ÜSLUB-U BEYAN
‘Üslub-u beyan ayniyle insan’ deniyormuş.
Yani ‘kem söz sahibine aittir’ gibi bir şey.
Yani alçağa alçak, namussuza namussuz, hırsıza hırsız denmeyecek de, ‘sayın’ denilecekmiş; ‘sayın bilmem ne’ ...
Sözde, ‘kem söz söyleyenin düzeyine inilmeyecek’.
Şimdi AKP Genel Başkanının mı ‘düzeyi’ne inilmeyecek yoksa MHP Genel Başkanının mı?
Biri Cumhurbaşkanlığı makamını işgal ediyor, diğeri onun ‘sağ kolu’.
Ağzımızdan yel alsın, ya 24 Haziran’da bunlar kazanırsa, biri Cumhurbaşkanı olacak diğeri onun yardımcısı..
İşgal ettikleri ‘düzey’e bakar mısınız?
Şimdi bizim aklıevvel bu ‘düzey’e düşmekten çekiniyormuş.
‘Makam’ değil ‘makat’larına bakıldığında, eğer bunlar ‘alçak ve namussuz’ iseler ve o nedenle onların ‘düzey’lerine inilmeyecekse, o zaman da onları o ‘makam’larda görmede bir sorun var demektir.
Benim onları ‘insan’ olarak görmediğimi yinelememin bilmem gereği var mı?
Kiminin cumhurbaşkanı kiminin genel başkanı olabilir. O onların sorunu.
Demem o ki, benim için onların ‘düzey’i belli.
Amma velakin, nasıl Fransa’da ‘kediye kedi’ deniyorsa, Anadolu’da da ‘ite it’ deniyor.
Bıçkın bir Anadolu çoçuğu olarak, iftiharla ‘ite it’ derim ve bunun düzeyle-müzeyle zerre-i miskal ilintisi yoktur.
‘Üslub-u beyan’ da, ancak uğradığı hakaretler karşısında söyleyecek sözü olmayan ya da söyleme cesareti gösteremeyenlerin sığındığı bir ‘paravan’ olmaktadır.
Peki bu paravanın arkasına sığınma ne zamandan buyana Türkiye’de ‘moda’ oldu?
Dr Recep’in adam yerine koyulduğu günden buyana..
Benim ömrüm Süleyman Demirel’e mufalefetle geçti desem abartı olmaz.
Necmettin Erbakan’a muhalefet.
Alparslan Türkeş’e muhalefet.
Turgut Özal’a muhalefet.
Mesut Yılmaz’a, Tansu Çiller’e muhalefet.
Ancak bu sayılanlar içinde bir tek Turgut Özal’a ‘korunda tik oturasıca’ diye ilenmişimdir.
Diğerlerinden herhangi birine, küfür babında, aşağılayıcı bir tek sözcük kullanmamışımdır.
‘Üslub-u beyan’sa alın size ‘üslub-u beyan’.
Ama şu Alacak Karanlık Partisi var ya, şu Türkiye’nin başına sözcüğün tam anlamıyla ‘bela’ olan sözde parti özde ‘mafyatik çete’, o çetenin başı ve o çetenin erkekten dönme Adalet Bakanı, o açılımcı El-Beşirler, o şimdilerde tuvalet kağıdı gibi kullanıldıktan sonra atılan ‘bakan’lar, başbakanlar, valiler kaymakamlar, yargıç ve savcılar filan, memur ve müdürler falan... benim bunlara beyanımda kimse üslup-müslup beklemesin.
Bunlar başka.
Bunlar herşeye müstehaktır.
Benim bunları kucaklamamı kimse beklemesin.
Kucaklayamam.
Onları kucaklayanı da hoşgörmem.
Şimdi deniyor ki, bunlar gidici ve çetenin başı da ‘bizim tayfa isterse ben kenara çekilirim’ demiş.
Yok yav?
Kenara çekilecekmiş.
Şöyle uçaklardan birine atlayıp, deniz kenarı mı olur yayla mı bilinmez, biraz kafa mı dinleyecekmiş yoksa?
Hayali bile güzel değil mi ama?
Ama yaşamın gerçekliği var bir de..
Onca alçaklık ve namussuzluktan sonra, onca günah ve onca ihanetten sonra..
Kenara çekilin ‘beyefendi’ kenara çekilecek öyle mi?
Size bir ‘zorunluluk’tan sözedeyim o zaman.
Değil Muharrem İnce ve Kemal Kılıçdaroğlu; değil Meral Akşener ve Temel Karamollaoğlu; değil Yüksek Seçim Kurulu, Yargıtay, Danıştay, Anayasa Mahkemesi; değil Hulusi Akar ve TSK’sı (Türk Ordusu değil TSK), değil o Allahverdi ve Boynukalın sürüsü, değil Putin, Berlusconi, Sarkozy veya Merkel, gökten Mikail (ya da hangisinin canı isterse diyelim) inse ona iki cihanda da rahat yok.
Kenar menar değil ‘ateş’in ortasından geçecektir.
Efendim Yargı-Margı.
Ee tabi yargılanacak önce.
Amma bu ‘Yargı’ dediğiniz her ne ise, kararlarını ‘Türk Milleti adına’ kullanmıyor mu?
Asıl ‘Yargı’, demek ki Türk Milleti’nin bizzatihi kendisidir, onun vicdanı.
O yargıç ve savcılar, o mahkemeler filan ‘aracı’dır aracı.
Türk Milleti’nin onu ve suç ortaklarını bağışlamasını beklemek ise, böyle bir ‘Millet’in olmadığı anlamına gelir.
Efendim ‘milletin yarısı’na yakını onlardan yana ‘anket’ine de inanmam.
O parayla tutulmuş ya da beyinleri tutulmuş olanlar, bu milletin yüzde biri bile değildirler.
Bunların alçaklık ve namussuzluklarını bir ‘yanılsama’ olarak sunan medya olmasa, kanı olan, vicdanı olan kısaca ‘insan’ olan hiç kimse hazmedemez.
Ecevit’in dediği gibi, olanları ‘içlerine sindirecek olanlar’da da mide yoktur diyelim.
Onlarınki işkembe.
Ancak ve ne var ki, bu biz hep bu üslupla mı beyan etmekteyiz, ederiz?
Ne ilgisi var?
Bizim her yazımızda ‘bilimsel bakış’ vardır, ‘derin çözümleme’ vardır.
Bu ‘güncele ilişkin’ gündelik yorumların ötesinde, Türkiye ve dünyanın sorunlarına ilişkin saptamalarımıza değil bu ‘zırzop politikacı’lar, benim diyen uzman ve araştırmacılar bile ulaşamamaktadırlar.
Sözgelimi 24 Haziran sonrası Türkiye’nin ‘bunalımdan çıkış’ programı nasıl olabilir?
Ekonominin başına ‘İlhan Abi’ getirilirse mi iyi olur, yoksa ‘ciddî bir ekip’le mi çalışılacak?
Merkez Bankası’nın başına Dursun Yılmaz gelirse mi bunalımdan çıkılır yoksa, şuranın başına bu getirilirse mi?
Sadece bir ipucu vererek bu yazıyı sonladıralım o zaman: Bir ülke ekonomisi Devlet Planlama Teşkilatı olmadan yönetilemez.
Öyle bir ‘Teşkilat’ ki, benim diyen üniversiteden de iyi örgütlenmiş ola.
Devlet İstatistik Enstitüsü, laf ola beri gele türü bir ‘kurum’ olmaktan öte, gerçek bir ‘Enstitü’ olmadan, o ‘planlama örgütü’ de çalışamaz zaten.
‘Maliye’ öyle ‘hazine’si ayrı ‘dış ticaret’i ayrı, bölük-pörçük bir yapıdan kurtarılmadan bir ülkenin ‘ekonomisi’ yönetilemez.
Ayrıntısına yeri geldiğinde gireriz ama, önce ‘ülke ekonomisi’ olmaz diyelim, ‘Devlet ekonomisi’ vardır.
Kuşkusuz eğer biz bir ‘Devlet’iz diyorsak.
Gelinen aşamada, kim ne derse desin, Türkiye’de ‘Devlet’ diye bir şey kalmamıştır.
Önce Devlet’i ‘yeniden örgütlemek’ gerekiyor.
Ki sıra ‘Ulus’u yeniden kurmaya gele.
Aksini savlayan her kim olursa olsun, benim için bir ‘herif’ olmanın ötesine gidemez.
Ona da ‘üslup-müslup’ gerekmez.
Habip Hamza Erdem