Tutuculuk ve Faşizm
Tutuculuk, liberalizmin karşısında topraksoyluların bir savunma ideolojisi olarak doğdu. Oluşurken, kendisinden önce varolan, Eflatun'dan bu yana uzanan tutucu düşünce birikiminden de yararlandı. Liberalizmin üzerinde yükseldiği eşitlik ve özgürlük ilkelerinin çürütülmesine öncelik verdi.
Gerek liberalizm gerekse sosyalizm çıkış noktasında iyimserdir, insanın iyi doğduğunu, ama koşulların onu bazı durumlarda kötü yaptığını, örneğin suça ittiğini savunur. İnsan akıllıdır ve kendisi için neyin iyi neyin kötü olduğunu seçebilecek yetenektedir. Oysa tutucu düşünce, sıradan insanın kötü, bencil olduğu, kendi çıkarını göremeyeceği inancından hareket eder. İnsanlar eşit yaratılmamışlardır ve ilke olarak, büyük çoğunlukla, kendi çıkarını ikinci plana atabilen, yetenekli, akıllı ve en önemlisi de iyi olarak doğmuş küçük azınlık arasında büyük bir fark vardır. Kendi çıkarlarını görmekten aciz kitleleri, bu seçkin azınlığın yönetmesi, yönlendirmesi toplumun da yararınadır. Uygarlık ancak böyle gelişebilir. Topraksoyluların aile çevresi ve eğitim olanakları, seçkinlerin en iyi biçimde yetişmesini sağlamaktadır.
Eşitlik ve özgürlük istenebilir şeylerdir, ama doğaya, yani Tanrı'nın iradesine uygun değildir. Doğal olan krallıktır ve topraksoyluların yönetimidir. Bütün ülkelerde bu tür yönetimin bulunması, Tanrı'nın böyle istediğini kanıtlamaktadır. Buna karşı gelmek, Tanrı iradesine karşı gelmek anlamı taşır. Eşit yaratılmayan, kendi çıkarını bilemeyen insanın özgür olması, kendisine ve topluma yarar değil, zarar getirir.
Liberalizme göre çok daha akılcı ve tutarlı olan tutucu ideolojinin Avrupa'da etkisinin sürmesinde, kilisenin desteği büyük rol oynamıştı. Ama zamanla olaylar tutuculuğu zayıflatmaya başladı. Cumhuriyet rejimleri kurulup çoğaldıkça, eski rejimin, eşitsizlik ve özgürsüzlüğün Tanrı'nın iradesi olduğu görüşü kendiliğinden çürüdü. Kilise ise yavaş yavaş etkisinin bir bölümünü yitirdi ve yeni toplumsal güçlerle, yani kentsoylularla uzlaşma yoluna girdi.
Faşizmi, tutucu ideolojinin çağdaş kalıplar içindeki bir uzantısı sayabiliriz. Çıkış noktasında her iki ideoloji de eşitliksizci, özgürlük karşıtı, seçkinci, maddeci değil ülkücü, akıl değil duygular üzerine kuruludur.
Faşizm, ikinci Dünya Savaşı öncesinde, bu ad altında Mussolini İtalyasında somutlaştı. Hitler Almanyasında ise Nazizm adını aldı. İspanya ve Portekiz gibi ülkelerde, Franco ve Salazar yönetiminde uzun ömürlü faşist eğilimli rejimler görüldü. Şili'deki Pinochet yönetimi ve benzerleri de aynı sınıflandırmada yer alabilir.
Marksizmin tersine, faşizm, bilimsel verilerden hareket eden, tutarlı ve kapsamlı bir inanç sistemi oluşturmaz. Çünkü, daha çıkış noktasında, kendisine esin kaynağı olmuş düşünürlerden başlayarak, insan aklının gücünü yadsır. Dış dünyanın ve özellikle de insan tarihinin anlaşılmaz olduğunu savunur. Schelling'in deyimiyle, "insanın bizzat kendisi en anlaşılmaz şeylerden biri iken, onun ve eyleminin dünyayı anlaşılır kılması" düşünülemez.
Faşist düşüncenin temel kaynaklarından biri olan Schopenhauer'e (1788-1860) göre, insanoğlu sonsuza kadar sefil kalacaktır, insanlığın acılarını hafifletmek için hiçbir şey yapmak olanağı yoktur, insan bencil yaratılmıştır ve siyasal eylemle de bir sonuç elde edilemez. Aynı "umutsuzluk felsefesi"ni paylaşanlardan Kierkegaard'ın buna karşı önerdiği çözüm ise, "Hıristiyan inancı"na yeniden dönmek, kendi mantığına değil, dinsel inancına güvenmektir.
Görüldüğü gibi, faşist düşüncenin temelinde; Descartes'dan Kant'a, Hegel'e kadar uzanan, insan aklına ve insanın bilinçli eyleminin koşulları değiştirebileceğine inanan bir felsefe çizgisine karşı tepki yatmaktadır. Bu tepkide yer alıp faşizmi belki de en çok etkileyen düşünür ise Nietzsche'dir (1844-1900). O'na göre, insanlık bir çöküş dönemindedir. Ancak en yetenekli insanlar gerçekten insancıl bir yaşama yükselebilirler. Öyleyse büyük çoğunluğun bu küçük seçkin kesim için çalışması ve ona boyun eğmesi zorunludur: "Yüksek bir kültür, ancak toplumda iki farklı kast'ın bulunduğu bir ortamda doğabilir: çalışanlar ve yetenekli oldukları için boş zamanları olanlar. Daha açık söylemek gerekirse: zorunlu çalışma kastı ve özgür çalışma kastı." Doğa olarak aşağı yaratılmış olanlar bundan zaten rahatsız olmazlar, çünkü yeterli duyarlılıkları yoktur. Halklar da, tıpkı bireylerde olduğu gibi, iki ayrı doğada yaratılmışlardır: Üstün olanlar ve aşağı olanlar. Onlar arasında da, üstün olanların hükmetmesi gerekir.
Nietzsche, "çağdaş dünyanın en büyük hatası"nın, Avrupalı işçinin "insanlık gururunun bilincine varması"na izin vermesi olduğu kanısındaydı. Şöyle diyordu: "Azla yetinecek, Çinli benzeri, alçak gönüllü bir tür insanın oluştuğunu görmek umudundan tamamen vazgeçmek gerekiyor. Oysa aklın gereği, zorunluk bu yöndeydi... Amacı isteyen, aracı da ister. Eğer köleler istiyorsak, onlara efendi eğitimi vermek anlamsız bir şeydir."
Faşizmi dolaylı olarak etkileyen düşünürlerden birisi de Georges Sorel'dir. (1847-1922). Sorel'in öğretisinde faşizmi etkileyen öğe; şiddetin topluma canlılık kazandıracak bir araç olarak övülmesi ve egemen sınıflara, işçilerin istekleri karşısında örgütlü bir direnç göstermeleri için yapılan çağrıdır.
Faşist düşüncenin önemli bir basamağını da Pareto (1848-1923) oluşturur, İtalyan düşünüre göre, insanların mantık dışı eylemleri, mantıklı eylemlerine göre çok daha fazla ve çok daha önemlidir. Sermaye sahipleri ile emekçiler arasındaki kavgayı durdurup topluma barış getirebilecek güçlü rejim ise, teknik adamların diktatörlüğüdür. "Seçkinlerin Dolaşımı" ile en önemli seçkinci kuramlardan birisini oluşturmuş olan Pareto, 1789 Fransız Devrimi'ni kastederek şöyle demektedir: "Eğer Fransız yönetici sınıfı güç kullanmanın yararına inansaydı ve güç kullanabilecek iradesi olsaydı, elindeki iktidarı yitirmezdi ve kendi çıkarına çalışırken, aynı zamanda ülkesinin de çıkarına hizmet etmiş olurdu. Bütün tarihsel olaylar gösteriyor ki, eğer korumak için yeterli gücü ve enerjisi yoksa, hiçbir toplumsal sınıf varlığını ve iktidarını uzun vadede koruyamaz." Sınıf çatışmaları devrim yaratabilir. Ama devrim, kitleleri eskisi kadar ezen yeni bir seçkin tabakayı iktidara ulaştırmaktan başka bir şeye yaramaz.
Pareto'nun yaşamı, demokratik ve insancıl düşüncelerle savaşmakla geçti. Sadece demokrasi karşıtı değildi, aynı zamanda çok katı bir ırkçılık ve emperyalizm yanlısıydı. 1922'de İtalya'da faşistler iktidara gelince, Mussolini kendisini senatör olarak atadı.
İktidara geldiği ülkelerde zamanla büyük sermaye ile bütünleşen faşizm, aslında orta sınıfların ideolojisidir. Faşist düşünürler, isçi sınıfından olduğu kadar büyük sermayeden de hoşlanmazlar. Tıpkı, proleterleşmek korkusu ile komünizme karşı oldukları kadar, gene aynı korku içinde kapitalizmin gelişmesine de karşı olan orta sınıfların geniş bir kesimi gibi. Faşist düşüncenin önemli isimlerinden biri olan Werner Sombart (1863-1941) kapitalizm ile sosyalizm arasında gerçekten büyük farklar olmadığını savunmaktadır. Üstelik gelecekte "ne kapitalist ne sosyalist" olan, bireysel üretimin, el sanatlarının, küçük girişimlerin, "köylü ekonomisi"nin varlığını koruyacağı sistemler de yaşayacaktır. Hitler, iktidara gelmesinden bir yıl sonra yayınladığı "Alman Sosyalizmi" kitabında, sisteminin merkezine "orta sınıflar"ı yerleştirmiştir. Kapitalizmin yıkılmaması, ama "şefin emrine girmesi ve iktidarın seçkinlere verilmesi gerektiğini yazmıştır. Halkın doğasını "kan ve tarih"in belirlediğini vurgulaması ise, faşizmin ırkçı yanının ilginç bir belirtisidir.
Liberalizm ve sosyalizmde ana hedef bireyin mutluluğu iken, faşizmde önemli olan devlet ya da ulustur. Birey, devleti ya da ulusu için feda edilebilir. Birey amaç değil bir araçtır. Devlet her şeyin üstündedir ve her şeye karışır. Hiç bir şey devletin dışında ya da karşısında olamaz. Birey, bir hücre olarak ailenin, grubun, toplumun bir parçasıdır.
İnsanlar doğuştan eşit değildir. Bazıları yönetmek, bazıları ise yönetilmek için yaratılmıştır. Kötü ve yetersiz olan kitleler, seçkinlerin ya da çok üstün yaratılmış tek bir seçkinin buyruklarına boyun eğmelidir. Eşit olmayan inanlara eşit oy hakkı tanıyan seçim bir saçmalıktır. Aptalla akıllı, bilgisizle bilgili, kadınla erkek eşit olamazlar. Yığınlar basit ve değersiz, kısa vadeli isteklerinin üzerine çıkamazlar.
Gerek "Duçe" (Mussolini) gerekse "Führer" (Hitler) zanan zaman halkoylaması yaparak kendilerini onaylatmak gereğini duymuşlardır. Ama ikisi de iktidarlarını halktan değil, Tanrı'dan almaktadırlar. Hitler halk onayladığı için değil, "Führer" olduğu için, doğal olarak iktidara sahiptir. Bu nedenle de iktidarı sınırsız ve denetimsizdir. Liberalizm "ahlak dışı" bir ideolojidir. Parlamenter demokrasi "sorumsuzluk ve güçsüzlük" rejimidir. Hitler'e göre; "Vaktini ahmak parlamenterleri ikna etmekle geçiren bir bakan iş göremez".
İnsanlar eşit yaratılmadıklarına ve aralarında büyük farklar bulunduğuna göre, tartışmaya ve demokrasiye yer yoktur. Büyüğe ve en üstte de "şef"e boyun eğme esastır, insanlar eşit yaratılmadıkları gibi, ırklar da eşit yaratılmamışlardır. Üstün ırkların aşağı ırkları yönetmeleri, onların ve tüm insanlığın yararınadır. Üstün öndere boyun eğmeyen bireye, üstün ırka boyun eğmeyen aşağı ırka karşı şiddet kullanılması doğaldır. Barışçılık korkaklıktır ve insanların ve ulusların içindeki yaratıcı ateşi söndürür, İtalya'da genç faşistlere şu ilke aşılanmıştır: "Bir ömür boyu koyun gibi yaşamaktansa, bir gün aslan gibi yaşamak daha iyidir."
Faşizm, sınıflar arasındaki çelişkileri ortadan kaldırmayı öngörür. "Tek şef, tek parti, tek devlet" anlayışı içinde, bütün toplum kesimleri tek bir örgütte temsil edilecek, tüm istekler orada dile getirilecek ve devlet de bunları gerçekleştirecektir. İşçi de işveren de, sermaye sahibi de emekçi de "Üretimciler Birliği" içinde bir aradadırlar, işçilerin ayrıca örgütlenip ağırlığını duyurması yolu tıkalı bulunduğundan, bu sistem içinde işçilerin susması ve büyük sermayenin isteklerine göre ekonomiye yön verilmesi sağlanmış olmaktadır. Sınıflar arası çatışmanın yerini ulusal birliğin alması amacına böylece ulaşılmaktadır.
Mussolini, "Kurduğumuz rejim kusursuz olduğu için muhalefete gerek yoktur" diyordu. Büyük sermaye çevreleri, kilise ve ordu, rejimin üzerine oturduğu sacayağını oluşturmaktaydı.
Faşizmin geliştiği İtalya, Birinci Dünya Savaşı sonrasında "Büyük İtalya" düşlerinin yıkıldığı bir ülkeydi. Ağır toplumsal ve ekonomik sorunlarla karşı karşıya bulunuyordu, işçi ve köylü işgalleri yaygınlaşıyor, komünizm ideolojisinin sağladığı toplumsal destek büyüyordu. Orta sınıflar, bir yandan komünizmden, öte yandan da büyük sermayenin rekabetine dayanamayıp proleterleşmekten korkuyorlardı. Zamanı durdurmak, tekrar eski günlere dönmek düşü içindeydiler. Hem komünizme hem de kapitalizme karşı, çelişkili duygular içindeydiler.
Faşizm başlangıçta bu toplumsal tabanın gereksinmelerine yönelik gibi iken, iktidar olduktan sonra tamamen büyük burjuvazinin çıkarları doğrultusunda gelişti.
Nazizmin geliştiği Almanya'da, Birinci Dünya Savaşı'ından yenik ve ulusal gururu kırılmış olarak çıkmıştı, İleri bir sanayi ülkesi olmasına karşılık, dış pazarlar ve hammadde kaynakları İngiltere ve Fransa'nın elindeydi. Sömürgeleri olmadığı için, dıştan içe artıdeğer aktarıp toplumsal yumuşama sağlama olanaklarına sahip değildi. Kamu ve sanayide tekeller egemendi. Bankalar ise sanayi tekelleriyle iç içeydiler. Tekelleşmeler ekonomik güçler arasında denge oluşumunu ve dolayısıyla demokrasiyi zorlaştırıyordu. Dünyadaki 1929 ekonomik bunalımı iflasları ve işsizliği arttırmıştı. Orta sınıfların özellikle küçük esnaf ve küçük çiftçi kesimi, sınıfsal temellerini yitirme korkusu içindeydi. Toplumsal karışıklıklar artmış, komünistler güç kazanmaya başlamıştı.
Naziler işte bu ortamdan yararlanarak iktidar oldular. Alman ırkının üstünlüğünü, eski sömürgelerin geri verilmesi gerektiğini, kötülüklerin kaynağının yahudiler olduğunu, tüm Almanların aynı bayrak altında toplanmaları gerektiğini, parlamenter sistemin değersizliğini savundular. Eğitim sistemi devlete saygı temeli üzerine kurulmalı, orta sınıflar yeniden güçlendirilmeliydi. Tekellerin kamulaştırılacağını, toptancı ticaretin kârının paylaştırılacağını, büyük mağazaların küçük esnafa kiralanacağını, toprak reformu yapılacağını, üretime katkı yapmadan kazanç sağlayan "mali kapitalizme" karşı önlem alınacağını vaat ettiler. Ama iktidara geldikten sonra, büyük sermayenin çıkarları ile çatışan hiçbir adım atmadılar.
Prof. Dr. Ahmet Taner KIŞLALI