Türkiye'nin Yumuşak Karnı: Kurumlaşma
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin çok zayıf bir noktası var: Kurumlaşma olmaması… Atatürk döneminde bu yönde önemli adımlar atılmışsa da, daha sonra yapı yeniden bozulmaya yüz tutmuş, AKP iktidarı ile şiddetlenerek, günümüzde neredeyse devleti çökertecek bir noktaya gelmiştir.
Son, Ağustos 2013 YAŞ atamaları vesilesiyle, bu tahribatın yeni bir örneğine içim burkularak şahit oldum. Şöyle ki: Yüksek Askeri Şura'da (YAŞ) teamüllere göre, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Bekir Kalyoncu’nun Kara Kuvvetleri Komutanı olması gerekiyordu. Ne var ki hükümet, daha doğrusu onun başında bulunan şahsın müdahalesi üzerine, mevcut gelenek ayaklar altına alındı. Daha önce “Açılım” uygulamasını eleştirmiş olan Kalyoncu emekli edilerek, kendisinden daha alt rütbede olan –başbakanla arasının iyi olduğu söylenen- bir diğer paşa kara kuvvetleri komutanı olarak atandı. Diğer bazı atamalarda da benzeri bir durum söz konusu…
Sonuç? Sonuç, Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinden bir tuğla daha, gelip geçici bir siyasi kadronun, onun başının çıkarları uğruna sökülüp çıkarılmış oldu. Bu duruma yol açan, “önce Türk milletinin çıkarları” diyemeyen tarafları şiddetle kınıyorum. Gelecek kuşaklar onları hiç de güzel sözlerle anmayacaktır.
Sorunu daha önceki 19.1.2012 tarihli bir yazımda işlemiştim. O yazıyı, kamuoyunun dikkatine, aşağıda yeniden sunuyorum:
***
“Emperyalizm önce aç ve açıkta bırakıyor bizi. Sonra ‘şu’cu ve ‘bu’cular olarak birbirimize karşı kışkırtacak düzenekler kuruyor. Ülkeyi yönetenlerin başına kendinden olanları getiriyor. Elebaşıları, çeşitli mevkilere yerleştiriyor. Hatta bazı ahvalde, elebaşılar kendileri bile hangi örgütte ne amaçla kullanıldıklarını bilmiyor. Basın yayını tümüyle “devşirmeler”in denetimine veriyor. Senaryoya göre sahneye oyun konuyor. ABD/NATO’nun füze kalkanı projesiyle Türkiye topraklarına ‘yumuşak iniş’ planlanırken, Türkiye’ye ‘türban’ konuşturuluyor. Bu arada bir ‘Kürdistan’ devletinin gelecek kadroları hazırlanıyor. Türkiye komşuları ile çatışmaya sürükleniyor.” 1
Ve hemen sana bir soru değerli okur: Amerika, istese bile, örneğin Fransa’da, İtalya’da bu tür ve bu ölçekte operasyonlar yapabilir mi, yapsa da başarılı olabilir mi?
Elbette hayır! Peki, nasıl oluyor da Türkiye’de yapabiliyor? Türlü sebepler sayılabilir, ancak ben birine dikkat çekecek, soruyu şöyle yanıtlayacağım: Çünkü Türkiye’nin çok zayıf bir noktası var, çünkü Türkiye’de kurumlaşma yok. Atatürk’ün sayesinde bir süre bir ölçüde sağlandıysa bile, o da Çirkin Batı ile aramızdaki adamlarının sinsi ve sürekli darbeleriyle yok edildi. Şu itirafı hiç unutmam, ABD Millî Savunma Akademisi’nden Öğretim Üyesi Judith Yaphe’ye ait: “Türkiye tehlike algılaması konusunda artık homojen değil. Dahası, sistemin stratejik düşünme mekanizması zayıf ve gittikçe parçalanıyor. Artık tek Türkiye yok… ABD işi bitirdi bile!”
I) Oysa sağlam, gelecek vaat eden bir toplumda kolay kolay değiştirilemeyen bir devlet yapısı, kurumlaşması olmalıdır. Hükümetler gelip gittikçe iktidar koltuğuna oturan bireyler devlet teşkilatını kendi çıkarlarına ve ilişkilerine göre değiştirememelidir. Ne yazık ki bizde oluyor.
Hep bize ABD, Avrupa’nın süper devletleri örnek gösterilir, peki onlarda böyle bir şey var mıdır? Bakın Amerika'ya: Clinton gitti, Bush geldi; o gitti, Obama geldi, devlet politikalarında esaslı bir değişme oldu mu? İktidar değişti diye Amerikan kurumlarının, kadrolar dışında, program ve uygulamalarında esaslı değişiklik oluyor mu? Hayır!... Bir ABD Başkanı, her aklına geleni yapamaz; ABD’nin küresel hedeflerinin kılına bile dokunamaz. Şu söz Obama’ya aittir: “Asıl olan ABD devletidir. Ben mizaç olarak Bush’dan farklı olabilirim, ancak ABD’nin hedefleri değişmez.” Değişiklikler basit üslup değişiklikleri ya da duygusal popülizm gösterileri şeklindedir. Avrupa’nın büyük devletlerinde de öyle: İktidara gelen bir parti, zamanı gelince çeker gider, arkasında enkaz bırakmaz. Devlet kurumları olduğu gibi, kale gibi yerinde durur; belki daha pekiştirilir.
Bence kurumlaşma bir devletin bekasının vazgeçilmez koşullarından biridir. Kurumlaşma nedir? Benim anladığım, kurumlaşma; bir kurumun, bir kuruluşun, faaliyetlerini kişilerin şahsi hesap ve amaçlarına bağlı olmadan sürdürecek bir yapıya kavuşmuş olması demektir. Kurumsallaşmış bir birimde herkesin benimseyip uyduğu temel ilkeler vardır. Yetki ve sorumluluklar belirli, iş ve görev tanımları açıktır. Kararlar danışma ile alınır. Kişisel çıkar amaçlı yorum ve hareket kapısı olabildiğince kapalıdır.
Türkiye’de ne yazık ki devlette ve devletin hemen hiçbir biriminde sağlam bir kurumlaşma yoktur, kalmamıştır. Bozulma 12 Eylül darbesi ile artmış, AKP iktidarı ile şiddetlenerek devleti çökertecek bir noktaya gelmiştir.
Kurumlaşmamış bir birim, ister devlet olsun, ister daha alt bir birim olsun, dış güçler tarafından kolayca elde edilir. Yapılacak olan basittir: Başındaki kişiyi elde etmek... Kurumlaşmamış birimde başkan değişince, zihniyet, hedef ve uygulama da toptan değişikliğe uğrar. Biri gidince, yerine gelen; kendi küçük beynine göre, emelleri yönünde her şeyi değiştirir. Oysa o kurumdaki birikim, geçmişteki yüzlerce beynin ortak eseridir. Bir devleti ancak nesiller devlet yapar.
II) Demek ki bir teşkilat, gelen yönetici kadroya göre politika değiştiriyorsa, o teşkilat kurumlaşmamıştır. Türkiye'de devlet bu haldedir. Hele AKP döneminde… bütün devlet, bütün kurumlar alt üst olmuştur, darmadağındır; milletin değil, belirli kişilerin hizmetindedir. Örnekleri pek çok, birkaçını hatırlatmam yeterli olacak:
• Siyasi partiler kişilerin elindedir. Son örnek: CHP’de lider değişti. Hayda, paldır küldür bütün parti değişti. Her şeyi ile, söylemiyle, politikalarıyla tanınmaz hale geldi; öyle ki çok kimse YCHP adıyla anmaya başladı.
• Silahlı Kuvvetler’e bakın. Genelkurmay başkanı değişti, o da tanınmaz hale geldi: Ağızlarından düşürmüyorlardı Atatürk’ü, laikliği, Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünü… Ya şimdi? Ülke bölünme yolunda, çıt yok başındaki şahıstan. Kurumlaşmış bir teşkilatta böylesine kökten söylem değişikliği olabilir mi? TSK özellikle Hilmi Özkök'le birlikte bu hale geldi, son genelkurmay başkanı ile değişimin zirvesinde...
• Cumhurbaşkanlığı kurumu da öyle… Bir Ahmet Necdet Sezer’le şimdikini kıyaslayın. Devlet anlayışları taban tabana zıt... AKP’nin yasaları onaydan vızır vızır geçiyor artık. Öncekinin ak gördüğünü beriki kara görüyor. Bir başkası gelse, o da başka telden çalacaktır. Kurumlaşmanın esamesi okunmuyor.
• Ya üniversiteler, ya YÖK, ya sendikalar? Hemen hepsi sus pus, beş on yıl önce böyle miydiler? YÖK başkanını, rektörleri kimin atadığını düşünün, sendikalardan örneğin Türk İş’in başına gelen kişiyi düşünün. Biri çıkıp “Türkiye’de üniversiteler de yok, Türk-İş de yok” dese, neredeyse inanacak durumdayım.
• 2000’lerin DSP’si… Güçlüydü, iktidar olmuştu. Ancak bir Kemal Derviş rüzgârıyla ortadan bölünüverdi, eriyip gitti. Çünkü kurumlaşmamıştı, bir şahıs partisiydi.
• Medya da öyle: Gazeteler, TV kanalları… Üç-beş paralı adamın elinde, bunları elde et, istediğin yayını yaptır. Geri kalanı piyon... İstisnalar pek az.
• Parlak bir örnek TRT’dir. Başındaki şahsın genel müdürlüğe atanmasıyla, kurum tanınmaz hale geldi. İki yıla kalmadan ekrana çıkan görevlilerden, sunuculardan programlara kadar hepsi, her şey tamamen değişti. Oturmuş, görevleri, hedefi bilinçle paylaşılmış bir kurum olsaydı, olabilir miydi bunlar?
III) ABD; Tayyip iktidarı ile birlikte, Türkiye’deki operasyonlarına hız verdi. İlginç bir husus şu ki artık demokrasiden de vazgeçmiş görünüyor. İstiyor ki Türkiye başkanlık sistemine geçsin. Neden acaba? Benim aklıma gelen şu: İnönü zamanında Türkiye’ye dayattığı sözde demokrasi rejimi sayesinde, uğursuz planlarını uygulama imkânına kavuştu. Ancak–bütün ayara rağmen- birtakım ek uğraşlara, gecikmelere, aksamalara katlanmak zorunda kaldı. Ama artık acelesi var, koşullar da öyle bir kıvama girdi ki planı daha rahat yürütmek istiyor. Nasıl? Oturtursun bütün yetkilere sahip birini devletin başına, gecikmeden, fazla uğraşmadan her istediğini zamanında elde edersin. Planını, projeni tıkır tıkır yürütürsün.
Öyle anlaşılıyor ki bu, Emperyalizm’in eski bir stratejisi… Yaşar Nuri Öztürk, bakın Atatürk’ün Halifelik karşısındaki tutumunu örnek vererek nasıl açıklıyor bu stratejiyi: “İngilizler hilafetin varlığını ve korunmasını sürekli istemiştir, bugün de ister; yalnız onlar mı, ABD de!... Bütün Batı emperyalistleri ister bunu. Neden? Çünkü tek bir kişiyi, halifelik makamına oturtacakları kişiyi kontrol etmek kolaydır; İslam âlemine karşı baskılarını kolayca sürdürebilecek, bütün İslam dünyasını elleri altında tutacaklar! Atatürk, hilafeti, getireceği kötülüğün hayrından çok olacağını gördüğü için kaldırdı.” 2
Eğer sorabilsek, Atatürk bugün de birilerini şöyle uyarırdı:
“Kendilerine milletimizin kaderi emanet edilmiş olanlar, Meclis, Cumhurbaşkanı, Hükümet, Yargı!... Sizi iktidara ve yetkili makamlara getiren iradenin ve egemenliğin sahibi, Türk milletidir. İktidar mevkiine saltanat sürmek için değil, millete hizmet için getirildiniz. Milletin kudretini yalnız ve ancak yine milletin hakikî ve sağlanabilir menfaatleri yolunda kullanmakla yükümlüsünüz.”
***
Toparlarsak, Türkiye bugün Çirkin Batı’nın planlarına kolayca alet olan bir devlet haline gelmiştir. Bunun önemli bir sebebi devlette sağlam bir kurumlaşmanın gerçekleşmemiş, devletin kişilerin oyuncağı olmaktan kurtarılamamış olmasıdır. Oysa bu sağlansa idi, devletten diğer alt birimlere kadar hiçbir kurum, başına getirilen şahsın oyuncağı olmaz, kişi kendi dar yeteneklerine göre her şeyi alt üst edemezdi, kurumu birtakım iç ve dış güç odaklarının hizmetine açamazdı. Yapacağı tek ve gerekli şey, konulmuş ilkeler ve yöntemler çerçevesinde çalışmaktan ibaret olurdu. Kendi çalışmalarıyla işlere ancak bir renk katabilir, hizmetleri çeşitlendirebilir, hızlandırabilirdi. Genel politikayı, hedefleri, bütün kurumun katılım ve onayı olmadan değiştiremezdi. Kurumun ilkelerinden sapmaya kalkıştığı an, alt birimlerin muhalefeti ve direnciyle karşı karşıya kalırdı.
Bizim yumuşak karnımız işte bu…, kurumlaşamama!… ABD, Emperyalizm işte bu zayıf noktamızdan vuruyor bizi.
1 Banu Avar, ‘Gün O Gün’dür! Remzi Kitabevi, İst., 2012, s.80, 83
2 Yaşar Nuri Öztürk, Kur'an Penceresinden Kurtuluş Savaşı'na Bir Bakış, Yeni Boyut, İst., 2012, s.268
Prof. Dr. Cihan DURA, 4 Ağustos 2013