Ulusalcıları Diskoya Gül mü, Erdoğan mı Götürecek?
Tayyip Erdoğan'ın şahsında yaşanan devlet çatlaması ile bağlı olarak, ulusalcılar "kırk katır mı, kırk satır mı?" denklemine razı edilmeye çalışılıyor. Tayyip Erdoğan'la Abdullah Gül; Fetullah şebekesi ile PKK, Taraf ile Sabah...çoğalttıkça çoğaltabileceğiniz bir "kırk katır, kırk satır" listesi var önümüzde.
Bu öyle derin bir kırılma ki; Fetullah şebekesi Tayyip Erdoğan'dan uzaklaşırken, Türk Solu dergisi Tayyip Erdoğan'a çok ilginç bir destek atıyor. OdaTV'yi Kürtçülük üzerinden ince ayar çekilmesinden sonra bir ilginç kırılma daha.
İster bir kıyamet alameti olarak okuyun, ister "Devlet-Türk Siyasetçisi ve Türk Medyası" arasındaki köklü ilişkinin kaçınılmaz bir sirayeti olarak, Türk Solu'nda Gökçe Fırat imzası ile yayınlanan aşağıdaki makale bu pilavın daha çok su kaldıracağının bir emaresidir.
Ulusalcı sosyolojinin bir kanadı Abdullah Gül, bir kanadı ise Tayyip Erdoğan'ı ehven-i şer olarak görmeye yönlendirilmekte.
"Diktatör" Tayyip'e karşı "demokrat" Abdullah 'mı alırdınız...
"Küresel" Abdullah'a karşı , "Milli" Tayyip'i mi tercih ederdiniz...
"Şeriatçı" Tayyip'e karşı, "modernist" Abdullah da var isterseniz bu menüde...
"Kırk katır mı, kırk satır mı?" denklemi sonucunda bakalım ulusalcıları diskoya Abdullah Gül'mü, Tayyip Erdoğan 'mı götürecek?
Açık İstihbarat
**************************************
Türkiye'de liberal aydın vesayeti ve despotizmi - Gökçe Fırat
Avrupa'da devlet ve demokrasi
1789 Fransız İhtilali, tüm dünyada geçerli bir "demokrasi şablonu" ortaya çıkartmıştır. Bu şablona göre demokrasi, krala ve kiliseye karşı halkın iktidarının kurulması demektir. Halktan kasıt, burjuvaziden işçi sınıfına kadar geniş bir tabakayı içine alır, bu tabakaların her birinin çıkarları da aydın temsilcileri aracılığıyla ifade edilir.
Fransa'da ve genel olarak Avrupa'da, kilisenin egemenliği son derece önemlidir, çünkü devlete paralel bir devlettir kilise. O nedenle iktidar, kral ile kilise arasında paralel düzlemde paylaşılmaktadır.
Aynı zamanda toprakta aristokrasi ve ağalık sitemi vardır, ekonomik sistemde iktidar bu defa kral ile aristokrat-feodal toprak beyleri arasında dikey düzlemde paylaşılmaktadır.
Avrupa devlet sistemi, kral, kilise, aristokrasi (feodalite) arasında paylaşılmakta ve bir dengede tutulmaktadır.
Ancak sömürgeciliğin ortaya çıkışı ile birlikte bu içe kapalı Avrupa toplumsal sistemi, dışarı açılacak ve bozulmaya başlayacaktır. Bu bozulma, özellikle şehirlerin gelişmesi, kentli işçi ve burjuva kesimlerin yükselmesi anlamına gelir ki bu da aydın bir kesimin de, sınıflar adına temsilci olarak politik sahneye çıkmasını sağlar.
Klasik Avrupa aydını, öncelikle liberaldir; çünkü kilise ve krala karşı, burjuvazinin temsilcisidir. Liberalizm bu haliyle, laiklik ve demokrasi (ve elbette antifeodalizm) gibi sloganlara sarılacaktır. Liberal aydınların yanında sol aydınlar da ortaya çıkacaktır, ancak bunların temel yönelimi de liberal sloganları sahiplenmek ve ancak ondan fazlasını talep etmektir.
Osmanlı'da devlet ve demokrasi
Türk-Osmanlı sisteminde bu kavramların yansıması ile birlikte bambaşka dinamikler harekete geçecektir.
Öncelikle, Osmanlı'da padişah tek iktidardır ve o iktidarını Avrupa'daki gibi bir dinsel otorite ile paylaşmaz. Bu anlamıyla Osmanlı teokratik olmadığı gibi, laiklik mücadelesinin yıkacağı bir dinsel iktidar da (paralel dinsel devlet) yoktur.
İkinci olarak Osmanlı padişahları ne devlet anlamında mülkü ne de iktisadi anlamdaki mülkü, aristokrasi ile ya da feodal beylerle paylaşmaz. Bu anlamıyla da demokrasi, bir aristokrasiyi yıkmaya yönelemeyecektir.
Böylesi bir toplumsal yapıda, demokrasi, merkezi iktidarın aşındırılması anlamını taşımaktan öte bir talep olamayacaktır ki bu talep de ancak ve ancak azınlıklar adına öne sürülebilecektir. Tanzimat'tan Meşrutiyet'e kadar, demokrasi azınlık haklarını, Osmanlı padişahına karşı savunmak anlamını taşıyacaktır.
Elbette bu demokrasi talebi o zaman için hürriyet adını taşır ve kendisine müttefiklerini devlet sistemi içinde bulmak zorundadır.
Osmanlı devlet iktidarı padişahın mutlak egemenliğine karşı, sadrazam ve daha sonra hükümet-bürokrasisi, ordu ve askeri bürokrasisi tarafından verilen mücadeleye sahne olacaktır.
Genel olarak II. Viyana Seferi sonrası Osmanlı devleti, güçlü sadrazamlar ve kimi zaman ayaklanan askerler tarafından padişah yetkisinin sınırlandığı bir pazarlık sistemine oturur.
Devletin dışa açılması, özellikle konsolosluklar vasıtasıyla olur ki, Dışişleri bürokrasisi, Avrupa isteklerinin devlete iletilmesinde önemli bir aracı haline gelir. Bu, padişah iktidarının Avrupa istekleri lehinde sınırlandırılması demektir, elbette bu sınırlama ne ekonomik anlamda halkçı, ne de sosyal anlamda laiktir.
Osmanlı devlet iktidarı ve onun temsilcisi padişahın yetkisi, Hıristiyan ve Yahudi büyük sermaye lehine sınırlanmıştır, yine padişah yetkisi her bir Hıristiyan cemaatine verilen yetkilerle laiklik aleyhine sınırlandırılmıştır.
Bu anlamıyla, ekonomik eşitliğin ve Osmanlı tarzı laikliğin bozulduğu bir dönem başlamıştır.
Özellikle Tanzimat sonrası iyice belirginleşecek süreç, Osmanlı devletinin gittikçe daha eşitsiz bir iktisadi sisteme dönüşümünü sağlayacak, toprakta kölelik, ancak bu tarihlerden sonra bir olgu olarak karşımıza çıkacaktır.
Laiklik anlamında ise, Osmanlı, bir çok dinsel otoritenin peydahlandığı bir sisteme dönüşecektir. Ve bu sürecin hediyesi de, tıpkı Hıristiyan kiliseleri gibi güçlenecek bazı tarikatların kökleşmesi olacaktır. Osmanlı dinsel hoşgörüsü gidecek, yerine tarikatların yobazlığı ortaya çıkacaktır.
Kısacası Avrupa'yı demokratikleştiren, laikleştiren sosyal talepler ve mücadeleler, bambaşka bir toplumsal yapısı olan ve farklı bir devlet sistemine dayanan Osmanlı'yı sömürgeleştirecek, yobazlaştıracak ve despotlaştıracaktır.
Bu çerçeveden bakıldığında son iki yüzyılın demokrasi tartışması boşa yapılan bir tartışmadan öte bir anlam taşımaz. Adeta yerçekimli dünyanın kanunları, yerçekimsiz Mars'ta işlememekte ve işlemesi için sistem sürekli zorlanmaktadır ki sonuç hep nafiledir…
Osmanlı'da demokrasiyi kim temsil eder?
Eğer demokratikleşmeyi, her sistem içinde farklı olgularla tanımlayacak ve tartışacaksak, başka bir yöntem bulmamız gerekir.
Osmanlı tarihine bu açıdan baktığımızda, padişahın yetkisinin ordu ve sadrazam tarafından sınırlandırılabildiği standart bir şablon üzerinde düşünelim. Bu sistem, bu üç güç odağı tarafından sürekli kendi lehlerine bozulmaya çalışılacaktır ki bu işin doğasıdır. Aslında bu da bir iktisadi mücadeledir. Ve bu şekilde Batı şablonunun işçi sınıfı, burjuvazi, aristokrasi gibi sınıf ve katmanlarının yerini tutmaktadır.
Kritik sorumuz şu olmalıdır: Osmanlı devlet sisteminde ekonomik anlamda demokrasiyi hangi güç odağı temsil etmektedir?
Padişaha göre kendisidir, çünkü halkı doyuran ve mülkün sahibi padişahtır. Gerçekten de Osmanlı'da mülkü tahsis eden, ürüne vergiyi koyan, bu anlamıyla kimi zaman emekçiyi koruyan kimi zamansa onu ezen padişahtır. Yine Padişah kimi zaman yoksul halkın kurtarıcısı kimi zamansa onun celladı olabilecek kadar farklılaşabilmektedir.
Sadrazam, genel olarak herhangi bir halk sınıfını değil devlet bürokrasisini temsil eder. Padişah yetkisinin sınırlandırılması ise genel olarak ekonomik bir içerik taşımaz. Taşıdığı dönemlerde de genellikle bir rant aktarma işlevine bürünür. O nedenle gerek Osmanlı sadaret sistemi gerekse günümüz hükümetleri ancak rant aktarma mercii olabilmişlerdir.
Ordu, gerek Osmanlı'da gerek Türkiye'de bürokratik bir yapıdan ziyade halkla iç içe geçmiş bir orta sınıf halini almıştır. O nedenle, Ordu'nun talepleri çoğunlukla halkın orta katmanlarının ve daha alt tabakaların talepleri olagelmiştir.
Osmanlı sistemindeki bu çıkar çatışmaları, 1700'lü yıllardan itibaren dışarıdan gelen etkilerle bozulmaya başlayacaktır. Özellikle Tanzimat'la somutlaşan olgu sadrazamların, dışişleri bürokrasisinin, çoğu bakanlıkların, genel olarak padişah erkini sınırlandırdığıdır ama bu asla halk yararına değil Batı ve Batılı sınıflar yararınadır. Dolayısıyla bu anlamda bir demokrasi palavradan ibarettir.
Bununla birlikte padişah yetkisinin sınırlandırılması üçlü mekanizmayı inanılmaz derecede farklılaştırmıştır.
II. Mahmud ve II. Abdülhamid dönemi
Osmanlı devletinin son yüzyılında göze çarpan iki merkezileşme dönemi vardır. Gerek II. Mahmud gerekse II. Abdülhamit, padişah gücünü yeniden merkezi hale getirmişlerdir.
Ancak ne II. Mahmud'un ne de II. Abdülhamid'in bunu tek başlarına yapacak güçleri yoktu. Her ikisi de Batı'nın desteğine muhtaçtılar.
Batılılar ise padişahın yetkisinin güçlenmesi karşılığında Ordunun gücünün tırpanlanmasını istediler. Özellikle II. Mahmud'un Yeniçeri Ocağı'nı yıkması ile bu gerçekleşti. Osmanlı üçlü güç odaklarında ilk defa Ordu bir kenara itilmişti.
Bu, ilk aşamada padişahın lehine gibi duruyordu ama bir süre sonra tuzak anlaşıldı, Ordu'nun tasfiyesi ile birlikte Hıristiyan azınlıklar ayağa kalktılar ve özerklik/bağımsızlık taleplerini dile getirmeye başladılar. İşte bu noktada padişah, Batı ile karşı karşıya gelmek zorunda kaldı, çünkü Batı bu defa padişahın gücünü kendi lehinde bozmak istiyordu.
Bu nokta hem II. Mahmud'u hem de II. Abdülhamid'i düşünmeye ve devleti yeniden yapılandırmaya yöneltecekti.
Enteresan bir şekilde, kendi yıktıkları Ordu'yu baştan yapılandırmaya giriştiler, çünkü Ordusuz padişah, güçlü bir padişah değildi!
Ama bunun yanında, Osmanlı padişahlarının hiçbirinin yapmadığını yaptılar ve dine otorite tanıdılar. Tarikatların desteklenmesi, onlara göre Hıristiyan kiliselerinin gücünü dengeleyebilecek ve elbette padişaha bir halk desteği sağlayacaktı. Çünkü kapıkulu ocağı olan Ordu yıkıldığında padişahı düşmandan koruyacak bir kapıkulu sınıfı kalmamıştı.
Tüm bu tedbirler bir işe yaramadı, çünkü gerek yeni oluşturulan Ordu, gerekse tarikatlar, padişah aleyhinde Batı ile işbirliğine giriştiler.
Balkanlar söz konusu olduğunda Ordu, Ortadoğu söz konusu olduğunda tarikatlar, padişaha ve devlete karşı ayaklanmayı tercih ettiler.
Padişah, sadrazam ve ordu arasındaki kritik sistem bir kez bozulmuştu ve terazinin her bozulmasında Osmanlı kimilerine göre demokratikleşiyordu ama ne hikmetse her seferinde de bir toprak parçası elden çıkıyordu!
Osmanlı'nın bu sistemsel çöküşü, Anadolu'da büyük bir irade ile durduruldu: Atatürk!
Atatürk, son dönem padişahların sahip olamadığı kadar büyük bir otoriteye sahip liderdi. Gerçek bir liderdi.
Kendi Ordusunu kurdu, kendi Meclisini kurdu, kendi Hükümetini kurdu ve tüm kuvvetleri Batı'ya karşı birleştirerek savaştı.
Sonuç zaferdi çünkü Türk-devlet sistemi yerli yerine oturmuştu.
Kemalist iktidar, bu formülü dolayısıyla Batılılar tarafından hemen eleştirilmeye başlandı, onlara göre ülkeye demokrasi gerekliydi!
Cumhuriyet ve demokrasi
Mustafa Kemal'in Cumhuriyet'i, klasik Osmanlı-Türk devlet sisteminin bir devamı gibiydi. Padişahın yerine Cumhurbaşkanı ikame edilmişti, Ordu siyasal sistemin dışına itilmişti, dini yapılara devlet idare sistemi içinde söz hakkı tanınmamıştı.
Bu anlamıyla, Cumhuriyet, hem Türk devlet sistemini yeniden inşa ediyor, hem de onun daha demokratik bir şekilde yenilenmesine imkân tınıyordu.
Demokrasi sorunu artık azınlıklara tanınan haklar meselesinin dışına taşınmış, tüm halkın, kadın erkek oyları ile seçilen parlamento, milli egemenliği sağlamıştı.
TBMM'nin kuruluşunda ve sonraki seçimlerinde, egemenlik halka verilmişti. Bu bir anlamıyla padişahlıktan cumhuriyete geçiş demekti ama demokrasinin asıl anlamıyla, yabancı devletlerin müdahalesinden kurtarılan bir sistemdi, milli egemenlik demokrasinin ön koşuluydu.
Sonuçta Osmanlı'nın son iki yüzyılı, kimi zaman padişahın, kimi zaman sadaretin, kimi zaman ordunun, Batılı etkilere kapıldığına, kendi devletinin ve milletinin çıkarlarını savunmadığına tanıklık etmişti. Cumhuriyet devrimi, bu bozulmayı aşacak bir başlangıç çözümüydü.
Mustafa Kemal demokrasisi, 6 Ok'la bütünleşmiş bir sistemdi. 6 Ok'un milliyetçiliği çerçevesinde, tüm oklar tek bir hedefe yönelirdi; devletin ve milletin tam bağımsızlığı.
İktidarın despotlaşması, böylesi bir sistem içinde elbette yine olası bir gelişmeydi. Atatürk dönemi, demokrasi adı altında çıkabilecek her türlü bölücü, yabancı etkisindeki hareketleri bastırırken, kesinlikle diktatörlüğe dönüşmüyordu, çünkü ekonomik anlamda da, sosyal anlamda da demokrasiyi bu şekilde tesis ediyordu.
Atatürk devri, demokrasi açısından nasıl değerlendirilmelidir sorusunun cevabı iktidarın paylaşımı ile ilgili olmak zorundadır. Atatürk'ün merkezde olduğu sistem, kuvvetler birliğine dayanırdı bu anlamıyla kimileri için bir dikta anlamını taşır. Oysa Atatürk döneminde, yargı bağımsızdır, ordu özerktir. Sadece Cumhurbaşkanlığı ile Hükümet birleşmiş haldedir ve devlet yapılanması, yani valilikler, belediyeler, kaymakamlıklar gibi devlet yönetim organları da iç içe geçmiştir.
Aslında burada Osmanlı'daki sistemin neden tıkandığını ve Atatürk bunu hangi formülle aştığını görmekteyiz. Osmanlı Tanzimat sonrası döneminde sadaret padişahlıktan ayrı bir kurum olarak genellikle Batılı konsoloslukların eline geçmişti, yine sadaret tarafından yapılandırılan il yapılanmaları da özellikle Batılı devletlerin, azınlıkların ya da Osmanlı'dan bağımsızlaşma yoluna girmiş ayanların etkisi altındaydı.
Merkezdeki padişah devletin merkezini temsil ederken, sadaret ve vilayetler merkezkaçı temsil ederdi. Ama bu merkezkaç Osmanlı halkının demokratik taleplerini değil, azınlıkların ve Batılıların taleplerini yansıtırdı.
Bu merkezkaç kuvvetler Cumhuriyet'le birlikte devlet merkezine tabi kılındı, hükümeti ve Meclis'i oluşturan tek parti ile birlikte, devlet-parti iç içe geçti. Ancak burada hedef bir tek parti diktası oluşturmak değil, Osmanlı'dan devralınan merkezkaç Batıcı yapılanmayı tasfiye etmekti. Bu anlamıyla Cumhuriyet, merkezci ama demokrat, eleştirmenleri ise merkezkaççı ama demokrat değildi.
Liberaller ve demokrasi
Cumhuriyet Türkiye'sinde merkezkaç eğilimlerin toparlanma merkezi öncelikle tarikatlar oldu. İlk başlarda sorun olarak görülmeyen Hilafet, ancak bu merkezkaçın temsilcisi olmaya çalıştığında ortadan kaldırılacaktı. Yani aslında Hilafetin ilgası bir laiklik adımından ziyade, merkezi güçlendirmenin, devlette yabancı etkisini kırmanın adımıydı.
Tarikatlar ise yeni Cumhuriyet'e karşı çok uzun süreli bir mücadeleyi başlatacaklar, temel dengeyi uzun vadede belirleyeceklerdi. Ancak, merkezkaç eğilimlerin asıl temsilcileri, din adına değil liberalizm adına ortaya çıkacaklardı.
Liberal program, bir yandan Batıcı, bir yandan kapitalist, bir yandan da dinci talepleri dile getiriyordu. Aslında program Batı'nın programıydı, ancak taban dinsel tarikatlardan toplanmalıydı ve elbette kamuoyunda destek bulmak için de demokrasi sloganına sarınılmalıydı. Nitekim Demokrat Parti'nin ortaya çıkışı bu şekilde oldu.
1950 sonrası Türk siyasal yaşamında liberaller, genel olarak kendilerini demokratlıkla tanımlasalar da, kimi zaman liberal iktisat ve serbest piyasa söylemiyle öne çıksalar da, bazı zamanlarda dine özgürlük talebi dile getirseler de, altyapıda Türk devlet sistemini bozmaya ve yıkmaya çalışan Batıcı bir merkezkaçı temsil ettiler.
Merkezin despotik merkezkaçın demokrat olduğu ön kabulü ise ne hikmetse hiç sorgulanmadan kabul edildi. Oysa, liberal manada bir özgürlük talebi bile, en azından Amerikan Bağımsızlık Savaşı döneminden bilindiği gibi, öncelikle her ulusun kendi devletini merkezileştirmesini ve emperyal merkezden (O zamanın Amerikası için İngiltere) merkezkaçla kurtulmasını gerektirirdi. Ve en federal devlet yapıları olarak görülebilecek ABD ve Almanya bile, en temelde, devlet merkezinin gücünü inşa etmiş, merkezkaç kuvvetlerinse, devlet içi olacağı, yabancı devletleri temsil etmeyeceği bir düzenek oluşturmuştu.
Türkiye'de ise bu gerçekleşemeyecekti çünkü demokrasi talebi ile ortaya çıkan çok partili sistemde, aslında hemen hemen tüm partiler, merkezkaçın yabancı ağına takılmıştı. Siyasi partilerin kendi devletini yıkmaya çalıştığı Türk siyasal sistemi bu şekilde kuruldu ve gelişti. Zamanla bu partiler iktidar oldular ve hükümetler Batıcı merkezkaçı yansıtmaya başladı, hatta Cumhurbaşkanı oldular ama yine Batıcı merkezkaçı temsil ettiler.
Aslında Cumhuriyet, Atatürk'ün ölümü ile Osmanlı'nın düştüğü tuzağa düşmüştü. Nasıl ki Osmanlı'da padişahı, sadareti, ordusu ile her merkez ve her merkezkaç Batı'nın uzantısı konumuna geldiyse, aynı şekilde Türkiye'de de cumhurbaşkanı, hükümet ve ordu, aynı şekle büründü.
Kimileri despot cumhurbaşkanını, kimileri despot başbakanları, kimileri askeri diktaları eleştirse bile ve hemen hemen her eleştiri belli ölçülerde haklılık payı içerse bile, kavramsal temel yanlış olduğu için; demokrasi talepleri hep bir yanlışı yansıttı.
AKP ve demokrasi
Bu bilindik tuzağı son on yıldır çok daha iyi görmekte ve yaşamaktayız.
AKP'nin iktidara gelişi merkezkaçın iktidarı gibi ortaya çıktı. Liberaller sözcülük ettiler ya da daha çok onların sesi çıktı. Bu devre özellikle merkezkaç Kürt bölücülüğünün, Ermeniciliğin, misyonerciliğin ve Cemaat'in güç kazandığı bir evre oldu.
Tüm bu evre içinde, AKP, özellikle yargı ve Ordunun gücünü kırarken kimileri devlet merkezi olarak gördüğü ordu ve yargının gücü kırıldığında, merkezkaçın güçlendiği ve böylelikle demokrasinin gelişeceğini beklediler.
Aslında aynı sorun Cumhurbaşkanlığı seçiminde de yaşandı, AKP'li birinin Cumhurbaşkanı olması, devlet merkezini merkezkaçın ele geçirmesi gibi görüldü.
Burada en baştan bir yanılgı vardı çünkü AKP ya da herhangi bir hükümet, doğru halkın oyları ile iktidar oluyordu, demokrasi de halkın istediğini yapmaktı ama halktan oy alan partiler, halktan değil, bağlı oldukları dış merkezden yani Batı'dan emir alıyorlardı. Türkiye'nin merkezkaçı haline gelen çok partici sistem, Batılı merkezin adeta bir konsolosluğuna düşünerek oraya merkezci bir şekilde bağlanıyordu.
Tüm sistemin ve kavramların tepetaklak edildiği bu sistemde, aslında ikili bir merkezkaç güç, devlet içinde devlet, ya da paralel devlet şeklinde büyüdü.
Ankara'yı dinlemeyen Diyarbakır, etnik bölücülüğü ve ardındaki Batı'yı, Ankara'ya rakip olan Pensilvanya ise dinci bölücülüğü ve yine ardındaki Batı'yı temsil ediyordu.
Üç kuvvetin yine merkez olmak için ya da merkezden bağımsızlığını ilan etmek için uğraştığı mücadele, şu dönemde kritik bir kavgaya dönüşmüş durumda.
KCK operasyonları ile merkez, ki artık bu Tayyip Erdoğan'ın şahsından ibarettir, bölücülüğe darbe vurmaktadır. Liberal kanattan gelen eleştirinin hemen demokrasi elden gidiyor olması gayet manidardır.
Ancak daha büyük kavga, merkezin Cemaat'le olan güç savaşında görülmektedir. Merkez, kendi aygıtını güçlendirmeye çalıştıkça, merkezkaçtaki Cemaat'in paralel devleti ile karşı karşıya gelmekte, paralel devleti ortadan kaldırıp merkezi güçlendirmek istemektedir. Ve yine aynı liberaller aynı demokrasi eleştirisini getirmektedir.
Burada sorgulanması gereken, liberallerin eleştirisi olmalıdır öncelikle, çünkü devletin olmadığı yerde demokrasi olmaz. Dolayısıyla merkezi güçlü olan devlet demokrasiyi daha kolay temin eder. Kendi iktidarını paralel iktidarlarla veya merkezkaç oluşumlarla paylaşan her merkez, tıpkı Osmanlı gibi yıkılmaya mahkumdur.
Bu dersi iyi gören Tayyip Erdoğan, merkezi, diğer güçlerle, yani onu iktidara taşıyan güçlerle, paylaşmak istememektedir. Ama bu paylaşımı istememesi nedeniyle diktatörlükle eleştirilmesi, liberallerin büyük bir ikiyüzlülüğünden ibarettir.
Eğer liberaller kendi tezlerinde tutarlılarsa, yani demokrasi halkın her istediğini yapması ise, oyu alan Tayyip Erdoğan, Ordu'yu ve Yargı'yı tasfiye ettiği gibi PKK'yı ve Cemaat'i de tasfiye etme hakkına sahiptir. Kaldı ki bu klasik anlamda, anti feodal, laik bir adım olarak demokrasinin ön şartıdır. Çünkü PKK feodaliteyi, Cemaat ise teokrasiyi temsil etmektedir.
Liberallerin derdi, demokrasiyi değil PKK'yı ve Cemaat'i ve elbette Batıyı savunmak olduğu için, bunu yapmak yerine Tayyip Erdoğan'ı eleştirmeye başlamıştır. Bu, Türk devlet sisteminde yeni bir çalkantının tezahürüdür. Ve bu çalkantıdan sonra nasıl bir sistem kurulacağı belirlenecektir.
Kaldı ki bunun dışında, aydınların sistem içindeki konumu da berraklaştırılmaya muhtaçtır. Türkiye'de ne hikmetse, aydınlar sınıflar üstü bir konumda görmektedirler kendilerini. Merkezi destekleyen de demokrattır, merkez kaçı da, solcu olan da, sağcı olan da, laik olan da dinci olan da! Politikacılar, bürokratlar, askerler, sınıflar despot olabilmektedir ama aydınlar her koşulda demokrat kalmaktadır!
Halbuki gerçek bunun tersidir, aydınlar, iktidar mücadelesinin zorluklarına katlanmadan, hiçbir risk üstlenmeden, politikacıları dışarıdan güdecek bir nevi çoban gibi hissetmektedirler kendilerini. Oyu parti alacak ama düdüğü aydın çalacaktır! Parti başkanı aydının dediğini yapmazsa lider diktatör olacaktır!
İster sağda ister solda konumlansın, bu tür bir aydın tavrı gelenekselleşmiştir. Ve aydınlarımız da her iktidar değişikliğinde kendi safını değiştirmeyi becerebilmiştir. Liberaller söz konusu olduğunda, istediklerinin liberal bir vesayet sistemi ve liberal aydın despotizmini önerdikleri akıldan çıkartılmamalıdır.
Tayyip Erdoğan ve demokrasi
Ama burada demokrasi sorusu yine ortada kalmaktadır. Çünkü merkezi temsil eden Tayyip Erdoğan, demokrasiyi ya da halkı ne ölçüde temsil etmektedir?
Aslında burada Osmanlı geleneği imdadımıza yetişir, çünkü Tayyip Erdoğan'ın merkezi güçlendirişi, II. Mahmud ve II. Abdülhamid devirlerini birebir yansıtmaktadır.
"Aslolan devlet" felsefesi Türklerin felsefesidir. Osmanlı kendi devletini "devlet-i ebed müddet", yani sonsuza kadar var olacak devlet olarak görürdü.
Cumhuriyet ise bu felsefeyi Atatürk'ün "Cumhuriyet ilelebet payidar kalacaktır" sözü ile yeniledi ve içselleştirdi.
O halde, önemli olan devletin varlığının ve kökünün güçlendirilmesidir. Ama devlet içindeki güç savaşı, kimi dönemlerde, padişahları ve devlet başkanlarını, kendi devletlerini güçlendirmek yerine kendilerine bağlı paralel ya da derin devletler kurmaya itmiştir. II. Mahmud ve II. Abdülhamid, bunun iyi birer örneğidir. Osmanlı Meşrutiyeti'nde aynısını İttihat ve Terakki yapmıştır. Son dönemlerde Tayyip Erdoğan da aynı şeyi denemektedir.
Aslında Atatürk'ü demokrat bir lider kılan, onun şahsi bir yönetim ve kendi özel devletini kurmaması, halkına güvenmesi ve devlete tabi olmasıydı. Çünkü Atatürk, belki de son Osmanlı olarak, devletin kıymetini bilen bir insandı. O nedenle, devlet kurucusu olurken bile, kurduğu devletin bir vatandaşı olmayı seçmiş, o devletin lideri olduğunda da sadece ve sadece devletini güçlendirmeye çalışmıştı.
Tayyip Erdoğan'ın 2002-2009 yılları arasındaki uygulamaları, genellikle devleti parçalamayı hedef almıştır. Şimdi (2009-2012) giriştiği merkezi güçlendirme çabası ise, demokratlığından ya da halkçılığından, hele hele devletseverliğinden, hiç kaynaklanmamaktadır.
Bunu biliyoruz.
Ama günün sorusu bu olmamalı.
Geleneksel devlet merkezinin çökertildiği, paralel devletlerin güç kazandığı böylesi kritik bir dönemde, Tayyip Erdoğan'ın merkezi paralel devleti mi, yoksa PKK ve Cemaat'in merkezkaç paralel devletleri mi, devleti daha fazla yaşatır?
Herkes dönüp, II. Abdülhamit'in son günlerini, ondan sonra iktidara gelen Adem-i Merkeziyetçi İtilaf ve Hürriyet'i ve Merkezci İttihat ve Terakki'yi iyice incelesin.
Öncelikle demokrasiyi değil devletimizi ve topraklarımızı tartışalım…
http://www.turksolu.org/381/firat381.htm
Açık İstihbarat, 5 Kasım 2012