Wilson'un Mandasından Trump'ın Ambargosuna KURTULUŞ TAM BAĞIMSIZLIKTA
“En aydın sanılan insanların manda tutkunluğu ile adeta milletin bağımsızlık ruhunu yıkmak için gafilce çalıştıklarını ve devamlı çabaladıklarını hayretle görüyordum…” (ATATÜRK, HÂKİMİYETİ MİLLİYE, 22 NİSAN 1921)
Yarın 4 Eylül 2018… Milli Mücadele'nin kilometre taşlarından Sivas Kongresi'nin açılışının; başka bir ifadeyle Amerikan mandasının reddedilişinin ve “tam bağımsızlığa” karar verilişinin 99. yılı… 1969'da Amerikan 6. Filosu'nu kıble bilip namaz kılanların, siyaseten “Amerikan karşıtı” oldukları bugünlerde, Sivas Kongresi'ndeki “Amerikan mandası” tartışmalarını ve tam bağımsızlık kararını hatırlamanın tam zamanıdır.
KURTULUŞ ÇARELERİ
Kurtuluş mu? O, hiç kolay olmadı…
1918'deki Mondros Ateşkes Antlaşması'yla Türk orduları dağıtılmış, silahları elinden alınmıştı. Kâğıt üzerinde 40.000 kişilik bir ordumuz vardı. Karşımızda ise Yunanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Pontus çeteleri, Rum ve Ermeni kuvvetleri, isyancılar, Anzavur kuvvetleri ve Kuvayı İnzibatiye'den oluşan toplamda 400.000 kişiye yakın bir güç vardı. Yunan işgalleri her geçen gün genişliyordu. Güney bölgeleri Fransız ve İtalyan kuvvetlerince işgal edilmişti. İstanbul'da İtilaf donanmaları ve askerleri vardı. Zararlı cemiyetler azınlıkları kışkırtıyordu. Buna karşın halk savaş yorgunuydu. Ülke sadece eli silahlı düşmanların değil, açlık, hastalık, yoksulluk ve geri kalmışlığın işgali altındaydı. Ayrıca mevcut yönetim; İstanbul hükümeti ve saray, düşmana karşı direnerek ülkenin kurtulacağına inanmıyordu. Padişah Vahdettin, emperyalizmin merhametine sığınmıştı. İngilizlere yaranarak -ülkeyi değil ama- belki kendini; tahtını, tacını, hilafet makamını kurtarabileceğini düşünüyordu.
Buna karşın -Atatürk'ün Nutuk'taki ifadesiyle- “padişahsız” ve “büyük güçlerden birinin yardımını almadan” kurtuluşun mümkün olacağını düşünen yok gibiydi.
Atatürk'ün ifadeleriyle üç kurtuluş çaresi vardı:
1- İngiliz korumasını istemek,
2- Amerikan mandasını istemek,
3- Bölgesel kurtuluş aramak…
Atatürk'e göre bu kararlar, “çürük” ve “temelsiz” mantıklara dayanıyordu ve gerçekçi değildi. Çünkü ortada kurtarılacak bir Osmanlı Devleti yoktu; devlet çoktan çökmüştü. “Ortada bir avuç Türk'ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı.” Şimdi emperyalistler, bunu da paylaşmak istiyordu. Yine Atatürk'ün tabiriyle, “Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı, padişah, halife, hükümet, bunların hepsi anlamını yitirmiş bir takım boş sözlerdi.” Atatürk, bu gerçekçi tespiti yaptıktan sonra “O halde ciddi ve gerçek karar ne olabilirdi?” diye sorarak kendi kararını şöyle açıklıyordu: “Efendiler! Bu durum karşısında tek bir karar vardı. O da hâkimiyeti milliyeye dayanan bilakaydüşart müstakil (tam bağımsız) yeni bir Türk devleti kurmak…”
Atatürk Nutuk'ta “tek çare-i halas”, yani “tek kurtuluş çaresi” vardı, diyor: “Ya istiklal ya ölüm!”
Sonra da “En sağlam ve düşünüş ve mantık budur” diyerek bu mantığı şöyle açıklıyor:
“Temel ilke, Türk milletinin onurlu ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne kadar zengin ve bolluk içinde olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir millet, uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan öteye gidemez. Yabancı bir devletin koruyuculuğunu ve kollayıcılığını istemek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve miskinliği açığa vurmaktan başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağılık duruma düşmemiş olanların isteyerek başlarına yabancı bir efendi getirmeleri hiç düşünülemez. Oysa Türk'ün kendine güveni ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa mahvolsun daha iyidir. Öyleyse ‘Ya istiklal ya ölüm!”
Atatürk, her iki durumda da (yani teslim olmak veya savaşarak yenilmek) sonunda “esaretle” karşılaşılacağını belirtiyor, ancak bir farkla: “Bağımsızlığı için ölümü göze alan millet, insanlık onur ve şerefinin gereği olan her özveriye başvurduğunu düşünerek avunur ve kuşkusuz esaret zincirlerini kendi eliyle kendi boynuna geçiren miskin, haysiyetsiz bir millete nazaran dost ve düşman gözündeki yeri çok başka olur.”
Atatürk'ün “onur”, “şeref” ve “tam bağımsızlık” dediği o günlerde başkaları Amerikan mandası diyordu.
AMERİKAN MANDASINA SARILMAK
Kurtuluş Savaşı'nın başlarında Amerika, Türkiye'ye Charles Crane'nin başkanlığında bir komisyon göndermişti. Charles Crane Komisyonu İstanbul'da Ahmet Emin (Yalman) ve Halide Edip (Adıvar) gibi bazı aydınlarla görüşmüştü.
Atatürk, Amasya Genelgesi'nden sonra İstanbul'daki bazı aydınlara mektup yazarak onları bağımsızlık mücadelesinde özveride bulunmaya çağırmıştı. Ancak o aydınlar, “tam bağımsızlığa” değil, “Amerikan mandasına” bel bağlamıştı. Nitekim o günlerde Kara Vasıf Bey, Ali Fuat (Cebesoy) aracılığıyla Atatürk'e verdiği cevapta, “tek çıkar yolun ABD mandası istemek” olduğunu belirtmişti.
Manda tartışmaları, Erzurum Kongresi günlerinde de devam etmişti. Örneğin Bekir Sami Bey, 25/26 Temmuz 1919'da, Kara Vasıf Bey ve Halide Edip (Adıvar) da 10 Ağustos 1919'da Atatürk'e gönderdikleri uzun mektuplarda, Amerikan mandasını savunmuşlardı. Halide Edip (Adıvar) mektubunda, “Onurumuzdan epey taviz verecek olsak da” Amerikan mandasını kabul etmekten başka çere olmadığını belirtmişti.
Atatürk'ün Nutuk'taki ifadesiyle mandacıların uzun mektupları “günlerce telgrafçıları oyalayan şifre tellerle verildi.”
Atatürk, “Amerikan mandasını kabul edelim” diyen aydınların, asker-sivillerin kendisine yazdığı mektuplara tek tek cevap vermiş; Amerikan mandasını kabul ederek kurtulmanın mümkün olmadığını anlatmıştı.
Bu korkunç manda baskısına rağmen Atatürk “tam bağımsızlıktan” asla taviz vermemişti. Sonunda Erzurum Kongresi'nde Amerikan mandası reddedilmişti. Ancak mandacıların pes etmeye hiç niyetleri yoktu. Sivas Kongresi'nde Amerikan mandasını kabul ettirebilmek için her yolu deneyeceklerdi.
SİVAS KONGRESİ'NDE AMERİKAN MANDACILARI
1919 yılı Ağustos başında, İstanbul'daki çeşitli partiler birleşerek Amerikan heyetine verilmek üzere bazı kararlar almıştı. 13 Ağustos 1919'da 12. Kolordu Komutanı Selahattin imzasıyla Atatürk'e bildirilen bu karardan biri kan donduran cinstendi. Amerika'yı memnun etmek için, vatan topraklarının bir bölümünü, belli şartlarda Ermenistan'a vermekten söz ediliyordu. Atatürk, 13 Ağustos 1919 tarihli cevabında, bu kararı “son derece üzüntüyle ve esefle karşıladığını” belirtip “Bir karış toprağın bile Ermenilere verilemeyeceğini” belirtmişti. “Bu gibi dernekler yetkilerini bilmeli…” diye de eklemişti.
17 Ağustos 1919'da bu sefer Kara Vasıf Bey -Ali Fuat (Cebesoy) aracılığıyla- Atatürk'e ilettiği manda mektubunda, özetle İstanbul'daki aydınların Amerika sayesinde diğer işgalcilerin ülkeden çıkarılacağını düşündüklerini, Atatürk'ün Sivas Kongresi'nde, Amerikan mandasının kabulü konusunda emir vermesini, aksi halde İstanbul'daki aydınların “Amerikan mandası” için çalışmalara devam edeceklerini belirtmişti. Atatürk bu manda mektubuna da 19 Ağustos 1919'da 4 maddelik bir cevap vermişti. Atatürk cevap telgrafını şöyle bitirmişti: “Yakında kongre kararlarını öğreneceksiniz. Gözlerinizden öperim!”
“Amerikan mandası mı yoksa tam bağımsızlık mı? sorusu Sivas Kongresi'nde cevap bulacaktı.
Amerikan Chicago Daily News Gazetesi muhabiri E. L. Brown, kongreyi izlemesi için Sivas'a gönderilmişti. Mandacılar, Brown'a büyük umut bağlamışlardı. Ancak Atatürk, Brown'la görüşmüş, Amerika'nın Türkiye'yi manda altına almayı düşünmediğini öğrenmişti.
Sivas Kongresi'nde 8 Eylül 1919'da Amerikan mandası tartışması başladı. Tartışmalar iki gün sürdü. Tartışmalara Atatürk dışında 13 delege katıldı. Delegelerin önemli bir bölümü “ehven-i şer” olarak Amerikan mandasının kabul edilmesini savundu.
Atatürk, mandacıların, Amerikalı Brown'a çok güvendiklerini biliyordu. Görüşmeleri başlatmadan önce, “Brown'la görüştüm… Amerika'nın mandayı kabul edeceğini değil, belki etmeyeceğini söylüyor…” diyerek mandacıları etkilemeye çalıştı.
İlk sözü alan Kara Vasıf Bey, “Önce mandayı kabul edelim de koşulları üzerinde sonra konuşuruz” dedi. Zavallı Kara Vasıf Bey, Osmanlı'yı hala “bağımsız” sanıyordu! Dahası, Osmanlı'nın Amerikan mandası altına girerek “bağımsızlığını koruyacağını” düşünüyordu.
Kara Vasıf Bey, özellikle içinde bulunduğumuz çok kötü ekonomik koşullar nedeniyle Amerikan mandasına mecbur olduğumuzu belirtiyordu. Özetle şöyle diyordu: 400-500 milyon lira borcumuz var. Paramız ve ordumuz yok. Ekonomik durumumuz bağımsız yaşamaya uygun değil. Onların uçakları var, bizim ise kağnılarımız. Onların savaş gemileri var, bizim yelkenlimiz bile yok. Bizi bölmeyi amaçlayan ülkeler var. Kara Vasıf Bey çaresizce, “…Amerika ehven-i şerdir. Çünkü ziraat ülkesidir. Avrupa'ya hayvan ve un verir. Bu konuda bize çok yardım edebilir…” diyordu.
İsmail Hami Bey de ekonomik nedenlerle Amerikan mandasına muhtaç olduğumuzu söyledi. Devlet gelirlerinin ancak borcumuzun faizini karşıladığını belirtip “Mutlaka dıştan bir yardım ihtiyacında bulunduğumuz açıktır” dedi.
Atatürk'ün dava arkadaşlarından Rauf Bey de mandacılardandı. Sivas Kongresi'nde, yaptığı konuşmada “doğrudan doğruya Amerikan mandası istenmesi” gerektiğini söyledi.
Atatürk'ün silah arkadaşlarından Refet Bey'e göre manda “bağımsızlığa” aykırı değildi! İngiliz mandasına karşı Amerikan mandasına ihtiyaç vardı! Amerika, milletlerin vicdanına saygılıydı! 500 milyon lira borçla harap bir memlekette, verimsiz topraklarla, 10-15 milyon gelirle bir dış yardım olmadan yaşayamazdık! İngiltere elinde oyuncak olmamak için Amerika'ya mecburduk! Yenilmiş ve geri kalmış bir ülke olarak Amerikan mandasına muhtaçtık!
Sivas Kongresi'nde mandacılar kavram sahtekârlığına bile başvuruyorlardı. Örneğin, tepki çeken “manda” kavramı yerine “müzaheret” veya “muavenet” kavramını kullanıyorlardı.
Örneğin İsmail Hami Bey şöyle diyordu: “Mandanın kendisinden çok adına takılanlar yok yere kaygıya düşüyorlar. Kelimenin önemi yoktur. Zaten ‘manda' kelimesi de henüz Türkçeye tercüme edilmemiştir. (…) Hatta isterlerse ‘manda altına girdik' demeyelim de isterlerse ‘devlet-i ebed müddet' (sonsuza kadar yaşayacak devlet) olduk diyelim der, işin içinden çıkarız.”
Mandacılar, daha da ileri giderek Amerikan mandasının bağımsızlığa aykırı olmadığını söylüyorlardı. Örneğin İsmail Hami Bey ve İsmail Fazıl Paşa, “Biz mandaya karşılık bağımsızlığımızdan vazgeçelim demedik” diyorlardı.
Atatürk bu mandacılara “hayret” ediyordu. 22 Nisan 1921'de Hâkimiyet-i Milliye'ye verdiği demeçte şöyle demişti. “En aydın sanılan insanların manda tutkunluğu ile adeta milletin bağımsızlık ruhunu yıkmak için gafilce çalıştıklarını ve devamlı çabaladıklarını hayretle görüyordum. Ben artık şu noktayı gayet açık değerlendirebiliyorum: Düşmanlar bağımsızlığımızı imhaya karar vermişlerdir. Bu gerçeği millet henüz tamamıyla keşfetmemiştir. Çünkü İstanbul karanlık sisler içinde boğulmuştur. Oradaki zekâlar, oradaki vicdanlar, bir taraftan doğrudan doğruya düşmanın baskısı, diğer taraftan dolaylı olarak düşmanın aldatmasıyla bunalmış ve bunaltılmış bir halde idi.” (Atatürk'ün Bütün Eserleri, C. 11, s. 145)
Atatürk, Sivas Kongresi günlerinde bir gece, güvendiği arkadaşlarına, İstanbul'dan kendisine gönderilen manda mektuplarını göstererek şunları söylemişti: “Hayır paşalar, hayır beyefendiler, hayır hanımefendiler hayır! Manda yok… Ya istiklal ya ölüm var…” (Mazhar Müfüt Kansu, Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber, C. I, s. 191-193).
Sivas Kongresi'nde az sayıdaki manda karşıtlarından Tıbbiyeli Hikmet, bir gün Atatürk'e, “Mandayı siz kabul etseniz, sizi de reddederiz…” deyince, Atatürk, büyük bir sevinçle, “Evlat! Müsterih ol! Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz azınlıkta kalsak bile mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklal ya ölüm!” dedi.
Atatürk, Sivas Kongresi'nde Amerikan mandasını çok ustaca reddetti. Rauf Bey'in “Amerikan Senatosu'ndan ülkemizi inceleyecek bir heyet çağıralım” önerisini fırsat bilen Atatürk, ABD Senatosu'na gönderilmek üzere -kongre başkanlık üyelerince imzalanan- bir mektup hazırlattı. Ayrıca Sivas Kongresi kararlarının 7. Maddesi'nde “Milli ilkelerimize saygılı ve ülkemize karşı yayılma emeli beslemeyen herhangi bir devletin teknik, ekonomik ve endüstriyel yardımını memnunlukla karşılarız” denildi. Böylece Sivas Kongresi'nde Amerikan mandası kabul edilmeden akıllı bir stratejiyle ateşli mandacılar susturuldu.
Atatürk, emperyalizme karşı, “Ya istiklal ya ölüm” parolasıyla başlattığı “tam bağımsızlık” savaşını kazandı. Ancak gelin görün ki, 1919'da Sivas Kongresi'nde reddettiğimiz Wilson Mandası yerine, 1947'de Truman Doktrini'ni kabul ettik. O günden bu güne de “bağımlılıktan” kurtulamadık. 99 yılda Wilson'un mandasından, Truman'ın doktrininden, Trump ambargosuna geldik. Hep söylüyorum: “Kurtuluş kuruluştadır.” Her türlü emperyalizme karşı Atatürk'ün “tam bağımsızlık” felsefesiyle hareket etmek gerekir.
Sinan MEYDAN, 3 Eylül 2018
https://twitter.com/smeydan