Türkiye'nin Ortadoğu politikaları ve zikzakları
AKP-cemaat (FETÖ) işbirliğinin devam ettiği günlerdir. Ergenekon, Poyrazköy, Askeri Casusluk ve Balyoz kumpas davaları sürecinde Fethullah Gülen’e saygıda kusur etmeyen dönemin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, bu operasyonları savunur ve 4 Temmuz 2008’de, “Türkiye bağırsaklarını temizliyor” açıklamasında bulunur. O dönem Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan ise 15 Temmuz 2008’de yaptığı AKP grup toplantısında Ergenekon davası ile ilgili, “Ben bu davanın savcısıyım” diye çıkış yapar.
Bu sözleri daha anlamlı kılan ise, halen hafızalarımızda canlılığını koruyan, 28 Temmuz 2004’te Başbakan Erdoğan’ın, “Türkiye’nin Ortadoğu’da bir görevi var. Biz Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)’nin eşbaşkanlarından biriyiz. Bu görevi yapıyoruz” itirafıdır.
Askeri vesayeti kaldırıyoruz bahanesiyle TSK’yi itibarsızlaştırmak ve etkisizleştirmek adına yürütülen kumpas davalar, gündemimizdeki birçok ulusal ve uluslararası sorunlardan bağımsız değildir. Bu sorunların en başında, günümüzde siyasi, askeri ve ekonomik boyutları ile büyük bir krize dönüşen Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanlarının sınırlandırılması sorunu gelir.
GKRY’nin “Kıbrıs Cumhuriyeti” adına 2003 yılından beri Mısır, Lübnan ve İsrail ile “Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) Sınırlandırma Anlaşması” imzalaması ve 2007 yılında ilan ettiği MEB alanını 13 parsele bölerek enerji arama faaliyetlerine izin verme girişimleri hem bölge jeopolitiğine hem de Kıbrıs sorununa yeni bir boyut kazandırır. 2010 yılında Doğu Akdeniz’de hidrokarbon kaynaklarının keşfedilmesi bölgeyi jeopolitik bir mücadele merkezine dönüştürür.
GKRY’nin tek taraflı olarak belirlediği bu sözde parsellerde ısrarla arama yapma gayreti, her defasında Türk donanması tarafından engellenir. Bu engellemeden ABD başta olmak üzere AB ve bölge ülkeleri oldukça rahatsızdır.
NATO, Balyoz ve Arap Baharı
Tam da bu süreçte, 20 Ocak 2010 tarihinde Taraf gazetesinde başlatılan iftira haberlerle kumpas davalara yeni bir halka eklenir. “Asrın Davası” olarak tanımlanan Balyoz kumpasında ilk tutuklamalar 11 Şubat 2011’de gelir. Ardı arkası kesilmeyen tutuklamalar ile başta Deniz Kuvvetleri olmak üzere TSK’nin beli kırılır. Amaç elde edilmiştir.
Bölgede tüm bu kritik gelişmeler yaşanırken, “Ortadoğu’ya, yumuşak yöntemler ve yeni aktörlerle ve demokrasiyi destekleme görüntüsü altında hâkim olma” stratejisi olarak tanımlayabileceğimiz BOP’un yarattığı zeminde hayat bulan “Arap Baharı” devreye girer.
17 Aralık 2010’da Tunus ile başlayıp ve 25 Ocak 2011’de Mısır’la devam eden “Arap Baharı” Libya, Suriye, Bahreyn, Ürdün ve Yemen gibi ülkeleri de etkisi altına alır.
Balyoz tutuklamalarının üzerinden henüz birkaç gün geçmiştir ki “Arap Baharı” bu sefer Libya’da kendini gösterir. Başbakan Erdoğan, Libya krizine, 28 Şubat tarihinde, “Bize soruyorlar, NATO Libya’ya müdahale etmeli midir? Böyle bir saçmalık olur mu yahu?... Türkiye olarak biz bunun karşısındayız...” sözleri ile karşı çıkar. Bu da yetmez, 14 Mart’ta, “Libya’ya yapılacak bir askeri operasyonu son derece faydasız görüyoruz. Faydasız olmanın ötesinde tehlikeli sonuçlar doğurabileceği kaygısını taşıyoruz” söylemini geliştirir.
Ancak, 23 Mart 2011’de basına düşen “Türk gemileri Libya açıklarında” başlıklı haber bu söylemlerden uzaklaştığını gösterir. Haberde, “NATO’ya ait filoların BM’nin kararı doğrultusunda silah ambargosunu uygulamak üzere Libya kıyılarında devriye turlarına başlayacağı, ambargoyu denetleyecek NATO gücüne Türkiye’nin 5 savaş gemisi (1 denizaltı, 4 fırkateyn ve 1 yardımcı sınıf) ile katılacağı” bilgisi yer alır. Hava harekâtı, İzmir’deki NATO karargâhından yönetilir. BM ve NATO eliyle yapılan müdahale sonucu 22 Ağustos 2011’de Kaddafi öldürülerek 42 yıllık yönetime son verilir. Libya’yı artık zor günler bekler.
‘Çılgın proje’
“Arap Baharı” bununla da yetinmez, sıra Suriye’ye gelir. Bugün çok yönlü olarak devam etmekte olan Suriye iç savaşı, 15 Mart 2011 tarihinde halk gösterileriyle başlar. Türkiye’nin rejim değişikliği talebi doğrultusunda saldırgan kriz yönetimi stratejisi izlediği Suriye krizinde, ABD ve Rusya ekseninde gelgitler yaşadığı ve bu süreçte çok da doğru ve kalıcı milli bir dış politika izleyemediği görülür.
Kumpas davalar, Doğu Akdeniz’de Kıbrıs üzerinden yaşanan deniz yetki alanlarının sınırlandırılması sorunu, Suriye ve Libya krizleri gündemi bütün sıcaklığı ile işgal ederken, 12 Haziran 2011’de yapılacak genel seçim öncesi Başbakan Erdoğan 27 Nisan 2011 günü düzenlenen bir konferansta “Çılgın Proje” olarak sunduğu o iki kelimelik planı açıklar: “Kanal İstanbul.” Aslında bu projenin ilk sinyalini, Eylül 2010’da yine kendisi, “İstanbul için AKM’den de öte müthiş projelerimiz var, sizinle özel bir konuşmamızda anlatmak isterim” sözleriyle gazeteci Hıncal Uluç’a verir.
Amerikalı uzmanların 2010 yılında Türkiye’de bir üniversitede verdiği konferansta dünyada kurulacak yeni “mega” ticaret merkezlerinden söz ederken “Kırklareli-Pehlivanköy”den söz etmesi ve burasının “geleceğin merkezi” olacağını söylemesi, “Kanal İstanbul” projesi bağlamında bugün daha da bir anlam kazanır.
Bugünlerde Montrö Boğazlar Sözleşmesi başta olmak üzere güvenlik, deprem, çevre ve rant boyutlarıyla sabah akşam tartıştığımız, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “İsteseniz de istemeseniz de yapılacak” dediği akıllara durgunluk veren “Kanal İstanbul” projesi 9 yıl içinde olgunlaşmıştır.
“Kanal İstanbul” projesinin, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 12 Kasım 2019’da ABD’ye yaptığı ziyaret sonrası, 27 Kasım 2019’da Libya ile imzaladığı deniz yetki alanları sınırlandırmasına dair mutabakat muhtırası ile aynı zamanda tekrar gündeme getirilmesi ve bu konuda ısrarcı olunması, bu projenin siyasi bir tercih olduğunun göstergesidir.
Temelleri çok daha önceki yıllarda atılan, 2010-2011 yıllarında ülkemizde ve bölgemizde yaşadığımız sorunlar dikkate alındığında, “Kanal İstanbul” projesinin, BOP kapsamında ABD tarafından devreye sokulduğu çok tehlikeli ve çok boyutlu bir proje olduğu, bölgemizdeki diğer uluslararası sorunlardan da bağımsız olarak ele alınamayacağı anlaşılmaktadır.
Aklın ve bilimin gereği
“Kanal İstanbul”, pruvasında Türkiye’nin ve bölgenin güvenliğini sırtında taşıyan Lozan’ın ruhuna uygun 1936 yılında imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni tartışılabilir hale getirebilecek, pupasında Ege ve Kıbrıs sorunu üzerinden Doğu Akdeniz deniz yetki alanlarının sınırlandırılması sorununu şekillendirebilecek, sancağında Libya krizini, iskelesinde Suriye krizini etkileyebilecek iç ve dış siyasi argümanları bünyesinde barındıran bir “mega” projedir.
Bizzat Atatürk tarafından “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” şeklinde ifade edilen dış politika rotasına dönebilmenin yolu, “Kanal İstanbul” gibi tartışmalı projelerden vazgeçilmesine ve sınır komşularımızla iyi geçinmeye bağlıdır. Bu aklın ve bilimin bir gereğidir.
Emekli Deniz Kurmay Albay Bora SERDAR, 8 Ocak 2020