Takvimler 24 Ocak 1993'ü gösteriyordu. Demek ki ben o zaman sekiz yaşındaydım. Çocukluğumun henüz başlarındaydım. Buna rağmen çok iyi hatırlıyorum o kara günü. Bütün televizyonlar o kan kokulu sokağı ve kana boyanan arabayı gösteriyordu. Araba paramparçaydı, içinde bir adamın cansız bedeni öylece duruyordu. İşte, ruhu bedeninden ayrılan ve gökyüzüne usulca yükselen kişi Uğur Mumcu'ydu... Etrafa saçılan şarapnel parçaları henüz soğumamıştı. Onların kavurucu sıcaklığını vücudumun her zerresinde hissediyordum sanki. Yerdeki kıpkırmızı kanlar henüz pıhtılaşmamıştı. Yüreğim kankırmızı bir hüznü taşıyordu, yüreğim bu acıyı kaldıramıyordu. Gözlerim ağlamaklı oluyor, kelimeler boğazıma düğümleniyordu. Ocak ayının çok iyi bildiğimiz, resmen iliklerimizde hissettiğimiz o dondurucu ve insanı adeta hayattan soğutucu ayazı benim de içime işliyordu. Fakat vücudum bu sefer soğuktan değil, tüyler ürpertici o alçakça, o vahşice, o haince, o kalleşçe, o insanlık dışı cinayetin meydana gelmesinden ve ekranlardaki görüntülerin zihnime çivilenmesinden dolayı titriyordu. Kanallar, yayınladıkları programlara acilen ara veriyor, soluğu soluğuna olay yerine bağlanıyordu. Muhabirler, Ankara'nın o puslu ortamında gelişmeleri sıcağı sıcağına aktarıyordu. Onlarca, yüzlerce, binlerce kelime havada uçuşuyordu. Duyduğum her cümle bende Muhammed Ali'nin rakiplerine karşı savurduğu sağlı-sollu kroşeleri gibi bir etki bırakıyordu. Kimyam bozuluyor, dengem sarsılıyordu. Hakem, ondan geriye doğru teker teker sayıyordu. 10, 9, 8, 7, 6, 5, 4, 3, 2, 1... Ve zilin sesi duyulmuştu. Korktuğum şey olmuştu: Nakavt! Yani Uğur Mumcu artık bu dünyada, o çok güvendiği halkının arasında yoktu. Namuslu, dürüst, cesur, bilge, keskin, devrimci bir kalem daha hiç beklenmedik zamanda ve hiç istenmedik biçimde kırılmıştı. Karanlık güçler tarafından aydınlığa kahpe bir kurşun daha sıkılmıştı. Toz dumana karışmıştı. Gökyüzünü simsiyah bulutlar çepeçevre sarmıştı. Halkımız yine kopkoyu karanlıklarda bırakılmıştı. Aydınlık bir geleceğe, güzel günlere olan inancımız aydın bir gazeteciyi/yazarı daha kaybettiğimizdendir ki, artık biraz daha azalmıştı. Yüreklerimiz çok acımıştı, canlarımız çok yanmıştı. Bu ülkenin yurttaşları birkez daha derinden yaralanmış, hüsran yaşamış ve hayalkırıklığına ugramıştı. Camdan kalplerimiz kırılmış, tuzla buz olmuştu. Ve gayet iyi biliyorduk ki birileri yine kirli çıkarları uğruna bu tezgahı kurmuştu. Biliyorduk ki bütün bunları planlayanların suratlarında iğrenç, sinsi bir görüntü oluşmuştu. Onlar koltuklarına rahatça yayılıp kan kokan pis ellerini ovuşturmuştu. Satranç tahtasında Türkiye üzerine oyunlar oynanırken hüzünlerimiz isyanlarımız olmuştu...
Cenaze töreninde yurttaşlar sokaklara, caddelere dolmuştu, dolmak da nedir, resmen taşmıştı. Milyonlar sel olup akmıştı. Yeşil arabayla giden yeşil tabutun üzerine binlerce gül atılmıştı. O güller ki dikenlerinden dolayı atan kişilerin belki de ellerini kanatmıştı. Fakat en acı vereni ise yüreklerin kanamış olmasıydı. Bir yandan ellerin ve yüreklerin kanı, öte yandan hem gözlerin hem gönüllerin yaşları sanki kıpkızıl bir ırmağa çevirmişti sokakları. Bir taraftan olağanüstü debisiyle kudurmuş gibi akan, bendini aşan bir ırmak... Bir taraftan insanların gözleri öfkeden dolayı çakmak çakmak... Yakışır mı Türkiye'nin yurttaşlarına, son yolculuğunda Uğur Mumcu'yu yapayalnız bırakmak? Hiç olur onu tek başına ebediyete uğurlamak? Evet böyle bir şey asla olamazdı, böyle bir şey bizlere hiç yakışmazdı. İşyerlerinde milyonlar, evlerde milyonlar, sokaklarda milyonlar layık olduğu şekliyle onu cennete yolladı. O, cennetin kapısındaki meleklerce karşılandı. Cennetin en güzel köşesi onun için ayrıldı. Şimdi o, tam 19 senedir cennette yaşıyor. 19 senedir oradan bizlere bakıyor. Senelerdir ülkesinin ve yurttaşlarının haline yanıyor, gözleri doluyor, ağlıyor. ''Vurulduk ey halkım unutma bizi!'' diye haykırıyor. Hiç duyamayacağımız çığlıklar atıyor...
Sen ki, ''Ben Ankaralıyım. Ankara'nın yerlisiyim. İlkokula orda başladım. Burda devrim ilkokulu vardı. Onun için devrimci oldum herhalde. Öte yanda baraj vardı. Bağların içinden geçilirdi. Solfasol bağları vardı. Benim ailemin bir kısmı da oradan gelir. Solculuğum da herhalde orda sol-fa-sol, iki kere sol olduğu için.'' derdin. Sen böylesine solcu ve devrimciydin, çekirdekten yetişmeydin. Sen ki, ''İnsanlar niçin hapis yatar? Niçin acı çeker, Otağ-ı Hümayun denen işkence karargahlarından geçer, niçin? Bunun bir nedeni var: Daha iyi dünya, daha iyi sosyal adalet, daha ekmek ve özgürlük için.'' ve ''Ben işkencenin olmadığı, düşünce suçunun olmadığı, herkesin silahsız, saldırısız, eşitçe ve özgürce tartıştığı, dinci partiyle marksist partinin kurulduğu bir düzen istiyorum.'' diyecek kadar demokrat bir kalemdin, fikirlerin çatışmasından diyalektik senteze varılmasında hiçbir sakınca görmezdin, ülkeni ve dünyayı değiştirmek isterdin. Sen ki, ''Hangi iktidar din sömürüsüne dayanmış, mutlaka yıkılmıştır.'' ve ''Türkiye'de yasaları aşan bir ayrıcalık sahibi oldu İslamcı ideoloji veya tarikatlar. Bu nedenle laiklik Türkiye'de devlet eliyle son 10 yılda yok edildi. Bunun içinde askeri rejim de vardır.'' derken bir gerçeğe vurgu yapmış, laikliğin önemini dile getirmiştin. Din sömürüsünün karşısına böyle dikildin. Dini yozlaştırıp, insanları sömürenlerin korkulu rüyası haline geldin. Sen ki CIA milliyetçiliğini ve milliyetçilerini kıyasıya eleştirirdin, bu tür milliyetçiliğe prim vermezdin. Çünkü sen Atatürk milliyetçisiydin. Vatan satan milliyetçilerle yoktu hiçbir ilişkin. ''Biz siyaset bakımından karşıtlarımıza özgürlük tanımazsak birer gizli faşistiz demektir.'' derken faşizme karşı sesini yükselttin. Karşıtlarının bile takdirini hak etmiştin. Sen ki, ''Kendisine Atatürkçüyüm diyen insan madde bir: Emperyalizme ve kapitalizme karşı koyar. Madde iki: Uşak olmaz, uşak! Ne Amerika'ya, ne Sovyetlere, ne Çin'e, ne Avrupa'ya! Madde üç: Kuvayı Milliye ruhuna sahip olur, emperyalizme ve kapitalizme karşı halkı örgütler ve başı dimdik olur, tam bağımsızlık ilkesinden söz eder. Atatürk devrimleri için inkılap demez, devrim der devrim!'' sözlerini sarf edecek kadar Kuvayı Milliyeciydin, Kemalisttin, anti emperyalisttin ve birilerinin uşaklığını içine sindiremezdin. Halkçıydın, halkından yanaydın. Cumhuriyetçiydin, cumhuriyet düşmanlarıyla amansız savaşırdın.
Sen ki 15 Haziran 1980'de Cumhuriyet gazetesindeki bir yazında, ''Toplum bütün kurumlarıyla çökmüş, çökertilmiştir. Günlük yaşamımızdan politika sahnesine kadar elimizin değdiği, gözümüzün iliştiği her yerde yeni çürümüşlükler, yeni yozlaşmalar art arda birbirini izlemektedir... Burnumuzun ucuna gelen bu koku, bu yıkıntının,bu çürümüşlüğün kokusudur. Tiksinerek, iğrenerek baktığımız bu düzenden yüzümüzü ileriye doğru çevirip, 'ekmek, gül ve hürriyet günleri için' kavga veren genç, namuslu, yigit insanlara özlemlerimizi ve umutlarımızı yollayalım. Çünkü bu toplumda namuslu ve onurlu kalmasını bilenler yalnızca onlardır.'' (Uğur Mumcu, Batı Kulübünde Dans) diye yazacak kadar hakikatleri korkusuzca dile getirirdin. Toplumun dertlerini kendine sorun ederdin. Çürümüşlüğe ve yozlaşmışlığa tepkini gösterirdin. Bu toprakların cesur ve namuslu insanlarına selam gönderirdin. Gönüllerimize umut tohumları ekerdin.
Şimdi sene 2012. Mumcu'nun katledilişinin üzerinden tam 19 sene geçti. Ne yazık ki aradan geçen bunca zamana rağmen bulunamadı gerçek katilleri ve aydınlatılamadı cinayeti. Çoktan yargılanır ve cezalarını çekerdi, olsaydı eğer Türkiye gerçek bir hukuk devleti. Çok sever çünkü benim güzel ülkem, katillerini baştacı eden zihniyeti!... Bunca senedir Uğur Mumcu'nun yolundan gidenlere, onun konuşmalarını dinlemek ve yazılarını, kitaplarını okumak kalıyor. Bu bayrak yarışında, onlarca yıl başarıyla taşıdığı bayrağı onun elinden alıp yere düşürmeden, pırıl pırıl aydınlık bir ülke kuruluncaya kadar taşımak boynumuzun borcu olsun. Uğur Mumcu'yu unutturmamak, onu eserleriyle ve düşünceleriyle sonsuza kadar yaşatmak, bu topraklardan nice Uğur Mumcular çıkarmak vazifemiz olsun... Her 24 Ocak'ta, Selda Bağcan'ın çocukluğumdan beri her dinlediğimde bana tarif edemediğim duyguları yaşatan sözlerini haykıralım, ''Uğurlar olsun, uğurlar olsun. Hüzünlü bulutlar yoldaşın olsun. Bir keskin kalem, bir kırık gözlük, yürekli yigitlere hatıran olsun.'' diye... Haykıralım ki ışıklar içinde olsun Türkiye. Haykıralım ölesiye, o güzel insan seslerimizi duysun diye. Haykıralım ki, ebedi istirahatgahında huzur içinde uyusun diye. Haykıralım ki kendisinin de bir yazısında seslendiği Ankara'daki, İstanbul'daki işçileriyle, Doğu Anadolu'da elinde avucunda toprak kalmayan köylüleriyle, yine Adana'da beyaz pamuk toplayıp da elleri paramparça olan işçileriyle, milletin efendisi olan çiftçisiyle, kentlisiyle, fakiriyle, yoksuluyla, ezilenleriyle, hor görülenleriyle, kadınlarıyla, çocuklarıyla, gençleriyle velhasıl vahşi kapitalizmden canı yanmış bütün kesimleriyle, hayatı pahasına uğruna mücadele ettiği bütün halkı ona birazcık da olsa vefa borcunu ödesin diye... Katilleri, Uğur Mumcu'yu sahipsiz sanmasın diye... Bu topraklarda yeni Uğur Mumcular filizlensin, boy versin diye... Ülkemizi ve halkımızı koyu karanlıklarda bırakanların şeytanca planları ters tepsin diye... Güneş, hergün bütün aydınlığıyla bu ülkenin üzerine doğsun diye... Emperyalizmin Anadolu coğrafyasında istediği gibi at koşturmasına engel olunsun diye... Umut yolunu bulsun diye... Haydi Türkiye! Şimdi söz ve eylem sırası sende. Bütün gözler senin üzerinde. Susma! Sustukça sıra sana gelecek. Unutma! Bütün bu anlatılanlar senin hikayendir. Hikayene bütün benliğinle sahip çık, sıra sana tekrar tekrar gelmesin diye... Ve son söz: Unutmadık, unutturmayacağız. Her 24 Ocak'ta, Uğur Mumcular ölmez diye haykıracağız. Fikirlerinle ebediyete kadar seni yaşatacağız. Bu topraklardan nice Uğur Mumcular çıkartacağız. And olsun... Uğurlar olsun...