Türkiye Yabancı Sermayeye Bağımlı Hale Nasıl Getirildi?
Türkiye ekonomisi hızla yabancıların eline geçiyor. Sadece 2017 yılında 15.1 milyar lira değerindeki 47'den fazla Türk şirketi değişik ülkelerden gelen yabancı şirketlerin tapulu malı oldu. Bunlardan 36’sı başta Hollanda olmak üzere, Avrupa ülkeleri ile Japonya… Bu alımlarla yabancı şirketlerin ele geçirdiği 47 şirketteki yabancı hisse ağırlığı yüzde 68'e ulaştı. Verilere göre, yabancı şirketlerin satın aldığı Türk şirketleri arasında en değerlileri, “Eyyy Hollanda” merkezli şirketlere gitti.
Şu bir gerçektir ki, Türkiye’de bir yabancı sermaye efsanesi yaratılmıştır!
Küresel emperyalizmin her ülkede, tabiî Türkiye’de de destekçileri vardır. Bunlar yabancı sermayenin hep olumlu görünen yönlerini öne çıkarır ve sürekli överler. Oysa yabancı sermayenin çok zararlı olan sakıncaları da vardır: Bağımsızlığın yok olması, dış bağımlılık, düalizm, haksız rekabet, yurt dışına kâr transferi, dış dengesizlik, teknolojik bağımlılık, kalkınmanın engellenmesi gibi… Türkiye’ye yabancı sermaye girdikçe, bu etkiler kaçınılmaz olarak ortaya çıkmıştır ve çıkmaktadır.
Söz konusu etkilerden başta geleni, ekonomik ve siyasal bağımsızlığın yıkıma uğramasıdır. Şöyle ki, Türkiye gibi sanayileşmesi engellenmiş ülkelere plansız ve ölçüsüz olarak giren yabancı sermaye; yerli işletmeler üzerinde denetim kurar, üretim sektörlerine el koyar; zamanla ulusal ekonomiyi ele geçirir. Böyle bir durum ülkenin ekonomik ve siyasal bağımsızlığının aşınması, giderek yok olması sonucunu doğurur. Ülke bağımsız ekonomi politikaları izleyemeyeceği gibi, siyasal kurumları da yabancıların kontrolü altına girer.
* * *
Batı emperyalizminin küresel şirketleri; yoksul ülkelerin kaynaklarını, birikmiş sermayesini, pazarlarını o ülkelere yaptıkları yatırımlar, şirket satın almaları yoluyla ele geçirmektedir. Dış ticaretin serbestleştirilmesi, özelleştirmeler ve yabancı sermaye bu el koymaların araçlarıdır, küreselleşme ise albenili maskesidir. Sanayi ve hizmet tesislerimiz, fabrikalarımız; özellikle son 15 yıldır, bu yollardan yabancı kontrolüne geçmiştir, geçmektedir. Küresel şirketlerin bu ele geçirme ve zenginleşme hırsı bitiyor mu? Hayır bitmiyor: Büyüdükçe, zenginleştikçe daha da artıyor hırsları. Sınır tanımıyorlar: El değiştirmeler, ortak olmalar, satın almalar bitmek bilmiyor; kanser hücreleri gibi, bütün ekonomiye yayılıyor.
Peki, bizde böyle de, Batı’da, emperyalist ülkelerde durum nasıldır? Çok farklı, çoğu zaman bizdekinin tersidir: O ülkelerde özelleştirme yapılırken, sermayenin tabana yayılmasına özen gösterilmektedir. Stratejik tesisler satılmıyor, yabancı sermaye konusunda -denebilir ki- ileri derecede devletçi bir yol izlenmektedir. Yabancı sermayeyi kendilerine çekmek için çaba gösterirken, aynı yabancı sermayeye kısıtlamalar da getirmektedirler. Peki neden? Ulusal çıkarlarını gözetiyorlar da ondan! Bu kısıtlama ve kontroller başlıca şu hususlarla ilgilidir: Yabancıların belirli sektörlere girişinin -mevzuat ya da devlet tekelleri yoluyla- engellenmesi, yabancı yatırımların izne tabi tutulması, ülke ekonomisine sağlayacakları katkının kanıtlanması, yabancılara satılan hisselerin %50’nin altında tutulması, yabancı sermayeli şirketlerin yönetim kurulu üyelerinden çoğunun o ülke yurttaşlarından olması... Ne yazık ki, bizdeki özelleştirmelerde, yabancı sermaye girişinde bu önemli hususlar çoğu zaman göz ardı edilmiştir.
Yabancı sermaye bir ülkeye küresel şirketler, ulus-ötesi şirketler eliyle girer. Peki, nedir ulus-ötesi şirket? Bir “ulus-ötesi şirket” (UÖŞ) ya da “çok uluslu şirket”, doğrudan yabancı sermaye yatırımı yapan, birden fazla ülkede katma değer faaliyetlerinde bulunan bir şirkettir. UÖŞ’ler Batı’da Sanayi Devrimi’nin ardından, 19. yüzyılın sonlarında, uluslararası faaliyet gösteren güçlü sanayi şirketleri olarak ortaya çıktı. Özellikle 1920’lerden itibaren tekelleşmeye, daha ileri ölçüde küreselleşmeye yöneldiler. Diğer birçok ülkeden kendi ülkelerine aktardıkları kârların itici gücüyle, rakipleri üzerinde üstünlük kurdular. Bunların yüzde 90’ı sanayileşmiş ülkelere (ABD, Avrupa ve Japonya’ya) aittir. Ancak asıl servet zirvedeki 100 şirketin elinde yoğunlaşmıştır.
Bazı yazarlara göre küresel ekonomik sistemde esas birim; ulus devletler iken, günümüzde UÖŞ’lere doğru kaymaya başlamış bulunuyor. Ulus-ötesi şirketler dünyada gittikçe artan miktarda sermayeyi kontrol altına almakta, bu yoldan dünya ekonomisi hızla UÖŞ’lerin denetimi altına girmektedir. İşte Türkiye’deki, yıllardır süren, AKP döneminde hızlanan yabancı sermaye girişi ve şirket satın almaları bu dev yayılışın Türkiye’ye vuran dalgalarıdır.
* * *
Durum bu iken, Türkiye nasıl oldu da yabancı sermayeye aşırı ölçüde bağımlı bir ülke haline geldi? Nasıl oldu da böylesine zararlı, çıkmaz bir yola girdi, daha doğrusu itildi? Nasıl bir ekonomik mantık uydurarak Türkiye’ye bu yolu hoş gösterdiler? Bu can alıcı soruyu şöyle yanıtlayabilirim: Bilindiği gibi ekonomik gelişme ulusal tasarruflarla başlar ve ancak onunla sürdürülür. Ekonomik gelişmenin anahtarı yatırımlardır. Yatırımları ise ülkenin tasarruf düzeyi belirler. Ne kadar iç tasarruf, o kadar yatırım; ne kadar yatırım o kadar gelişme… Dünyada hangi ülke gelişmişse, kalkınmasını çok büyük ölçüde kendi iç tasarruflarına dayandırmıştır. Ne var ki, bu sağlam mekanizmanın işlemesi; Türkiye gibi ülkelerde yeni emperyalizmin (Neoliberalizm’in, sözde küreselleşmenin) tahrik ettiği aşırı tüketim yoluyla engelleniyor. Çünkü dış ticaretin serbestleştirilmesiyle başlayan aşırı tüketim, yurt içi tasarrufun zayıflaması sonucunu doğuruyor. Oysa tam tersine, ekonomik gelişme millî tasarrufların daha da artmasını gerektiriyordu. Tasarruflar böyle düşürülünce sonuç yabancı sermayenin vazgeçilmezliği yalanı ve propagandası oldu. Tasarruflar yetersiz, Türkiye giderek ağırlaşan bir handikapla tasarruf yetersizliği ile karşı karşıya!... Ne yapılacak o zaman? Gelsin dış borçlanma, gelsin yabancı sermaye! Ancak bir teori de uydurulması gerekiyor, o da şu oldu: Küreselleşme süreci içinde Türkiye gibi tasarruf açığı olan ülkeler, açıklarını, tasarruf fazlası olan ülkelerden, yani emperyalist ülkelerden sermaye ithal ederek gidermelidir. Ve öyle de yapıldı. Ancak bu çözüm, yukarda saydım, çok önemli sakıncaları da beraberinde getirdi.
* * *
Sonuç olarak, Batı’nın malları ve sermayesi için, ulus ötesi şirketler için Türkiye’yi açık pazar haline getirdiler. Seksen milyon Türk çılgınca tüketsin ki, o şirketlerin ürettiği mallar satılabilsin, biriktirdikleri paralar borç olarak alınabilsin; o şirketlerin sahipleri kâr ve faiz gelirlerini daha da katlasınlar! Türkiye’nin tasarruf oranı yüzde 13-14’lere düşmüş, kimin umurunda… Küreselleşmeci Neoliberalizm dünya çapında tüketim artmadan yaşayamıyor. Bu yüzden bizim gibi ülkeleri her yolu deneyerek tüketime ittiler, itiyorlar. O zaman tasarruf yapılabilir mi? Tam tersine ulusal tasarruflar engelleniyor, hatta azaltılıyor, yerli kaynak kurutulmuş oluyor. Geriye tabii dış borçlanmanın yanı sıra yabancı sermaye ithal edilmesi kalıyor.
Bu “tuzak-teori”nin kaynağı Emperyalizm’dir, onların yurt içindeki bilinçli veya bilinçsiz ortaklarıdır. Zengin ülkeler, daha doğrusu onların küresel şirketleri isterler ki, kendilerine yeni ekonomik rakipler çıkmasın. Bu amaçla, özellikle az gelişmiş ülkelere karşı “merdiveni itme” stratejisi uygularlar. “Tuzak-teori” de bu stratejinin bir parçasıdır. Nedir merdiveni itmek? Kısaca tanımlayarak, yazımı bitiriyorum: Sanayileşmiş bir ülke; zenginliğinin doruğuna ulaştığı zaman, başka ülkelerin kendi bulunduğu mertebeye erişmesini engellemek için, kendisinin oraya tırmanmasını sağlayan merdiveni iter. O ülkelerin, kendi uygulamış olduğu gelişme politikalarını kullanmasını engeller.
_____________________________________
Bu yazı “Türkiye Nasıl Yabancı Sermaye Bağımlısı Oldu” başlığı ile, 20.1.2018 tarihli Aydınlık gazetesinde yayımlanmıştır.
Prof. Dr. Cihan DURA, 21 Ocak 2018