Türklerin Müslüman Oluşu
Türkler, 8.Yüzyılda; ölçüsüz şiddet uygulayan Arap saldırılarıyla karşılaştı ve büyük bir yıkım yaşadı. Ancak, aynı yüzyılda, İslamiyeti kabul etmeye başladı. Çelişkili görünen bu durum, yanlış yargı ve değerlendirmelerin ortaya çıkmasına yol açtı. Türklerin zorla Müslüman olduğu, kendilerine ters gelen bir dini kabul ettiği ya da yaşam biçimlerinin kökten değiştiği biçiminde görüşler ileri sürüldü. Her görüşte doğru bir yan bulunur ancak önemli olan bu doğrunun gerçeği yansıtıp yansıtmamasıdır. Zora karşı direnmeyi ve kimliğini korumayı yaşam biçimine dönüştüren Türkler, İslamı başka nedenlerle kabul etmiştir. Onlar, Arap vahşetiyle İslam inancı arasındaki çelişkinin ayırdına vararak, özgür istençleriyle Müslüman oldular. Bunu yaparken, İslamın kimi kural ve anlayışını, kendi dünya görüşüne ve yaşam biçimine uyumlu duruma getirdiler. Orta Asyalı sufi dervişlerin olgunluğu, onların insancıl çağrıları ve İslamın eşitliği öne çıkaran ilkeleri bu süreci hazırladı. İslamın; “toprağı Tanrı’nın mülkü sayan”, onu “eşit paylaştıran”, savaş gelirlerinin beşte birini “savaşa katılamayan bakıma muhtaç insanlara ayıran” v.b. ilkeleri, kamucu bir geleneğe sahip Türklere uygun geldi ve Talan amaçlı Emevi vahşetiyle çelişen gerçek İslamı öğrendikçe ona katıldılar. Aleviler, Türkmenler ya da yörükler; Türklerin Müslüman oluş biçimine verilecek en uygun örneklerdir.
Kimliğini Koruyarak Din Değiştirmek
Türkler, 8.yüzyılın ortalarından sonra İslamiyeti kabul etmeye başladı. Din değiştirme, yetmiş yıl süren kanlı Arap saldırılarının baskısıyla sağlanan bir sonuç değildi. Türk halkı, Emevi yıkımının ağır sonuçlarına karşın, toplumsal geleneklerini ve kimliklerini korumayı sürdürmüşlerdi. Zora boyun eğmeyen yapıları nedeniyle Müslümanlığı kabul etmeleri, baskıya teslim olmaya değil, kendi istek ve bilinçli seçimleriyle oldu.
Orta Asyalı sufi dervişlerin olgunluğu, onların insancıl çağrıları, İslam’ın eşitliği öne çıkaran ilkeleri ve Abbasi döneminde oluşan olumlu ortam, bu süreci hazırlamıştır. İslam’ın; “toprağı Tanrı’nın mülkü sayan”, onu “eşit paylaştıran”, savaş gelirlerinin beşte birini “savaşa katılamayan bakıma muhtaç insanlara ayıran” v.b. ilkeleri, kamucu bir geleneğe sahip Türklere uygun geliyor ve Emevi baskısıyla çelişen gerçek İslam’ı öğrendikçe ona katılıyorlardı.
Türkler, İslam’ı kabul ederken kimliklerini korudular. Dünya görüşlerine ve yaşam biçimlerine uygun gelen kural ve anlayışları öne çıkardılar. İslamiyeti, bir anlamda kendilerine uydurdular. Etkilendiler ama aynı zamanda etkilediler. Toplumsal dayanışma, eşitlik, yönetim anlayışı, katılımcılık ve adalet anlayışlarını uygun düştüğü için İslamiyeti kabul ettiler.
Hikmet Kıvılcımlı (1902-1971) konuyla ilgili şu saptamayı yapmaktadır: “İlk fütühatçı (zafer kazanan y.n.) gazi Müslüman ululardan hangisi dünya malına mülküne metelik verdi? Cennetle müjdelenmiş ilk İslam halifelerinden hangisi, zengin ganimetlerden, halife hakkıdır diye herkese düşen paydan başka bir leblebi tanesi fazlasını aldı? Hangisi kişi özel mülkü diyerek kamunun ortak malına el uzattı. Bizim atalarımızın gönül verdikleri İslamlık buydu. Bugün Türkiye’nin dağdaki, çöldeki yalın ayak köylüleri, İslamlığa bunun için hala canla başla bağlıdırlar. Atalarımıza karşı duyulan sevgi ve saygı da bu kaynaktan fışkırır...” 1
Bilimin Gücü
Türkler, daha sonra giderek artan biçimde Arap topraklarının içine girdiler ve her yerde olduğu gibi Araplar içinde de etkili bir unsur oldular. Kabul edip sahiplendikleri Müslümanlığı yaymakla kalmadılar, ilahiyat ve hukuk başta olmak üzere, ona kuramsal katkıda bulundular.
Kuran’dan sonra gelen ve en sağlam hadis kitabı olan Sahihi Buhari’yi, Buharalı bir Türk bilgini olan Mehmet İsmail yazdı. Türk bilim adamı ve düşünürleri; bilgelik, bilim, din, hukuk alanlarında önemli yapıtlar ürettiler, usul kitapları yazdılar. Günümüze dek elden ele dolaşan Hidaye’yi, Merginan’lı bir Türk yazdı. Hint bilim ve bilgeliğini, İslam dünyasına taşıyan Ebu Reyhani Biruni Harzemli bir Türktü. “Türkler’in Müslüman olduktan sonra İslamiyet’e katkıları, Araplar’dan çok oldu”. 2
Abbasiler ve Yükselen Türk Etkisi
Emevi Devleti 750’de yıkıldı. Haşimi soyundan Ebu’l Abbas, II.Mervan’ı yenerek Emevi egemenliğine son verdi. Bilim ve düşüncede gelişmeye açık, yeni bir dönem başlatacak olan Abbasi Devleti’ni kurdu. Abbasi döneminde Türk-Arap ilişkileri, birbirini tamamlayan bir bütünlüğe ulaşarak yeni bir döneme girdi.
Türkler, İslam tarihinin en parlak dönemini yaratan Abbasi Devleti’nin hem kuruluşunda hem de sürdürülmesinde, belirleyici güç olarak yer aldı. Tarihte 8.yüzyıldan 13.yüzyıla dek 500 yıl yaşamış görünen ancak Arap yönetimindeki “gerçek yaşam süresi yalnızca 83 yıl olan” Abbasi Devleti, geri kalan dönemde “Türkler’in eline geçti ve Araplar devletteki yönetim erkini yitirdiler”. 3
Halifeliği Emevilerden alarak Abbasiler’e veren ve halk öykülerinde destansı anlatımlarla bir söylence kahramanı haline gelen Ebu Müslim Horasani (719-755) bir Türk komutanıydı. Devletin yaşatılması ve Halifeliğin 500 yıl Abbasi sultanlarının elinde kalabilmesi, Türkler’in “koruyucu siyasetiyle” mümkün olabilmişti. Bizans sınırına yerleşen Türk boyları, Abbasi Devleti için en büyük güvenceydi. Halifenin Hassa Ordusu (hükümdarı korumakla görevli özel ordu), Horasan ve Samarra garnizonları, tümüyle Türk askerlerden oluşuyordu. 4
754’de Başvezir olan ve Abbasi Devleti’nin mimarı kabul edilen Halit İbn Bermek Belhli bir Türk’tü. 5 Bermek, kısa bir süre içinde devletin işleyişini örgütledi, yeni bir akçalı düzen geliştirdi, orduyu yeniden yapılandırdı ve iç ayaklanmaları bastırdı. Kendinden sonra oğlu Yahya İbn Bermek, uygulamaları sürdürdü. Bermek, İstanbul’u almak için, İslam ordularının başında Üsküdar’a dek gelen, ünlü Harun Reşit’i (766-809) yetiştirdi. Halife Mutasım dönemine gelindiğinde, Hassa Ordusu’ndan ayrı olarak devletin hemen tüm üst düzey siyasi kadroları Türkler’in elinde bulunuyordu.
Türklerin Düzeyi
Mutasım, Bağdat’ın yakınında yalnızca Türkler’in kalabileceği Samra kentini kurmuş, kendini güvende hissettiği için yaşamını, ölene dek bu kentin ortasında sürdürmüştü. Türklere o denli güveniyor ve Türk kültürüne öyle önem veriyordu ki, askerlerin Orta Asya geleneklerinden kaynaklanan “milli özellik ve sağlamlıklarını yitirmemeleri için” özel kurallar koymuştu.
Bu kurallara göre, Hassa askerleri ancak Türk kızlarıyla evlenecek ve onları hiçbir nedenle boşayamayacaktı. Askerlerle evlenen kızlar, yaşamları boyunca devlet hazinesinden aylık alacak, buna karşılık “ailelerinden aldıkları terbiyeyi” evlerinde sürdüreceklerdi. 6
“Arapların Herodot’u” olarak tanımlanan ünlü tarihçi Hüseyin El-Mesudi (9.yüzyıl), Abbasi Hassa Ordusu’ndan şöyle söz etmektedir: “Bu ordu genç, dinç, güzel ve levent askerlerden oluşuyordu. Ordu erleri; ipekli elbiseleri, sırmalı kumaşları, sırmalı kılıç askılarıyla herkesin beğenisini ve saygısını kazanıyordu. Bu Türkler sayesindedir ki, Abbasi Devleti’nin etkisi kökleşti, İslam şevketi (büyüklüğü y.n.) yükseldi”. 7
Türkler “Yönetici Sınıf” Oluyor
Türkler’in, İspanya’dan Horasan’a dek yayılmış olan Abbasi İmparatorluğu’nda, yönetici sınıf haline gelerek İslam toplumuyla kaynaşması, Orta Asya’da geniş ilgi uyandırdı. Türkler artık, Emevi döneminde olduğu gibi köle kabul edilmiyor, İslam toplumunun saygın üyeleri oluyordu. Bu nedenle Fergana, Sağdiyan, Üsrusana ya da Tohoristan’daki Türk boyları Abbasi halifeliğinin uyruğu olmakta artık alçaltıcı bir durum görmüyorlardı. Çünkü bu İmparatorlukta gerçek egemenler Araplar değil, Türklerdi.
Bu egemenlik o denli gerçekti ki; örneğin, 862’yle 872 arasındaki on yılda tam dört halife, Türkler tarafından tahttan indirilmiş ve onların yerine başkaları çıkarılmıştı. Bu dönemde Türk kumandanlar, Bağdat halifelerini hemen tümüyle kendilerine bağlamışlar onları yönetir duruma gelmişlerdi. 8
Yedisu bölgesiyle Seyhun’un Doğu ve Kuzeyindeki Karluklar, Seyhun’un aşağılarına dek gelen Oğuzlar, Batıdaki bu gelişmelere kayıtsız kalmadılar, “Seyhun boylarından Irak’a doğru” bir “Türk akını” başladı. İslam tarihinin düşünce ve inanç özgürlüğü bakımından en parlak dönemi olan Halife Vasık devrinde, bu “akın” üst düzeye çıkmıştı. 9
Yöneticilikten Devlet Kurmaya
Arapların yaşadığı topraklarda kurulan ilk Türk devleti, Mısır’da kurulan Tolunoğulları’ydı (868-905). Daha sonra yine Mısır’da Akşit (935-969) ve Memluk (1250-1517) devletleri kuruldu. Samanoğulları (874-999), Karahanlılar (932-1212), Gazneliler (962-1183), Gorlulular (1148-1215); İran Yaylası ile Orta Asya’da kurulan ve Araplarla ilişki geliştiren diğer Müslüman Türk devletleriydi.
Büyük Selçuklular, Mısır dışındaki Abbasi topraklarının tümünü egemenlikleri altına aldılar, egemenliklerini daha sonra Anadolu’ya dek genişlettiler.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde; Arabistan, Mısır, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu, yani Araplar’ın yaşadığı toprakların tümünü ele geçirdiler. Müslümanlığı, Hindistan’dan Avrupa’nın içlerine dek, çok geniş bir alana yaydılar.
İranlı tarihçi Yahya Armajani, 1970 yılında İngilizce olarak yayımladığı Middle Eeast, Past and Present adlı yapıtında, bin yıllık Türk egemenlik döneminin, Araplar ve İslamiyet için taşıdığı önemi şöyle dile getirecektir: “İslam, Türkler’e çok şey borçludur. Eğer Türkler tarih sahnesinde görülmemiş olsalardı, Müslümanlığın başına neler geleceğini görmek zor değildir. Selçuklu Türkleri; Abbasi yönetimini, bir yandan Şii Fatımilere, diğer yandan Haçlılar’a karşı korumuşlardır. Anadolu’ya İslam’ı yerleştirenler onlardır; İslam bayrağını Viyana kapılarına dek götürenler, yine onlardır”. 10
Abbasi Aydınlığı
Abbasiler’den 20.yüzyıla dek bin yıl Türk yönetimi altında yaşayan Araplar, bu uzun süre içinde tarihlerinin en çatışmasız ve huzurlu dönemini geçirdi. Egemenlik altına aldığı her topluma gelişmeye dayanan yasal haklar tanıyan Türk yönetimi, Araplar’a herkesten daha çok, hatta kendi halkına bile tanımadığı ayrıcalıklar verdi. Osmanlı yönetimi, dörtyüz yıl boyunca onları dış saldırılardan korudu; Arap vilayetlerine kimseye vermediği özerklik hakları tanıdı 11 ; Arap unsurunu “incitmemek” için her şeyi yaptı.
Prof.Zeine, Türklerin egemenliği altına aldığı toplumlara ve Araplar’a karşı tutumu için şunları söyleyecektir: “Türkler İmparatorluklarındaki Türk olmayan unsurları sindirmek için hiçbir girişimde bulunmamışlardır. Araplar, bu unsurların arasında en büyük olanıydı. Öyle ki, Arap vilayetlerinde Türkler ‘yabancı’ gibi kalıyorlardı”. 12
Osmanlı İmparatorluğu’nda Araplar, Müslüman oldukları için Hıristiyan uyrukluların verdiği haraç ve cizye vergileri ödemiyor, askere gitmiyor, angaryada çalıştırılmıyorlardı. Kavm-i necip (soyu temiz kavim) denilerek yüksek saygı görüyorlar, korunmaya layık halkların en başında yer alıyorlar ve dünyanın hiçbir devleti tarafından rahatsız edilemiyorlardı. “Kutsal yerlerin bakımı için” Mekke emirine düzenli ve yüksek para yardımı yapılıyordu.
1 “Osmanlı Tarihinin Maddesi” Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Tarihsel Maddecilik Yay. 1974, sf.14
2 “Tarih II. Kemalist Eğitimin Tarih Kitabı” Kaynak Yay., 3.Bas. 2001, sf.163
3 “Türkler’in Dini”, Fuat Bozkurt, Cem Yay., 1995, sf.189
4 Ana Britannica, 1.Cilt, sf.13
5 “Tarih II. Kemalist Eğitimin Tarih Kitabı” Kaynak Yay., 3.Bas. 2001, sf.149
6 a.g.e. sf.149, 151 ve 160
7 a.g.e. sf.157
8 a.g.e. sf.151
9 a.g.e. sf.156
10 “Middle East, Post and Present” Yahya Armajani, Prentice Hall Inc. NewJarsey, 1970, sf. 157 ak; a.g.e., sf.233-234
11 “Türk Arap İlişkileri ve Arap Milliyetçiliğinin Doğuşu” Z.N.Zeine, “Türk Arap İlişkileri ve Arap Milliyetçiliğinin Doğuşu” Gelenek Yay., 2003, sf.19
12 The Resources of Turkey” J. Lewis Farley, sf. 2, 3; ak. Z.N. Zeine, “Türk Arap İlişkileri ve Arap Milliyetçiliğinin Doğuşu” Gelenek Yay., 2003, sf.19
Metin AYDOĞAN, 24 Mart 2016