyle anlattı: “Babam, Atina’da iyice yaşlanmıştı. Her gelene ‘Beni de Büyükada’ya götürür müsün’ derdi. Orada ölmek istediği belliydi. Bir süre sonra öldü. Tam 10 yıl sonra, kemiklerini mezardan çıkarıp Büyükada’daki Rum mezarlığına getirdim.”

İrini, Büyükada’ya düzenlenen bu altı günlük turun düzenleyicilerinden. Yıllar önce birgün Büyükada’ya geldiğinde, Atina’daki Büyükadalıları topluca getirmeyi düşünmüş. Üç yıl önce 50 kişilik bir ekip örgütlemiş. Şimdi sayıları 92 imiş. Bu ekip Büyükada’ya ayak bastığında coşkulu, gözleri yaşlı eski dostlarınca karşılanmış. Pepo ile Koço’nun buluşması çok hüzünlüydü. Koço Ada’da kalan Rumlardan.

Adalar Kaymakamı ve eşi, Adalar Belediye Başkanı, Halk Eğitim Müdürü ve diğer yöneticiler, konukları mutlu edebilmek için hazırlanmışlardı. Rum İlkokulunun folklor gösterisi, Rum müziği eşliğindeki karşılama heyecan vericiydi.

Büyükada’da önceki gün, hüzün ve özlem bir aradaydı. Büyükada kaybettiği bir kültürü, kaybettiği neşeyi arıyordu. [Cumhuriyet, 28.5.2000]

Ey Ç.O.!... Sen de oralardan sürülüp çıkartılan kendi yurttaşların Türkler için, Atina’ya turlar düzenlesene! Ekipler kursana! Korkma, hiç kuşkusuz seni de orada coşkulu, gözleri yaşlı dostlar karşılayacak, bağrına basacaktır. Yunan yöneticiler sizi Türk müziği eşliğinde karşılayacak, mutlu edebilmek için çırpınacaklardır. Tabii kaybettikleri bir kültürü arayarak (!)...

Sendeki bu “azınlık hayranlığı” beni ilgilendirmez. Ancak hemen her yazında sergilediğin bu Türk düşmanlığının derinliklerinde yatan sebep nedir?

Nedir senin bu Türklerle alıp veremediğin, Allah aşkına?

B) DİĞERLERİ

Şu kesimlerden tipler yer alıyor, bu başlık altında: Siyasetçiler, bürokratlar ve askerler, Büyük Sermaye, üniversiteler, sahte Atatürkçüler, “Türkiyeli”ler.

1) SİYASETÇİLER

Önce hâinleri ve milleti soyanları tanıtıyorum. Ardından mevkiini kişisel çıkar amacıyla kullananları ve asker kaçaklarını…

a) Hâinler

Mondros Mütarekesi imzalanmış. Şu ifadeler İngiliz Muhipleri Cemiyeti kurucusu, Şura-yı Devlet (Danıştay) Başkanlığı yapmış Sait Molla tarafından İngiltere’nin “Intelligence Service”inin ajanlarından Rahip Frew’ya (Fru’ya) gönderilmiş mektuplardan alınmıştır. Yıl 1919’dur. Osmanlı Devleti can çekişmekte, Mondros Mütarekesi imzalanmış, Sevr Antlaşması’na doğru gidilmektedir.

Bunları Karen Fogg’un e-postaları ile karşılaştırın, çok eğleneceksiniz.

-İki bin lirayı Adapazarı’nda Hikmet Bey’e gönderdim. Oradaki işlerimiz pek yolunda gidiyor. Birkaç gün sonra verimli sonucunu elde edeceğiz.

-Ankara’dan NBD.295/3’den özel kurye ile gelen mektupta bildirildiğine göre, KDS.93/3 talimatınız gereğince orada bırakılarak kendisi Kayseri’ye gitmiştir. Talimat’ın onaylı bir örneğini de Galip Bey’e* gönderdiğini bildiriyor. Önceki ödeneği harcamış olduğundan, yeniden ödenek istiyor. Gizli örgütümüzün genişlediğini, el altından işe başladıklarını müjdeliyor. Son yaptığımız ustaca düzenlemelerin verimli olacağını bildiriyor. Talimat’ın XVY Planı tam olarak hazırlanmıştır. Amaç gerçekleştirilecek. Yeni ödeneğin gönderilmesini bekliyoruz.

-Ya Atatürk ne diyor: “Efendiler, İstanbul’daki gizli dernekler ve bu derneklere önderlik eden birtakım kişiler, sırtlarını yabancılara dayamışlardı. Bunlar gerek ellerindeki bol paradan, gerekse Ali Rıza Paşa Hükümeti’nin geniş hoşgörüsünden ve gevşekliğinden yararlanarak, yurdu baştan başa ateşe vermek için, olanca güçleriyle çalışıyorlardı.” [Attila İlhan, Cumhuriyet, 6.3.2002]

b) Milleti Soyanlar

Adam müteahhit... Trilyonluk satış yapan inşaat malzemesi şirketi var.

17 Ağustos depreminin ardından, Ocak 2000’de bir şirket daha kurar. O da inşaat işleriyle ilgilidir.

Adam politikacıdır, milletvekilidir, Bakan’dır!

Bu adam, Ankara Yıldız’da yıllardır bitiremediği inşaatların ikinci sözleşmesini Bakanlık makamında, bakanlık koltuğuna kaykılarak imzalar.

Korkudan titreyen konut sahiplerini adamın makamına getiren kişi, eski bir ülkücüdür... Adı Uğur Mumcu’nun yazılarında sıkça geçen bu kişi, Papa’ya suikast düzenleyen M. Ali Ağca’ya silah sağlayan adamdır!

Adamın en yakınında ve en üst düzeyde çalıştırdığı iki adamı, Müsteşar Yardımcısı ile Yapı İşleri Genel Müdür Yardımcısı’nın mal varlıkları trilyonları bulmaktadır. Adamın, babasıyla kurduğu şirket Bayındırlık Bakanlığı’ndan “deprem konutları” işini almıştır. Bir yıl içinde 7 trilyonluk ciro yapmıştır.

Bakan, aynı zamanda ihale yasaklısı... 1982’de ortağı olduğu petrol şirketi, İller Bankası’nın yakıt ihalesini kazanmış. Ancak şirket, 7 tonluk depoya 12 tonluk fueloil doldurduğuna dair belge düzenlemiş. Bu sahtekârlık tutanakla saptanmış. Araya hatırlı isimler girince suç duyurusu yapılmamış, ancak sözleşme feshedilmiş. Şirketi İller Bankası’nın yasaklı şirketler listesine alınarak bir daha ihalelere sokulmamış.

Şimdi sıkı durun: Bakan olunca İller Bankası bu adama bağlanıyor!

Adam politikacı! Hem de “milliyetçi” geçiniyor [Ümit Zileli, Cumhuriyet, 6. 9.2001]

Türkiye bu işte! Bir “uydurma demokrasi” uğruna ne komediler oynanıyor!

c) Mevkiini Kişisel Çıkar Amacıyla Kullananlar

2001 yılı başındayız. Kahramanımız, A. partisinin Milletvekili K.Y. Bir gazetedeki köşesinden, yayın politikası nedeniyle o zamanki TRT Genel Müdürü Y.Ü’yü yerden yere vuruyor. Y.Ü. kendisinden ne beklendiğini hemen anlıyor: TRT bünyesinde hemen bir “Edebî Kurul” oluşturarak K.Y.’yi kurul üyesi yapıyor.

Bir süre sonra K.Y., TRT’den sorumlu devlet bakanı oluyor. Tabii Y.Ü. yeniden genel müdürlüğe getiriliyor. Eylül 2001’de TRT’de K.Y.’nin romanından çevrilen “S.H.T.” filminin anonsları yapılıyor. Fakat anonslar bir süre sonra kaldırılıyor. Belli ki denetimin olumlu raporu yok. Sorun aşılamadığı halde, anonslar tekrar başlıyor.

Derken, “Film, Devlet Sansür Kurulu’ndan geçmiştir” diye aslı olmayan bir açıklamanın ardından, “S.H.T.” filmi 9 Ekim 2001’de ekrana geliyor. Film için imzalanan sözleşme ile denetim raporu mu? Kimse görmüş değil onları!

ABD’deki Ermeni lobisi milyonlarca dolar harcasa Devlet Bakanı’nın “eser sahibi” olduğu “S.H.T.” gibi bir filmi Türkiye’de çektiremezdi [Deniz Som, Cumhuriyet, 14.12.2001]

Neler oluyor Türkiye’de. Adam politikacı ve güç sahibi. Bütün çabası kendi eserini yüceltmek. Halkı düşünen yok. Bürokrat koltuk derdinde, politikacı çıkar peşinde...

Ne yapıyorlar sonunda? Halkın aleyhine anlaşıyorlar!

d) Asker Kaçağı

Adı K.Y…. F. Partisi’nden seçime giriyor ve belediye başkanı olmayı başarıyor. Gel gelelim aynı başkan, iş askere gitmeye gelince yan çiziyor: “Çürük” raporu alarak gününü gün ediyor. Ancak durum anlaşıldığından, asker kaçağı durumuna düşüyor ve aranıyor. Yakalanma korkusuyla, makamına bile uğramıyor.

K.Y. 36 yaşında... Daha önce 1984’de askere alınmış. Ne var ki henüz üç aylık askerken, İzmir Askerî Hastahanesi’nden çürük raporu almış ve terhis edilmiş. Yıl 1999. Sapasağlam olduğu iddiasıyla yakalanıp bu kez Gümüşsuyu Askerî Hastahanesi’ne sevki yapılıyor. Sonuç: Askerliğe elverişlidir!

Başkanımız askere gitmek istemiyor. Kararın iptali için dava açıyor, davası reddediliyor. Kasımpaşa Deniz Hastahanesi’nden, GATA’

dan raporlar alınıyor. Sonuç aynı: Askerliğe elverişlidir!

Başkan Bey inatçı... Bu kez ortalıktan kayboluyor. Makamına uğramaz oluyor

K.Y. uyanık mı, uyanık! Sonunda ortaya çıkıyor. Ne zaman? Bedelli askerlik uygulaması çıkınca! Hemen 28 günlük askerlik için başvuruyor. Ancak daha önce fiilî hizmete başlamış olduğundan, istemi reddediliyor. Geri kalan 14 aylık askerlik hizmetini tamamlaması gerekiyor.

Bu arada çeşitli askerlik şubelerine başvurarak yeniden hastahaneye sevkini istiyor. Hakkında yurt dışına çıkma yasağı geliyor. Daha fazla kaçamayacağını anlayınca, 8 Ağustos 2000 tarihinde Foça’daki eski birliğine teslim oluyor. Aradan üç gün geçmeden komedi yeniden başlıyor: Başkan Bey yine hastadır. Kolunda iltihaplanma varmış. Hastahanelere sevkler yeniden başlıyor. Halen Ankara GATA’da tetkik ve muayeneleri devam etmekte.

Adam özel yaşamında, politikada “Allah, peygamber, ahlâk” nutukları atar, ama askerlikten yırtmak için her türlü sahtekârlığı yapar. Ben bunlardan korkarım [E. Çölaşan, Hürriyet, 25.8.2000]

Benim yorumum şöyle:

-Doktorlar arasında, eş-dost hatırı ya da türlü çıkar uğruna sahte rapor düzenlemek, ne yazık ki çok yaygın. Üniversitelerde de, sınav dönemi gelince, benzeri raporlardan geçilmez. Çoğu eş-dost hatırı için verilmiştir.

-Burada söz konusu olan adamın, K.Y.’nin, 2003’de başka bir skandala da adı karıştı. Hem de bir seks skandalına!... (Bir kasette görüntüleri yer alıyor. Bu kaseti, şantaj için kullanan kişinin otomobilini kurşunlatmış. Olay üzerine ortadan kayboldu. 10 gün sonra ortaya çıktı. Kabul etmedi: Kaset montajmış! 5 milyar TL kefaletle tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılıyor [Vatan, 24.9.2003].

2) BÜROKRATLAR VE ASKERLER

Burada Türkiye sahnesine şunlar çıkıyor: Bir yeteneksiz, bir çok bilmiş, bir de kayırmacı.

a) Yeteneksiz

E.G. bazen başında olduğu özel bankanın, bazen de Türkiye ekonomisinin canının fena yanmasına neden oluyor.

Bu adam Merkez Bankası’nın başına geçmeden önce özel bir bankanın genel müdürüydü. Hani şu batan, Hazine tarafından el konulan, artık olmayan banka... biliyoruz ki bu bankayı batmaya götüren pek çok kararın altında E.G.’nin imzası var.

Ancak hukukun gereği yapılmadı. Banka batırıcılara uygulanan yaptırımlar ona uygulanmadı. E.G., çalıştığı özel bankanın batmasında sorumluluğu olan bir merkez bankası başkanı olarak, Türk ekonomisinin en önemli koltuklarından birini işgal etmeye devam etti.

Ama sonunda batırdığı banka gibi Türk ekonomisi de duvara tosladı.

Acaba kabahat kimde?

- E.G.’de mi,

-yoksa geçmişine rağmen onu Merkez Bankası Başkanı yapanda mı? [Hürriyet, 2.1.2002]

Kim bilir, belki E.G.’yi de Hükümet’e IMF dayatmıştır. Üç dolar kredi için de Ecevit Hükümeti IMF’nin isteğine boyun eğmiştir. IMF hiç Merkez Bankası’nın, herhangi birinin yönetimine geçmesine izin verir mi?

b) Çok Bilmiş

Tarih Eylül 1999... Yargıtay’ın başında S.A. var. Adalet yılının açılış konuşmasını yapıyor. Anayasa’nın gayrimeşru olduğunu, Türkiye’de laikliğin “laikçilik” biçiminde uygulandığını belirtiyor. Tabii gerici basından müthiş övgü alıyor. Bu yılki konuşmasında üslup olarak biraz daha dikkatli... Ancak fikirleri değişmiş değil.

Laiklik konusunda duyarlı olduğu kuşkulu. Tartışmaya açıyor laikliği. Gereksiz yere bir “ılımlı laiklik” terimini ortaya atıyor. Laiklikle din düşmanlığını birbirine karıştırıyor. Bilim adamlığına özenmekte. Oysa Yargıtay başkanı olarak yapması gereken, yürürlükteki anayasanın belirlediği laiklik ilkesini savunmaktır. Bilim adamlarının tartıştıkları konuları söylev haline getirmek değildir.

Bugün ülkemizde uygulanan laiklik “Atatürkçü laiklik”tir, laikçilik değildir. Bize özgü bir laiklik uygulamasıdır. Oysa Sayın S.A. “bize özgü laiklik uygulamasında laikliğin özünün örselendiğini” söylemektedir.

“Laikliğin dün olduğu gibi bugün de yanlış uygulandığını” söyleyerek düşünceleri bulandırmaya bir Yargıtay başkanının hakkı var mıdır? Anayasal laikliği benimsiyorsa onu savunması, benimsemiyorsa susması gerekmez mi? “Laisizm, laikçilik, laikleştirmecilik” gibi lafları adalet yılı açılışlarında gündeme getirmesi doğru bir davranış mıdır?

Sayın başkandan rica edelim. Lütfen, asıl görevinizle, adaletin sorunlarıyla uğraşınız. “Gerçek yurtsever mesleğinde başarılı olandır” özdeyişine uyarak bilimsel tartışmaları söylev konusu yapmayınız. Bu konuları bilim adamlarına bırakınız [M. İskender Özturanlı, Cumhuriyet, 11.10.2000].

Bana sorarsanız S.A.’nın yaptığı hariçten gazel okumaktır. Kendi evini temizlemiyor, başkalarınınkini eleştiriyor. Kendi görev ve sorumluluklarını bilmiyor. Bilse bile gereğini yapmıyor.

S.A. nasıl olduysa Dr., sonra da Doç. unvanı almış. Bunları almakla “kendini bilim adamı oldum gitti” sanıyor besbelli.

c) Kayırmacı

Bacağına askerî birliğin ortasında bıçak yiyen D.M. kim? Cumhurbaşkanı D.S.’nin yeğeni. Onun başkanlığı sırasında banka satın almış. İçini boşalttığı için, bankasına el konmuş. Hakkındaki dâvâ sayısı bilinmiyor. Şu anda tutuklu değil, eli kolu serbest geziyor. Tıpkı Ç.C. gibi, tıpkı B.A. gibi.

Bu üç insanın başka ortak noktaları ne? Üçü de D.S.’nin vicdanını oluşturan “aile fotoğrafı”nın üyeleri...

Gazetelerin verdiği bilgiye göre, bize “herkese eşit davranıldığı” öğretilen “asker ocağı”nda D.M. nasıl askerlik yapmış, biliyor musunuz?

- Bir gün dahi kışlada yatmamış.

- Tâlime çıkmamış.

- Karavanadan yememiş.

- Askerî ve sivil korumalarla gezmiş! [C. Ülsever, Hürriyet,14.8.2000]

Benim de söyleyeceklerim var bu konuda.

Ne yazık ki “asker ocağı”nda böyle şeyler oluyor. Ben de benzer bir olaya kendi gözlerimle tanık oldum. Askerliğe başvurunca, beni önce İstanbul Halıcıoğlu’ndaki Levazım Okulu’na göndermişlerdi. O sırada K.A. da aramızdaydı. O bir aristokrattı. Ayrı muamele edilirdi ona. Hatırladığım kadarıyla, bize göre çok daha serbestti. Çoğu zaman okula gelmezdi. Belki de toptan izin vermişlerdi ona.

Kura çekimi geldiğinde, K.A. çok rahat bir şekilde, doğup büyüdüğü avukatlık mesleğini yaptığı İstanbul’u çekti; biz ise vatanın en uzak köşelerini, örneğin ben Van 122. Seyyar Jandarma Alayı’nı! Peki K.A. -belki hayatında hiç ayrılmadığı- İstanbul’u tesadüfen mi seçmişti? Eğer kura çekiminden önce arkadaşlar arasında yayılan bir haber doğru idiyse, hayır!

Haber şuydu: Çekeceği kura kâğıdı, K.A.’nın eline önceden verilmişti. Şunu da ekleyeyim ki bu haber üzerine biz garibanlar sıra K.A.’ya gelince, onu nefeslerimizi tutarak çok daha büyük bir dikkatle izlemiştik. İstanbul’u çekmesini bekliyorduk. Çekti! Ancak çekene kadar, surat kıpkırmızı, kan ter içinde kalmıştı. Sahtekârlığın -bunu meslek haline getirmeyenler için- aslında kolay bir iş olmadığını ben o olayda anlamıştım.

K.A. daha sonra politikaya atıldı, CHP’den belediye başkanı seçildi ve çok genç bir yaşta -sanırım kalb krizinden- öldü.

3) BÜYÜK SERMAYE

1992-1995 Ortaklık Konseyi görüşmelerinde öngörülen Gümrük Birliği’nin, tam üye olmayan ülke için “kabul edilemez” olduğu, D.P.T. belgelerinde ilgililere duyuruluyordu. Ancak bu duyurular sansür edildi, örtbas edildi. Peki, neden? “Sessiz Darbe” gerçekleşsin diye!

1999 yılı sonunda Helsinki Doruğu’nda Kıbrıs ve Ege konusunda Türkiye’nin sindiremeyeceği koşullar, hükümete yedirilmişti. Bunun, hem hükümet içinde, hem bürokrasi içinde, hem de bazı sermaye çevrelerinde “iş takipçileri” vardı. Bunlar “Sessiz Darbe”nin Türkiye içindeki uzantıları idi. Tıpkı bir ahtapotun kolları gibi, isimleriyle, cisimleriyle bilinen kişi ve çevreler...

Bazı büyük sermaye çevreleri..., bunlar Türkiye’nin, “tek taraflı da olsa” Batı’ya bağlanmasını, eş deyimle manda yapılmasını istemektedirler. Hedefleri, Türkiye’de Hugo Chavez’lerin, Lula da Silva’ların ileride iş başına gelmesini önlemektir. Onun gereğini yapıyorlar. Bundan dolayıdır ki oluşturdukları eğitim kurumları, medya kurumları ve onların kalemleri; “ulusalcılık, Atatürkçülük” gibi düşüncelerden nefret ederler. Hattâ “Türkiye’nin Türkler tarafından idare edilemeyeceğini” söyleyecek kadar ileri giderler.

Onlar için 70 milyon insan değil, “dar bir güç odağı,” birkaç bin tuzu kuru önem taşır. Bu oligarşinin istediği özgürlükler, “Elit”in özgürlüğüdür: 70 milyonu sömürge halkı yapmak karşılığında [E. Manisalı, Cumhuriyet, 28.2.2003]

4) ÜNİVERSİTELER

Alt başlıklarımız şöyle: Patronların uşağı, Türkiye aleyhine kitap yazan profesör, sayfiyeciler.

a) Patronların Uşağı

Gazeteci, üniversite hocası, banka yönetim kurulu üyesi, TÜSİAD danışmanı G.D. için, “holding şakşakçısı” demiştim. Ancak bana verdiği yanıtı okuyunca, holdinglere sunduğu hizmetlerin karşısında, “şakşakçı” nitelemesinin yetersiz kaldığını gördüm.

G.D. aldığının karşılığını fazlası ile verebilen bir kişiliğe sahip: Tam bir fedai... Vurgunların ve soygunların koruyucusu... Onyedi yıldır görülmemiş bir sömürü çarkının dişlileri arasında ezilen üreticileri korumaya çalışan herkese, kimliği ve kişiliği ne olursa olsun saldırıyor. Hakaretler yağdırıyor.

Haksız kazanç sağlayan kişilerin fedailiğine soyunan bir yazarın, benim gibi, ezilen ve sömürülen tarım kesiminin sorunlarını ısrarla dile getiren bir gazeteciye saldırmaması elbette düşünülemezdi.

Milliyet’teki “Emek ve İnsan” köşesinde yazan, arkadaşımız Atilla Özsever “Sermayenin Malı Deniz” başlıklı yazısında G.D.’nin ağzının payını şöyle vermiş: “Bay G.D. bir akademisyen. Boğaziçi Üniversitesi’nde hocalık yapıyor. Bir gazeteci... Bir bankacı (Yapı Kredi Bankası Yönetim Kurulu Üyesi) ve TÜSİAD danışmanı olarak tercihini, sermayeden, finans kapitalden yana yapmıştır. Biz ise, hep emekten ve insandan yana tavır aldık. Bunun bedelini ödedik, bugün de öderiz. Onun için burjuvaziye uşaklık eden, kalemini, kişiliğini, hattâ ruhunu satanlarla bizim işimiz yok. Herkes kendi yoluna...”

G.D. çağdaş bir bilim adamı rolünde ama, savunduğu fikirler eski: Artık yalnızca kimi Afrika, Asya ve Güney Amerika ülkelerinde kalabildi. Batılı ve çağdaş ülkelerde ise tümden terkedildi. O ülkelerde üreticiler de tüketiciler de, çağdaş politikalar sayesinde hayatlarını soyulmadan, sömürülmeden sürdürüyorlar. [Sadullah Usumi, Cumhuriyet, 10.9.1997].

Olayları, sınıfsal açıdan bakarak anlamaya çalışmadıkça hiçbir şeyi anlayamayız. Üstelik aldanırız.

G.D.’yi ve A.AS. gibi ayaktaşlarını bir TV kanalındaki programlarında, bunların sınıfsal bağlantılarını ve bundan sağladıkları çıkarları hesaba katmadan saf saf dinleyenler daima aldatılmış, daima kandırılmış olacaklardır. Şu söz onlara aittir: “IMF politikalarını milim sapmadan uygularsak, köşeyi döneriz.”

Ne yazık ki iri gazeteler ve TV kanalları holding fedailerinden geçilmiyor. Elbet böyle olacak. Çünkü medya holdinglerin elinde. Bunlar bir yandan da “demokrasi, ille demokrasi” diye mangalda kül bırakmazlar.

Doğan Avcıoğlu boşuna “cici demokrasi” dememiş.

b) Türkiye Aleyhine Kitap Yazan Profesör

Avrupa Birliği’nin (AB) gözde akademisyenleri var. Avrupa Birliği kendi üniversitelerinde AB konusunda uzman öğretim üyelerine “Jean Monnet Profesörü” unvanını veriyor. Bunlardan bol parayı da esirgemiyor. Söz konusu unvan son yıllarda AB dışındaki ülke üniversitelerindeki uzman profesörlere de verilmeye başlamış.

Bu unvan Türkiye’den de Boğaziçi Üniversitesi’nden bir öğretim üyesine lâyık görülmüş. Şimdi diyeceksiniz ki “aferin, AB konusunda kim bilir ne derin bilgileri var bu profesörümüzün!” Ne yazık ki kazın ayağı öyle değil... Tam tersine, bu profesör AB konusunu hiç bilmezmiş. Bir çalışması da yokmuş. Birileri bilmeceyi uzun araştırmalardan sonra çözebilmiş. Meğer bu kişinin çok farklı başka bir özelliği varmış: Birkaç yıl önce, Kürtler konusunda araştırma yapan bir İngiliz’le oturup “Kürt Kimliği” diye bir kitap yazmış. Kitap İngiltere’de yayımlanmış.

Ne dersiniz, unvanı yine de boşuna almamış sayın profesörümüz değil mi?

Ucu halkımıza dokunmuş, kimin umurunda!

[Deniz Som, Cumhuriyet, 6.3.2002].

c) Sayfiyeciler

Gümüşhane’nin Kelkit İlçesi kaymakamı Mustafa çiçek aylardır tek başına mücadele veriyor. İlçe sınırları içinde Satala adlı antik bir şehrin kalıntıları var. Satala; Hitit, Asur, Makedonya, Roma ve Bizans hâkimiyetinde kalmış bir yerleşim yeri. Son yıllarda kaçak kazılarla talana uğramış.

İlçenin kaymakamı birçok üniversitenin arkeoloji bölümlerine başvurmuş. Ancak kendisine ilginç yanıtlar vermişler. Örneğin, yanıtlardan biri şu: “Orası denize yakın olmadığı için biz gelemeyiz.”

Evet, devletin koskoca üniversitesinin bilim adamları, sayfiye yerlerine yakın olmadığı için gelemeyeceklerini söylüyorlar. [Hürriyet, 26.7.2000].

5) SAHTE ATATÜRKÇÜLER

a) Atatürk’e en büyük saygısızlık hangi dönemde yapıldı?

Kuşkusuz büyük ölçüde ihanetler yaşandı. Ta Celal Bayar’dan Adnan Menderes’e, Süleyman Demirel’den Kenan Evren’e... Ama en büyük saygısızlık Atatürk’ün vasiyetinin ayaklar altına alınması oldu. “Her taşın altından Atatürk çıkıyor” diyen anlayış, orada burada çirkin Atatürk büstleri dikmekle Atatürkçü olduğunu, sözde kanıtlamaya çalıştı. Buna karşılık geriliğe, ilkelliğe dönük eylem ve kararlarla, gerçek Atatürk düşüncesi ortadan kaldırılmak istendi.

Örneğin, 1981 Anayasası’nın 134. maddesi; Atatürk’ün, ölümünden bir ay önce yazdığı vasiyetnameye ters düşen bir maddedir. Bu madde kullanılarak, Atatürk kurumları ortadan kaldırılmış, Türk-İslam Sentezi’ne bağlı bir “Atatürk Yüksek Dil, Tarih Kurumu” oluşturulmuştur. Bu kurumlar bugün gerici çevrelerin egemenliğinde birer devlet dairesidir [O. Akbal, Cumhuriyet, 8.6.2000].

Sahte Atatürkçüler, Atatürk’e şeklen çok bağlı görünürler: Onun heykellerini dikerler, anma törenleri düzenler, hakkında methiyeler döktürürler. Ancak iş Atatürkçülüğün özüne gelince kıvırtırlar. Atatürk ilkelerini ayaklar altına alırlar. Zaten ta İsmet Paşa’dan, S. Demirel’e ve Ecevit’e... bunların gayretleriyle, Atatürkçülükten artık eser kalmamıştır. Ama bu yaptıkları onlara bir fayda da sağlamamıştır.

Çeken, yeniden bir sömürü düzenine sokulan Türk ulusu olmuştur.

b) Öyle kişiler Atatürkçü geçiniyor, öyleleri Atatürkçü olarak sunuluyor ki sonuçta Atatürkçülük aşağılanıyor. Bakınız kimler başları sıkıştığında ya da itibar görmek istediklerinde Atatürkçü kesiliveriyor: Bankaların içini boşaltanlar, vergi kaçakçıları, ahlâk kurallarına uymayan işadamları, şaibeli kişiler...

Bunlar Atatürk’ün politikalarını benimsememişlerdir, Atatürkçülüğe aykırı akımları desteklemişlerdir; Atatürk döneminin hiçbir kurumuna sahip çıkmamışlardır, tersine bu kurumların yıkılmasına katkıda bulunmuşlardır. Gelin görün ki yılın belirli günlerinde Atatürkçü oluverirler. Bu tam bir çelişkidir, bir içtensizlik örneğidir. Türkiye’de işadamlarının büyük bir bölümünün, medyada her gün çeşitli düzeysizliklere âlet olan yazar-çizer takımının gerçek bir Atatürkçü olabileceklerine inanmak çok zor.

Sözde, gösterişte, yüzeysel ve içten olmayan bir Atatürkçülük ne yazık ki çok yaygın... Bu tür davranışlar Atatürkçülüğe büyük zarar veriyor.

Atatürk döneminin tüm kurumlarının yıkılmasına göz yumanların, destek verenlerin, geniş kitlelerin eğitilmelerini, demokratik haklarını kullanmalarını engelleyenlerin Atatürkçülüğü yüzeyseldir, biçimseldir. Eğitimin, sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesinden yana olanların da Atatürkçülüğü kuşkuludur [Öztin Akgüç, Cumhuriyet, 12.11.2000].

6) “TÜRKİYELİ”LER

Yukarda tanıttığım tiplerin çoğu aynı zamanda “Türkiyeli”… Ancak burada onlara doğrudan iki örnek daha eklemek istiyorum.

a) Aptülika, Kedi Levo’nun tarihini veriyor.

Kedi Levo tam bir Türkiyeli ya da 2.Cumhuriyetçi tipi...

25 yıl önce... Duvarlara yağlıboya ile şunları yazmış:

TKP, DGD, TİP, TEP, İGD, THKO, TİKB, TSİP, DEV GENÇ,...

Bugünse, şu afişlerin önünde, göğsünü şişire şişire konferans veriyor:

IBM, ITT, DELL, KVK, LASSA, ALARKO, TEB, KOÇ and SA, İMKB,... [Cumhuriyet, 15.4.2000].

b) Bu da kendi başımdan geçen bir olay ve başka bir Türkiyeli...

1970’li yılların başları... Paris’teyim. Devlet hesabına doktora eğitimi görüyorum.

Aramızda bizden daha genç biri var. Yaşı 20 civarında olmalıydı. Devletimiz sanırım burslu olarak lisans eğitimi için göndermişti. Adını hatırlamıyorum. Hatırımda kaldığı kadarıyla kızılı andırır saçlı, ablak yüzlü, orta boyluydu. Ama bana bu tipi unutturmayan onun başka bir yönüydü: İlk kez bu genç vasıtasıyla duymuştum “Türkiyelilik” lafını. Benim kendisiyle fazla bir konuşmuşluğum yoktu. Ancak diğer arkadaşlardan işitiyordum ki “Kürtçülük” yapıyor, “ben Türkiyeliyim” deyip duruyormuş. Bizim aramıza fazla girmez, uzak ve soğuk dururdu. Kendini beğenmiş bir hali vardı. Bir defa, bana fırlattığı sert ve kindar bakışları şimdi bile görür gibiyim.

Aradan zaman geçti. Türkiye’de 1971 askerî müdahalesi oldu. Bir de baktım bizim genç toptan değişmiş, etrafımızda fır dönüyor! Birgün nerdeyse ağlamaklı, yanıma sokuldu. Bana selam bile vermeyen, kızgın bakışlar fırlatan o genç süklüm püklüm “Türkiye’ye gitmek zorundayım.” dedi. “Askeri müdahale olmuş. Acaba başıma bir şey gelir mi, sınırdan girerken tutuklarlar mı, beni içeriye atarlar mı, ne yapacağım ben şimdi.” Baktım, neredeyse hüngür hüngür ağlayacak.

Acıdım, kendisini tesellî ettim. Denizde bir damla olduğunu, kimsenin yaptıklarından haberdar bile olmadığını söyledim. Biraz sakinleşti.

Sonra ne oldu bilmiyorum. O genci bir daha hiç görmedim. Bugün yaşı ilerlemiştir, tahminim 55 yaşlarında olmalıdır. Yine aynı uğursuz yolda mıdır, bizim şu ‘Türkiyeliler”den biri de o mudur, bilemiyorum.

Sonuç Yerine

Sonuç için, önce Atatürk’ün ahlâkının bir özetini vereceğim [C.Dura, Düşmanı Çağırdılar Satıldık Uyanın, İleri Yayınları, 2005, ss. 82-93]:

Çalışma olmadan, düşünsel gelişme olmayacağı gibi, ahlâkî olgunlaşma da mümkün değildir.

Her hak çalışmak sayesinde kazanılır. “Tembellik bütün kötülüklerin anasıdır.”

Mutlu ve özgür olmak için, çalışmak ve servet edinmek lazımdır.

Çok yoksul ve mutsuz olan, kanaat etmeyi tükenmez hazine sayan, yoksulluğu erdem bilen insanların yaşadığı, yüzyılların ihmaliyle bir zindan ve cehenneme çevrilmiş olan bu yurt; cennet yapılmaya, zenginler ülkesi olmaya lâyıktır. Bütün toplum aynı zamanda zengin olmalı, hayatın gerçek tadını tadabilmelidir.

Mutlu olmak için tek çare ekonomidir; hayat demek ekonomi demektir.

Toplum yaşamını ortak çıkarlar belirler. En iyi kişi; kendinden çok, bir üyesi olduğu toplumu düşünen, onun varlık ve mutluluğunun korunmasına kendini adayan insandır.

Bir adam ki ülkenin ve ulusun mutluluğunu düşünmekten çok kendini düşünür; o adamın değeri ikinci derecedir. “Bencillik kişisel olsun, ulusal olsun dâima kötü”dür. Başkasına olan bir iyilik, bize de iyiliktir. Başkasına olan kötülük, bize de kötülüktür. Bu sebeple iyiliği sevmek; kötülükten kaçınmak lazımdır. Yüksek ve insancıl olan düşünce; “Herkes, kendi için” değil, “Herkes, herkes için” düşüncesidir.

Bir işin ahlâkî bir değeri olması, ayrı ayrı insanlardan daha yüce bir kaynağı olmasından ileri gelir. O kaynak toplumdur, ulustur! Öyleyse ahlâk kişilerden ayrı ve bunların üzerinde, ancak sosyal ve ulusal olabilir. İşte bu; “ulusun düzeni ve sükûnu, bugün ve gelecekte refahı, mutluluğu, kurtuluşu ve güvenliği, uygarlıkta ilerleme ve yükselmesi için; insanlardan her konuda ilgi, gayret, nefsin feragatını ve gerektiği zaman seve seve canının fedâsını talep eden “ulusal ahlâk”tır! Mükemmel bir toplumda ulusal ahlâkın gerekleri, o toplumun bireyleri tarafından âdeta düşünmeksizin, vicdani, hissî bir sebeple yapılır.

Aydınlarımız, iş adamlarımız, bilginlerimiz -ulusumuz karşısında- nâmuslu olmalı, onu aldatmamalı, her zaman gerçeği söylemelidir. Halk da ülkeyi ve ulusu en çok seven; aklına, anlayışına, vicdanına en çok güvenilen insanları seçmelidir.

Bir insanın, yaşadıkça mutlu olması için gerekli şey, kendisi için değil, kendisinden sonra gelecekler için çalışmasıdır. Hayatta tam zevk ve mutluluk ancak gelecek kuşakların şerefi, varlığı ve mutluluğu için çalışmakta bulunabilir.

Bir ulusta, özellikle o ulus yöneticilerinin kişisel ihtiras ve tartışmalarının, ulusal ve vatanî görevlerin gerektirdiği yüce duyguların üzerine çıktığı ülkelerde, dağılma ve batma kaçınılmazdır!

Ahlâk kanununun temeli, kişisel sorumluluktur. O nedenle “sorumluluk yükü her şeyden, ölümden de ağırdır.”

Bireysel özgürlük derecesi, devlet faaliyetini zaafa düşürmemelidir. Çünkü zayıf bir devlet hayatının sonucu; herkesin herkese karşı mücadelesi ve sonunda, başka bir devletin tutsaklık zincirlerine vurulmaktır. Bütün bunlar sebebiyledir ki kişisel özgürlükler kutsaldır ama toplum hayatında sınırlıdır. O da bütün toplumun ortak yararlarının bir gereği olarak, yasalar yoluyla yapılır. Bu özgürlükleri tanıyan, sayan, koruyan biricik siyasal yönetim şekli ise, demokrasi esasına dayalı cumhuriyet yönetimidir.

İşte Atatürk budur.

Ondan sonra, Türkiye’yi yönetip yönlendirenleri ise yukarda gördük.

Sonuç, Türkiye’nin bu iki gerçeği arasındaki çelişkide!...

Eğer Türkiye çoğunlukla, Atatürk ahlâkını şiar edinmiş kimseler tarafından yönetilseydi, medyamızda, siyasetimizde, bürokrasimizde, sermaye kesiminde, üniversitelerimizde,… Atatürk ahlâkı yön-belirleyici olabilseydi, güzel yurdumuz, Türkiye’miz; Batılı vampirlerin hâin tuzaklarına yeniden düşer, böyle yeniden sömürgeleşme zilletine sürüklenir miydi?


Prof. Dr. Cihan DURA, Ocak 2006
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!

Şu dizine dön: Cihan DURA

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 7 konuk

x