ULUSAL ÖZGÜRLÜK VE ADALET PROGRAMI (IV)
Ulusal Egemenliğin Geri Alınması
Özellikle AB üyesi ülkelerin egemenliklerinin ‘kısıtlı’ olduğuna kuşku yoktur.
Daha 1939 yılında, Friedrich von Hayek, Avrupa “Federasyonu, diyecekti, tek tek devletlerin ekonomik etkinliklerini kısıtlayacak bir güce sahip olacaktır”.
O günün koşullarında, devletlerin ‘sosyalizm’e kaymalarına engel olmak için böyle düşünüldüğü sanılabilir. Bunda bir ‘gerçek payı’ vardır.
Ama, zaten, neo-liberalizmin babası için, AB, devletlerin egemenliğini ‘piyasa’nın egemenliğe bağlamanın da bir yoludur.
‘Piyasa, böylece salt ‘ekonomik’ değil ama, aynı zamanda ‘politik’, ‘kültürel’, ‘ideolojik’ bir ‘kişilik’ kazanmaktadır.
Denildiği üzere, ‘ne yerdedir ne gökte’, heryerdedir heryerde..
Bugün ‘AB Bürokrasi’sinden şikayet ediliyorsa da, bürokrasi Jak, Corc, Hans değil ama doğrudan ‘liberalizm’dir, Jak ya da Hans onun ‘seçilmiş’ temsilcisidirler.
Ancak bu kadar mı denilecek olursa, hayır dahası da var:
21 Ekim 1949 yılında, ABD’li general Marshall’ın yerine geçen Dean Acheson, ABD’nin Avrupa Büyükelçilerini toplayıp “Avrupanın bütünleştirilmesinde, diyecektir, Avrupalılar arasında amaç ve sözbirliği (angagement) kurabilmenin yolu, sadece ekonomik değil ama toplumsal ve benzeri özgül sorunları çözmek üzere en kısa sürede uluslarüstü kurumların kurulmasından geçmektir. Ben de bunun başında olacağım”.
Avrupa’daki ‘seçilmiş’lerin başında bir ‘atanmış’ da denilebilir..
Nitekim Robert Schuman da Avrupa Kömür-Çelik Ortaklığını kurmadan altı ay önce, 30 Ekim 1949 tarihinde, Amerikalılarla görüş alış-verişinde bulunacaktır. Birlikte kotaracaklardır da denilebilir. [Hatta sadece denillmemekte, bu Luxembourg kökenli Fransız için ABD ajanı suçlaması bile yapılmaktadır].
Denilebilir ki, tüm ‘AB Projesi’, özünde, ‘ekonomik liberalizm (+) ABD liderliği’ biçiminde formüle edilebilir.
Bu saptamadan sonra, son altmış yıl boyunca, ABD ve AB ülkelerinde, o arada onlara bağlı/bağımlı ülkelerdeki üniversitelerde araştırılan, soruşturulan, bulunan ve savunulan ‘birleşme, bütünleşme, uyumlaşma, kurumlaşma, kurallaşma’ üzerine tüm ‘bilimsel tez’ler iki ayak üzerine oturtulmuştur:
Ekonomik liberalizm ve ABD liderliği.
Peki ama, AB’nin kuruluşunda, çorbada tuzdan fazlası olan Fransız sosyalistlerinin ‘politik açıdan’ eksiklikleri yok mudur?
Ayrıntısına girmeyelim ama başta François Mitterand olmak üzere, Fransız sosyalistlerinin tüm olumsuzluklarda ‘önemli katkıları’ vardır.
Oysa, André Malraux’nun deyişiyle; hiç değilse Fransızların sadece Avrupalılara değil ama tüm dünyaya “diyecek birşeyleri olmalı”ydı.
Denilecek ‘o şey’ de, “Aydınlanma Felsefesiyle beslenmiş Fransız Devriminin, Cumhuriyet, Sosyal Cumhuriyet, Cumhuriyetçi Yurtseverlik, Merkezî Yönetim, Laiklik” ve asıl önemlisi Fransız Anayasasına giren "İnsan ve Yurttaş Hakları”ndan başkası değildir.
İşte, bugün Fransa’da eğer bir ‘Ulusal Özgürlük ve Adalet Programı” aranıyorsa, bu, altmış yıldır üniversitelerde ‘hatmedilen’ liberal ekonomi ve ABD liderliğine başkaldırıdan başka bir anlama gelmez.
Ve ‘Kendi değerlerine bir dönüş’..
Bunu başarabilmenin ilk koşulu da, ‘Ulusal egemenliği yeniden kazanmak’tır.
Kaldı ki, Birleşmiş Milletler Şartı’nın ikinci maddesi, sözde, ya da ‘kağıt üzerinde, “Tüm üyelerin eşit egemenlik ilkesi”ne dayandığını kabul etmektedir.
Ancak, özellikle Lizbon Antlaşması’nı Parlemanto’sundan geçiren Fransa, ulusal egemenliğinden ‘ödün’ vermekle kalmayıp, Avro’ya geçmekle de ‘ekonomik egemenliği’ni önemli ölçüde yitirmiş bulunmaktadır.
O nedenle, ‘ulusal özgürlük ve adalet programı’ taraftarları, Fransa’nın tek taraflı olarak AB ve Avro’dan ayrılmasının bir zorunluluk olduğunu ileri sürmektedirler.
İlginç olan ‘Aşırı Sağcı’ Ulusal Cephe (Front National)’nin ‘ekonomik yurtseverlik’ (patriotisme économique) ve ‘ulusal para’ talebiyle radikal solcu PARDEM’in ‘Ulusal Egemenlik’ ve Avro’dan çıkış talebi örtüşmektedir.
Aralarındaki ayırım ise, ikincinin ‘ekonomik liberalizm’e de doğrudan karşı olmasıdır.
Öyle ki, PARDEM, sadece AB’den değil, ama aynı zamanda IMF, OECD, OMC ve NATO gibi tüm ‘uluslarüstü kuruluşlar’dan da çıkmayı istemektedir.
Şimdi Türkiye’ye dönüp, altmışlı yıllarda, ‘onlar ortak bir pazar’ diye AB’ye karşı çıkanların ‘hak’ları teslim edilse fena mı olur?
Ya da AB taraftarlarından çok daha yurtsever; bugünkü söylenişiyle ‘yerli ve millî’ oldukları, en azından bugün, kabul edilmek durumunda değil midir?
Ancak ve ne var ki, bugün ‘Ey Avrupa’ diye, sapıkça nidalar atmanın kesinlikle ‘yerli ve millî’ olmakla herhangi bir ilişiğinin olmadığının da altı çizilmelidir.
Çünkü, bu sonuncu grup, Türkiye’yi, bugünkü ‘AB düzeyi’nden de geri bir konuma düşürmek amaç ve hedefi taşımaktadır.
Oysa herhangi bir ‘ulusal özgürlük ve adalet programı’, ‘AB Standartları’nın ötesinde, ilerisinde ve üstünde olan ‘amaç ve hedef’ler taşımak durumundadır.
‘Çağdaş uygarlık düzeyinin üstü’ deyiminin ne anlama geldiği de böylece ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Hâla anlaşılıp anlaşılmadığı sorulabilir.
Ancak, önce kişilerin kendi kendilerini sorgulamaları gerekmektedir.
Sonra ‘tüzel kişilik’lerin ‘program’larında dillendirilebilecektir.
Ki, ondan sonra ‘Devlet’lerin ‘politika’larının rengi belli ola..
Demek ki, ‘tam bağımsızlık’, ‘ulusal egemenlik’ ve ‘ulusal ve uluslararası adalet’, öyle meydanlarda ya da televizyonlarda bağırmakla gelmemekte, tek tek bireylerin zihinlerinde ‘biçimlenmekte’dir.
(Sürecek)
Habip Hamza Erdem