ULUS BİLİNCİ
Ulus bilinci, diyor Voltaire, « Her zaman, çoğunluğu harekete geçiren, onlardan beslenen ve onları yöneten azınlıkta bulunur ». « L’esprit d’une nation réside toujours dans le petit nombre qui fait travailler le grand nombre, est nourri par lui et le gouverne ».
Demek ki neymiş, ‘ulus bilinci’ni doğuran, yaşatan, besleyen ve yöneten bir ‘marjinal grup’muş.
Buna ‘aydın’ ya da ‘entelektüel’ kesim de denilebilir.
Demek ki, bir toplumun ‘ulus’ olarak ya da çokca denildiği gibi ‘millet’ olarak ortaya çıkıp varlığını göstermesi, yine çokca denildiği gibi ‘feraset’ini gösterebilmesi kendiliğinden değil ama, bir ‘marjinal grup’un işaret ve yönlendirmesiyle mümkün olabiliyormuş.
Tersinden söylenecek olursa, bir ‘ulusal hareketi’, marjinal diye küçümsemek ‘ulus karşıtı’ olmak yani ‘millet düşmanı’ olmak demektir.
Peki ama bu, sadece bir ‘politik’ (siyasal) değerlendime olarak yeterli midir?
Ya da, ‘siyaset bilimci’ diye benim küçümsediğim akademisyenlerin bu bağlamda yaptıkları, tam anlamıyla ‘bilimsel’ bir yaklaşım olarak yeterli olarak görülebilir mi?
Fransa’da Devrim öncesi, Grenoble kenti ‘yerel yönetim’inde bulunan avukat Antoine Barnav ne demiş?
Demiş ki; “Bir ulusal zenginliğin dağılımı ister istemez yeni bir politik güç dağılımına yol açar”.« Une nouvelle distribution de la richesse entraîne une nouvelle distribution du pouvoir »
Yani ‘siyaset bilimci’lerinin temel ‘araştırma nesnesi’ olan ‘politik güç’ün ana kaynağı ne imiş: ‘ulusal zenginliğin bölüşümü’.
Tam da bu nedenle, gerek ‘ulusal zenginliğin bölüşüm’ sorunu ve gerekse her anlamıyla toplumların ‘yönetim sorunu’nu birlikte ve belli bir bütünlük içinde ele alan ‘bilimsel yaklaşım’a ‘ekonomi politik’ denilmiştir.
Ve daha derinine inildikçe, insanların toplum olarak yaşamaya başladıkları ilk günden buyana, ‘yönetim’ yani ‘politik sorun’un temelinin ‘ekonomik’, yani ‘ekmek’ ya da ‘aş ve iş’ olduğu söylenebilir.
İşte bir toplumun vatan, millet, bayrak, ezan, minareden önce gelen temel sorunu, ‘varlığını sürdürme’ (survivre) ve sonra da ‘insanca yaşamak’ (vivre) sorunudur denilebilir.
‘Politik’ ancak ve sadece bu ‘temel yapı’nın üzerine kurulabilecek bir ‘üst yapı’ bileşeni olmaktadır.
Ki bu ‘üst yapı’da, hukuk, gelenek-görenek, ideoloji ve aklınıza gelebilecek her türlü ‘düşünsel’ oluşumlar yer almaktadırlar.
İşte, bugünlerde Türkiye’deki ‘toplumsal hareketlenme’nin temelinde, ne Cumhuriyet’in elden gitmesi, ne Demokrasi’nin rafa kaldırılması, ne Kemalizm’in yok sayılması, ne bölücülüğün artması ne ne buna benzer onlarca konunun gündemde olması değil ama yaratılan ‘ulusal zenginliğin’, emeğiyle geçinenlerin artık ‘insanca yaşamak’ şöyle dursun ‘varlığın sürdürme’ye bile yetmeyecek bir biçimde bölüşülmesi sorunu yatmaktadır.
Buna ‘sermaye’nin ‘dikta’sı ya da kısaca ‘faşizm’ denilmektedir.
Faşizm, toplumların tarihsel verilerine göre, Hıristiyan, Müslüman ya da Yahudi gibi dinsel, Alman, İtalyan, İspanyol ya da Portekiz gibi ulusal ya da başka herhangi bir ‘politik’ ya da ‘ideolojik’ renkle boyanmış olabilir, ama özünde bir ‘sermaye diktatörlüğü’dür.
Ve Türkiye’de bugün ‘İslamo-faşist diktatörlük’ biçimini almıştır.
Ve yine, öncüsü şu ya da bu parti olmasına karşın, artık durdurulamaz bir ‘hareket’e dönüşmüş bulunmaktadır.
Buna ‘halkın red kapasitesi’ denilmektedir.
‘Halkın bu red kapasitesi’ için, bakınız ‘kuram’ şöyle diyor:
“Bugünkü mevcut tarihsel denklemde önemli olan tek sorun, ‘Halk’ın hem sömürülen hem de devrimci bir sınıf olması nedeniyle, önce protesto etme, sonra karşı çıkma ve nihayet üçüncü aşamada islamo-faşit iktidarı reddetme kapasitesidir”.
Ve Türkiye’de bu ‘kapasite’nin yeterince var olduğu artık ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Önümüzdeki sorun ise, bu ‘kapasite’yi gereğince kullanabilecek bir ‘marjinal öncü grub’un ‘azim ve kararlılığı’nın olup olmayacağıdır.