Uğur Mumcu ve Cem Ersever Cinayetleri Arasında Bir Bağ Var Mı?
Bu iki cinayetin ardından Türkiye karanlığa gömülmüş ve bu karanlıklarda, Mumcu ve Ersever tarafından dikkat çekilen tehlikelerin hepsi başımıza gelmiş ve bu proje 2003 Körfez Savaşı sonunda da fiilen hayata geçirilmiştir.
Yıl 1991. Mart’ın 13’ü. Uğur Mumcu, Ankara’daki bürosunda oldukça öfkelidir. Devlet makamlarının Irak’lı iki peşmergeyi, Barzani ve Talabani, muhatap almış olmasına çok içerlemiştir. O’na göre devlet, bunu yapmakla, güç ve otorite kaybetmektedir. Çalışma masasına geçer. Beyaz bir sayfa açar. Kalemini alır. Yazmaya başlar ama öfkesi ve düşünceleri, belli ki dinmemiştir, yazdıklarından daha ağırdır;
“Celal Talabani ve Mesut Barzani hangi “sıfat’ ile Türkiye’ye çağrılıyor? Dışişleri sözcüsünün ‘gayri resmi nitelik’ taşıdığını ileri sürdüğü bu gizli görüşme ‘devlet ‘ adına nasıl yapılabiliyor? Devlet adına kim, nasıl yetki kullanıyor? Bu ülkede Dışişleri Bakanlığı yok mu? TBMM yok mu? Hükümet yok mu? Genelkurmay yok mu? Bu gibi konuların görüşüldüğü Milli Güvenlik Kurulu yok mu? Yetkili kurumlar ve kurullar yok mu? Partiler yok mu? Kamuoyu yok mu?”
Aynı yıl, aynı ay, belki de aynı gün ve saatlerde, jandarma istihbaratının güçlü isimlerinden Binbaşı Ahmet Cem Ersever, Şırnak’taki bürosunda, 1991 yılı itibariyle Irak’taki gelişmeleri üst makamlara rapor etmektedir. Durum endişe vericidir. PKK terör örgütü, terör boyutunu aşmış ve artık siyasi bir projeye dönüşmüştür. Kürtleri Saddam’a karşı korumak için Irak kuzeyine getirilmiş olan ABD’li Çekiç Güç, koruma görevinin ötesinde, yeni ve ayrı bir devlet kurmak için Irak’ı şekillendirmektedir. Durum çok can sıkıcıdır. ‘Umarım, beni anlarlar’ diyerek alır kalemi ve hiç çekinmeden yazar;
“Çok açık olarak ifade ediyorum; bu bölgede (Kuzey Irak) emperyalizmin denetiminde bir Kürt devleti kurulmak isteniyor. Apo, önderlik sorununa ilişkin kitabında, bütün Kürdistan’ı parçalara ayırmıştır. Bu parçalardan Türkiye Kürdistanı’nın tüm Kürdistan’a önderlik edeceğini yazmıştır. Şimdi parçada önderlik değişti. İpleri elinde tutan emperyalistler, şimdi Kuzey Irak’ta kendi denetimlerinde bağımsız bir Kürt devleti kuracaklardır. Daha sonra, Türkiye, İran ve zamanla Suriye’de çıkan kargaşalıklara bu Kürt devleti, ‘size yardımcı olayım’ diyecektir. Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuzey Irak’la ilişkisi PKK temelinde şekillenmiştir. Bu yanlıştır. Sonuçta işte Talabani gibi siyasi bir fahişe çıkar, PKK’yı koz olarak kullanır…”
Binbaşı Ersever böyle diyedursun, Uğur Mumcu’nun ise öfkesi hala dinmemişti. İzlenen siyasetin yanlışlığını tüm gücüyle haykırmasına rağmen, sesi beklenen etkiyi yapmıyor ve ülkede değişen bir şey olmuyordu. Türkiye emperyalistlerin tuzağına düşürülmüş ve bu tuzak içinde körlemesine sürükleniyordu. Mumcu yeniden kalemini bir hışımla aldı ve ülkeyi yönetenlere yol gösterircesine yeniden yazdı;
“Kürt sorunu, ülke topraklarından parçalar kopararak değil, din ve mezhep ayrımlarını silahlı çatışmalarla körüklemekle değil, ABD ve CIA destekli Kürtçülükle değil, Edirne’den Ardahan’a, Ağrı’dan İzmir’e, Diyarbakır’dan Antalya’ya kadar her yerde ‘insan haklarına saygıyla’ çözümlenir. Türk’ü Kürt’e, Kürt’ü Türk’e, Alevi’yi Sünni’ye düşman eden bu emperyalist siyasetin Türkiye’ye neler getireceğini görmemek için kör ve sağır olmak gerekir. Ya da ‘gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde’ olmak!”
Uğur Mumcu, Türkiye’nin içine çekildiği bu tuzağı inatla yazıyor, anlatıyor ve fırsat bulduğu her yerde açıkça konuşuyordu. Emperyalizme karşı mücadelesinden, ‘bağımsız ve özgür bir ülke’ amacından asla vazgeçmeyecekti, bu açık ve netti. Gerçekten de Türkiye, bir bilinmeze değil, sonu belli bir yolda sürükleniyordu. 1991 Körfez Savaşı’nda ‘bir koyup üç alacağız’ diyen Özal’ın izlediği siyaset, söylenenin aksine bir yanda Irak’ı parçalıyor, öte yanda da Türkiye’yi ‘etnik ve dini temelde’ farklılıklar üzerinden ayrıştırıyordu. Gidişat iyi değildi. Aynı dönemde, bu tehlikeyi bir başka köşede ve bir başka açıdan gören bir Binbaşı da üst makamlara, Mumcu ile benzer düşüncede, rapor üstüne rapor gönderiyordu;
“‘Şemdinli’ye dikkat, Şemdinli’ye dikkat edin’. Apo ‘Her şey Bir parça özgür vatan’ sloganındaki özgür vatanın Şemdinli olacağını söylüyor… A. Öcalan’ın 92 yılı hedefi; Botan- Behdinan savaş hükümetini kurmak, ulusal meclis için seçimleri yapmak ve batı illerinde yeni bir örgütlenme ile batı da terörü tırmandırmaktır…”
Botan, Van-Hakkâri-Şırnak illerimizin çevrelediği bölgedir. Behdinan ise, Hakkâri-Şırnak hattının güneyindeki Irak topraklarıdır. Ersever’in dile getirdiği bu sözde savaş hükümetinin Türkiye’deki merkezi Şemdinli, Irak’taki merkezi ise Zaho olarak planlanmıştır. Öcalan bir yanda terörün şiddetini tırmandırırken, bir yandan da halk isyanı hazırlamakla meşguldür. Uğur Mumcu, bu kara planı açıkça haykıran en güçlü isimdir. ‘Ulusal kurtuluş savaşları, emperyalist devletlerin gizli istihbarat örgütlerine ve bu devletlerin siyasetlerine güvenilerek yürümez. İngilizlerin 1920-1930 yılları arasındaki Kürt siyasetleri, 1974 yılındaki Barzani Carter-CIA ilişkileri ve Bush’un en son ‘Kürt Oyunu’ bu gerçeğin en güçlü kanıtlarıdır’ diyerek, dikkatleri kurtuluş savaşımızda çıkarılmış olan isyanlara ve ardındaki emperyalist siyasete çekmektedir. Mumcu haykırmakta ve ‘Lozan ile Cumhuriyet’i kuran Türkiye, izlediği ABD yanlısı siyaset ile Sevr’e geri dönüyor’ demektedir;
“Çekiç Güç’ün amacı, ‘Federe Kürt Devleti’nin kurulması ve kurulan bu devletin Batı askeri gücüyle korunmasıdır. Bu sonuç, Kürtler açısından Kürtler’e özerklik veren 1920 Sevr Anlaşması’nın 64. Maddesinin gerçekleşmesidir… Çekiç Güç’ün koruması altında ve Amerikan mandacılığında bir Kürt devleti kuruluyor…”
Yıl 1992. Mumcu ve Ersever devleti yönetenleri yazdıkları ve konuştuklarıyla ikaz ededursun, bu sırada Öcalan Botan-Behdinan sözde savaş hükümeti kurabilmek için isyan hazırlıklarına başlamıştır bile. Bu hazırlıkları yakından izleyen Binbaşı Ersever, belki de son bir çırpınışla, bu tehlikeli gidişatı belirten raporunu yazar, imzalar ve hemen gönderir;
“Apo, militanlarına verdiği talimatlarda isyan konusunu özellikle vurguluyordu; ‘Genel bir ayaklanmaya hazırlanın, tarihi gün gelip çattı. Silahı olmayan silahlansın, parası olmayan silahı PKK’dan istesin. Her ev bir sığınak hazırlasın. Evlerinize gerekli malzemeyi stok edin. Ayaklanma komiteleri kurun. Herkes gücü oranında ayaklanma komitelerine yardımcı olsun’ şeklinde talimat gönderiyordu…”
Aynı süreçte Uğur Mumcu da, bu tehlikeli gidişatı tespit etmiştir. Yönetenlerin bu gelişmeler karşısındaki suskunluğu, ilgisizliği, gafleti, adına ne derseniz, Mumcu’yu çileden çıkarmaya yetmiştir. Tehlike kapıdadır ve söz konusu vatandır. Bir araştırmacı-gazetecinin yazabileceği en ağır dille köşe yazısını tamamlar ve kamuoyuna duyurmak için baskıya verir. Yazı ertesi sabah Hürriyet Gazetesi’nde yayımlanır;
“Güneydoğu’daki olayları, ne yazık ve ne acı ki Lübnan iç savaşındaki olayları izlercesine izliyoruz. Güneydoğu’da bir iç savaş başlıyor! Uyanın…Uyanın…Uyanın…Uyanın artık!...”
Mumcu doğru söylüyordu, Cem Ersever’in raporlarında yazdıkları da doğruydu…
Şimdi soru şudur: Uğur Mumcu’yu kim öldürdü ve neden öldürdü?
Aynı soru Cem Ersever cinayeti için de sorabiliriz; kim ve neden?
Mumcu ile Ersever bu yazdıkları için, bu anlattıkları için öldürüldü, yazılmasın, anlatılmasın ve halk tarafından da bilinmesin için. Bu iki cinayetin ardından Türkiye karanlığa gömülmüş ve bu karanlıklarda, Mumcu ve Ersever tarafından dikkat çekilen tehlikelerin hepsi başımıza gelmiş ve bu proje 2003 Körfez Savaşı sonunda da fiilen hayata geçirilmiştir. Mumcu ve Ersever yaşamış olsaydı, belki de kamuoyu iş işten geçmeden bu tehlikelerin farkına varacak ve belki de bu tehlikeleri yok etmek için harekete geçecekti ama olmadı…
Mumcu ve Ersever’i kim öldürdü derseniz, cevap net ve açıktır: bu projenin sahibi kim ise öldüren de odur…
Kabrinde rahat uyu Uğur Mumcu, bizimle paylaştığın fikirler sonucu artık tehlikenin farkındayız ve mücadele ediyoruz, kabrinde rahat uyu, Atatürkçü Düşünce sisteminin şekillendirdiği Türkiye Cumhuriyeti sonsuza dek yaşayacaktır…
Kaynak: Çarçella ve İhaneti Gördüm…
Erdal SARIZEYBEK, 24 Ocak 2012
erdalsarizeybek@gmail.com