Türkiye Evlatlarını Kaybediyor
Yıl 1958. Ortaokul ikinci sınıf talebesiyiz. Sonraki yıllarda pek aktif olmasalar bile mücadeleden kopmayan Mehmet, Cevdet, rahmetli Bekir, Hasan ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi’ne kaydını yaptırdıktan sonra bayraksız, kitapsız bir dünya vatandaşı olan adını anmaya dahi tenezzül etmediğim bir arkadaşımızla birlikte ele avuca sığmaz milliyetçileriz.
Teksas, Tommiks, Pekosbil gibi amerikan kültürünün yayın organlarına öyle bir savaş açmış durumdayız ki, herhangi bir öğrencinin, değil; bu kitapları eline alıp, okula gelmesi, gazete bayilerinin teşhir etmesi bile cesaret meselesi. Soluk yüzünde nokta nokta çilleri bulunan o amerikalı yüzbaşının fotoğrafını vitrinde gördüğümüz anda ne kırılmadık cam bırakıyoruz, ne indirilmedik çerçeve.
O yıllarda “kültür emperyalizmi” kavramını zihnimizde bir yere oturtabilmiş miydik bilmiyorum. Fakat o çilli amerikan yüzbaşısına sırf ecnebi olması sebebiyle harp ilan ettiğimizi dün gibi hatırlıyorum.
Bana göre bir kimsenin ecnebi olması aynı zamanda sayısız belâları temsil ve tevlid etmesi demekti.
Bugün de aynı kanaatteyim.
Bütün câmileri topa tutulmuş, minareleri uçurulmuş ve şarapnel yaralarını İstiklâl Madalyası gibi gururla taşıyan tarihî binalarla, kolunu bacağını fransız bombardımanında kaybetmiş kahramanların kucağında, onların destanını dinleyerek büyümüş bir Gaziantepli olarak yarın da aynı kanaatte olacağım.
Ben sırtında amerikan üniforması taşıyan o yüzbaşının resmini göreceğim de o vitrin yer ile yeksan olmayacak ha...
Olacak şey değildi bu.
Gaziantep’te rüzgâr gibi estiğimiz yıllardı, o yıllar.
Gaziantep’in bizden sorulduğu yıllardı.
Bir gün rahmetli okul müdürü sınıfa geldi. Binanın çökme ihtimali bulunduğunu, bu sebeple sıralarımızı sırtlayıp bahçenin öbür ucundaki Tabiat Labaratuvarı’na taşınmamız gerektiğini söyledi.
Labaratuvara girdim ki, yüksek tavanı ve sonsuz duvarları ile hangar gibi, develik gibi bir yerdi burası. O bitmez tükenmez duvarlara itina ile çerçevelenmiş bitmez tükenmez tablolar sıralanmıştı.. Bilgin, kâşif, mucit resimleri sonsuzluğa uzanıyordu sanki.
Ben öfkeyle duvara baktım.
Duvardakiler korkuya bana baktılar.
Bir tek Türk yoktu bunların içinde.
Bu duvarlar bana “Atsız yalan söylüyor! Baban yalan söylüyor! Türk Milleti uygar bir millet değildir” diyordu. “Türk Milleti bilgin yetiştirmemiştir, mucit yetiştirmemiştir, kâşif yetiştirmemiştir” diyordu.
Irkıma böylesine hakaret edilmesine ve Türk çocuklarının böylesine ağır bir psikolojik baskı altında eğitim görmesine izin veremezdim. Vermedim
Aldım elime odunu, çıktım sıranın üstüne. Ve bütün tabloları paramparça ettim.
Sonra disiplin kurulu kararıyla, bilmem kaçıncı kez okulun kapısına bırakıldığımı söylememe herhâlde gerek yoktur.
Aradan tam 46 yıl geçmiş.
Bugün de öyle bir mekâna girsem -aralarında şayet Türk yoksa- belki eyleme geçemem ama, yalnız tablolara değil duvarlara da saldırılmasını arzu ederim! Çünkü bir tek Tük ve Müslüman bilginin resmine ve ismine yer verilmeyen labarotuvarlarda yetişecek öğrenci; adını anmaya tenezzül etmediğimiz arkadaşımız gibi kitapsız, bayraksız bir dünya vatandaşı olacaktır.
Türk Milleti’ni yük görecektir dünyaya... Asalak sanacaktır. Türk Milleti’nin ve İslâm ümmetinin dünya medeniyet, bilim ve teknolojisine hiçbir katkıda bulunmadığına inanacak, bir süre sonra da ecdadının barbar, İslâm’ın çöl kanunu olduğu yolundaki hristiyan telkinlerine kapılıp kaybolacaktır.
Türkiye böyle kaybetmiştir evlatlarını.
Hâlen böyle kaybediyor.
Necdet SEVİNÇ, Yeniçağ, 19 Ağustos 2004