A.K.P. ikitidara geldiğinden beri ülkede ne ağız tadı kaldı, ne huzur, ne de istikrar. Halkı oyalayıp tepki vermez hâle getirmenin yolu Roma’da “pane et circences = ekmek ve oyunlar”, yani gladyatör oyunları idi. Türk siyâsetinde ise son yedibuçuk yıldır galiba var olup saman altından su yürütmek için kullanılan yöntem de sürekli söz dalaşı yapıp gerginlik yaratmak. Son derece düzeysiz ve bir o kadar da niteliksiz bir yöntem.
Türkiye 87 yıllık Cumhuriyet tarihinde hiçbir zaman bu kadar bunalmamış, şimdiki gibi karmakarışık bir süreç yaşamamıştır. Bu sürece yönetim denilemez.Denilmesi sağduyuya sığmaz.
Belli gazeteler ile tv kanalarında her ne kadar “azaldı”, “azalıyor” denilse de, işssizlik toplumun üzerine karabasan gibi çökerken geniş halk kitlelerinde zaten çoktandır kalmayan ağız tadı son zamanlarda gittikçe müzminleşen fakirlik ile yer değiştirdi. Çiftçi, emekli, esnaf, işçi, köylü, memur, sözün özü çalışanların tümü, yani topyekûn millet açıkça perişan! O milleti besleyen ne tarım kaldı, ne de hayvancılık. Üstler, emeklinin ya da şükür hâlen iş sahibi olan emekçi, memur ve müstahdemin gittikçe azalan satın alma gücüyle lütfedip de çarşıya pazara şöyle bir çıkarlarsa bu yadsınamaz perişanlığı hemen anlarlar. Tuzu kuru olanlar bile artık yavaşından serzeniyorlar.
Huzurun yerini 2005’den bu yana yeniden PKK vahşeti aldı. Her Allahın günü aşktan ve yaşamdan yana henüz nasiplerini almamış asker, polis, sivil gencecik kurbanlar veriyoruz. Ailelere, ocaklara od düşüyor. Bedava lâfı bırakıp beyinlerimiz ve yüreklerimizle kendimizi onların yerine koyalım. Acılarını gerçekten de algılayabilirsek bakın o zaman ne olur, nasıl olur ve neye döneriz?!
Filmi geri sarıp hızlandırılmış devinimde kısaca yeniden seyredelim :
Gündemi değiştirmek için gerginlik yaratacak plânlanmış polemiği icrâatın yerine koyan A.K.P. iktidarının ilk dört yılında tribündekilerin kulağına hoş gelen bir “AB’ye ha girdik, ha giriyoruz” terânesi vardı. Görgüsüzlüğün benzersiz örneği olarak güpegündüz Ankara’da havayi fişekler bile atıldı. Sanki Sezar ya da Oktaviyan sefer sonrası Roma’da âlâ yi vâlâ ile karşılanıyornuş gibi. Ama Türk dış politikasının Brüksel cephesinde nicedir dişe gelir bir gelişme yok! Dostlar alış-verişte görsünler diye ara sıra lâfı ediliyor, o kadar!
Avrupa çığırtkanlığının yanı sıra taraftar seçmeni memnun edip hizâda tutmak için sahnelenmiş düzeni, huzuru bozan ideolojik bir türban ve tesettür oyunu da seyrettik.
Daha daha? Ülkede sıradan olay hâline gelmiş, yurt dışıyla da ilintili devâsa yolsuzluklar. Durup dururken bir “üst kimlik alt kimlik” lafazanlığı. Neydüüü belirsiz açılımlar. Hak aradıkları için gazla, copla kovalanan işçi-yurtdaş kitleleri. Giderek yılan hikâyesine dönmüş darbe iddiaları, partizan türden taktik anayasa manevraları, hani ya maşallah birkaç yılda köşeyi dönenleri bol ama denizde kum misali fakiri fukarası da çok daha bol şu “imtiyazsız, sınıfsız?!” ülkede şükür ki vazgeçilen bedelli askerlik senaryosu.
Dahası, muhalefete yöneltilmiş müstehcen siyâset komplosundan başka -strateji ve taktiğinde son derece yetersiz- Gazze’ye yardım konvoyundaki Mavi Marmara faciasına ilişkin iç ve dış polemikler ile diplomatik gerginlikler. Derken ardından Anayasa Mahkemesi ile HSYK’yı yürütmenin soytarısı haline getirmek için iktidarın ölçülerine göre biçilip hazırlanmış Anayasa reform paketi ve azan PKK’nın fırıldağa çevirdiği gündemlerle zaten nicedir çalkalanan istikrar da bir türlü durulmuyor.
Nasıl durulacak ki şayet yakın tarihimizin günâhıyla sevabıyla bölünmez bir parçası olan asker, diplomat, siyâset ve devlet adamı rahmetli İsmet İnönü’yü Birinci Dünya Savaşı’nın kılıç artığı onbaşı Hitler’e betzetmek ve dolaylı yoldan Yüce Atatürk’ü hedef almak densizlik ve küstahlığı da yapılabilecekse bu ülkede?! Üstüne üstlük, Dersim ayaklanması yıllarındaki Cumhurbaşkanı ve Başbakanı halefleriyle karıştıracak kadar fecî bir bilgisizlik örneği!Yok eğer biliniyor da akla zarar yeminli bir particilik zihniyeti ile yapılmş ise o fecînin de fecîsi!! Ahhh ah, “ayna ayna söyle bana benden âlâsı var mı?” diye kibirlenenler! Tevekkeli dememişler “ne oldum değil, ne olacağım demeli” diye.
Bu sözdeki gerçeklik payına rağmen yine de Sayın Recep Tayyip Erdoğan hâlen Başbakan’lık sorumluluğunu üstlendiği Türkiye Cumhuriyeti’nin taşıyıcı kolonları olan “ulus devlet, üniter devlet ve lâik devlet” niteliklerine karşı 1994’ten bu yana bugün yadsıyamayacağı pekçok söylemde bulunmuştur. Atatürkçülük ve lâikliği sanki dinsizlikmiş gibi gösterip yeterince eğitim almamış insanlarımızı çok duyarlı oldukları din konusunda oy açısından kullanmayı hedefleyen o söylemlerinden yalnızca biri:
- “… Türkiye kendine din olarak Kemalizmi almış ve başka hiçbir dine hayat hakkı tanımayarak kitlelere zorla dikte ettirmiştir. Oysa en üst belirleyici İslam'ın ilkeleridir. Her şey ona göre belirlenir."
Bunun öncesinde ve sonrasında daha neler de neler, ne siyah inciler?! Bu durumda Sayın Başbakan çekinmesin de kim çekinsin? Hele hele kapatılmamasına rağmen AKP’nin „lâiklik karşıtı eylemlerin odağı“ olduğu yolundaki Anayasa Mahkemesi’nin de görüş birliğiyle aldığı karardan sonra! Üstelik -istendiği kadar tartışıladursun- İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesi TSK’yı “Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollayıp korumak” görevi ile elan yükümlü kılıyorken!
O halde TSK’yı bu yasal gücünden yoksun bırakmak AKP için gizli İslamî davâsı uğrunda kaçınılmaz oluyor. Çok hassas, çok zor bir iş! Çünkü sonuçsuz kalmaya mahkûm ayaküstü açılımlar gibi ele yüze bulaştırıp o süreçte TSK’nın devlete isyan etmiş terörist PKK ile dış düşmana dönük gücünü yıpratmak da var! O zaman nasıl başlamalı, TSK’yı bağrından çıkartan ve yıllardır şehitlerine kan ağlayan halka ne demeli? Kuru sıkı tarzda değişimden, dönüşümden söz etmeli, devleti demokratikleşiyoruz demeli! Sanki alnımızda “aptal” yazıyor. Yazmıyor yazmasına da bu yutturmacaya nereden başlanacak?
Hani, aslında bireysel ve kişisel bir sorumluluk olan din* ile devlet yaşamını birbirlerine karıştıranların, hatta vaktiyle Sayın Erdoğan’a "…egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Bak bu yalan, koskoca bir yalan. Ve maddede ve mânâda egemenlik kayıtsız şartsı Allah'ındır.“ dedirten ezbere din merkezli takiyeci anlayışın karşı yanında konuşlanmış TSK var ya, hah işte ondan başlamalı ki bir kere iktidar olundu mu siyasetçinin paşa gönlüne göre yaptığı siyâsete bir daha karışmasın, karışamasın. Ne de olsa partizan politikacılar ile gerçekleri görmekten uzak, ilerici olmayan, sağgörüsüz.politikaların dürtüledikleri dört vukûatı var geçmişte!
O zaman gelsin Ergenekon, gelsin Balyoz ve Kafes tertipleri! Tutuklanıp atılsın içeri bu ülkenin gün görmüş, hem de teğmenlikten beri dağda bayırda ne günler görmüş emekli ve muvazaf komutanları, akademisyenleri, bilim adamlarıı, hukukçusu, savcısı, yargıcı, dürüst ve düzgün gazetecisi, işadamı, sendikacısı, televizyoncusu ya da -daha açık bir deyişle- bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin ölümüne sevdalı bekçileri Kemalist’ler! Aralarında, “Binbir gece masalları“na dönüşmüş Ergenekon davası tertipçilerinin alayından da kat be kat üstün kimler yok ki?!
Zaten “Yeni Dünya Düzeni”’ni tasarlayanlar da “Kemalizm’in modası geçti, Kemalizm geride kaldı!” dememişler miydi? O hâlde, yarı resmi yayın organlarında yazan Amerikalı generaller ile kimisi CIA ve Pentagon’nun, kimisi de ABD Dışışleri Bakanlığı’nın güdümündeki Amerikan düşünce kuruluşlarına göre 1991’deki I. Körfez Savaşı’nda başlayıp 2003’teki tezkere olayıyla da iyice “hizadan çıkan” Türkiye’yi yeniden ABD’nin çıkarlarına hizmet eder hâle getirmek için Kemâlizm, yani Atatürkçü ruh yok edilip TSK yeniden hizaya getirilmelidir ki görsün bakalım Türkiye, Amerika neymiş?! Kimi yerlilerimiz ile yabancıların birbirleriyle şimdilik örtüşen uzun vâdeli çıkarlarına egemen çekirdek düşünce budur : Yerlilerin muti, yabancıların da yeniden « our boys » diyebilecekleri bir TSK !
Yerlilerin çıkarı, zayıflayan iktidar ve bir daha göremeyecekleri ikbâllerimin kalımıdır. Yabancıların ise, mülkiyeti görünüşte sahibinde kalacak enerji kaynaklarının tamamını işletip kullanmak istedikleri Orta Doğu’yu ve zamanla da Orta Asya’yı etki alanları dahiline sokmaktır. Çünkü doğal gazsız ve petrolsüz, dolayısıyla da enerjisiz bir ABD avcının namlusu önünden kaçamayan kanadı kırık, çaresiz ördeğe döner! Ama her iki bölgenin yaklaşım yolları üzerinde -Sayın Erdoğan’ın bir mitingde ineğe(!) benzetmek cür’etinde bulunduğu- Atatürk ile dâvâ arkadaşlarının birlikte kurdukları Türkiye Cumhuriyeti ile o Cumhuriyet’in yasal kollayıcısı ve koruyucusu olan TSK var.
Sayın Erdoğan “… İneği yolumuzdan önce lâfla usul usul sonra evvel Allah sizlerin yardımıyla artık nasıl olursa, nasıl denk gelirse kaldıracağız” demişti. İslâmı siyâsî amaçla kullanan devrim karşıtı gericiler ile Türkiye’yi Orta ve Yakın Doğu’ya “ılımlı İslam” modeli olarak sunmak isteyen emperyalizm işte bu noktada birleşiyorlar. Hedefleri, kendilerine engel olarak gördükleri TSK’yı sürekli hırpalamak suretiyle yıpratıp sonuçta güçsüzleştirerek Türkiye’yi birinin yıllardır hayâl ettiği din ağırlıklı devlet yolunda, diğerinin de kendi emperyalist amaçları doğrultusunda biat ettirmektir. Ama kat’iyen yapamazlar ve hiçbir zaman da yapamayacaklardır! Çünkü bu ülkede içtenlikle imân etmiş ama Cumhuriyet’e de inanmış, kazanımlarını gereğince ve yeterince takdir eden henüz daha on milyonlarca insan var. Ama kimileri, düşünme yetisi gibi ilâhi bir lütfu körelten bağnazlıklarından ötürü bu gerçek göremiyorlar.
Sanırlar ki TSK’yı içerde işlevsiz kılmışlardır.. Eh, geriye kaldı adâlet. Bunun için de Anayasa reform paketi. Neden? Dediklerine göre demokratikleşip özgürleşecekmişiz de ondan! İyi de “Bize göre demokrasi amaç değil, ancak bir araçtır. Hangi sisteme gitmek istiyorsanız, bu düzenlerin seçiminde bir araçtır” diyen Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan değil miydi? Pekçok bemzeri gibi şu inci de kendisinin: “Demokrasi bizim için bir tramvaydir, istedigimiz durağa gelince ineriz...“
Gerçek gizli niyeti yansıtan bu itiraflar karşısında, üstelik de daha dün bir yandan duygusallık sahnelenip göz pınaından çıkmayan iki kuru damlacıkla ağlanacak, öbür yandan da genizsil bir sesle bas bas “12 Eylül’le hesaplaşacağız!“ denilecek. Mimik ve jestleri henüz daha alıştırmaya muhtaç özenti bir duygusallık ile göz yaşı, öfke ve intikam yan yana! Ayakları yere basmayan bir büyüklük sorununa ilâveten bölünmüş bir de çifte kişilik! Bu durumda gelin de anayasadaki reform paketinin samimiyetine inanın, gelin de “evet!” deyin.
Sahibi aksini düşünebilir. Ama sınırlı, üstelik de kalıplaşmış belâgatten olacak ki sık kullandığı, artık bıkkınlık getiren “ülkeye hizmet etmenin gayreti içindeyiz” söyleminden yukarıdaki yedibuçuk yıllık özet manzara karşısında dünden tezi yok artık bir an önce vaz geçilmelidir. Aksi halde, özendiği ustasının yokluğunda çağırdığı cinleri başından savamayan sihirbazın şaşkın çırağına dönmek yalnızca kısa bir zaman meselesidir. O da şayet çoktan dönülmediyse…
Ama yaşananlara bakılırsa….
*"Din űzerine emirleri size bildirdiğim zaman onlara uyunuz. Fakat, dűnya yaşamı ile ilgili işler sőz konusu olup da kişisel dűşűncemle tavsiyede bulunduğumda, benim de bir insan olduğumu anımsayınız. Söz de fanidir. Siz, kendi dűnya işlerinizi daha iyi bilirsiniz." Ahmed bin Hambel’in (780-855) Müslüman-Kitabul Fezail” adlı kitâbından çeviren, ayrıca da Ebu Muslim, Ebu Davud ve Tirmizi'den aktaran Maurice Bucaille (1920-1998): Le Bibel, le Coran et la science. Paris, 1976.
E. Fuat TEKÇE - Güncel Meydan